12 Kasım 2025 Çarşamba

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - IX (Hümanizm, Doğa Felsefesi ve Hristiyan Çileciliği)

 


Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - IX

(Hümanizm, Doğa Felsefesi ve Hristiyan Çileciliği)

 

“Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş merhalesi, insan varlığının en müşahhas şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle başlar.”

                                                  Hasan Ali Yücel, Maarif Vekili

 

Batı’da Rönesans (Renaissance), her şeyden önce yeni bir hayat duygusunun, yeni bir dünya görüşünün doğmasıdır. Bu yeni hayat duygusu temelinde, Antikçağ felsefesinin etkisiyle yeni bir insan anlayışına varılmıştır.

Rönesans felsefesi, Yeni Çağ’ın felsefesi olarak, insan sevgisini benimseyen, evrenselliği önemseyen ve insanı üstün bir varlık olarak gören hümanist felsefeydi. 

Daha önceki hümanistler Antik metinlerde ortaya atılan fikirleri taklit etme eğilimindeyken, zamanla bazıları kendi toplumlarına meydan okumak için kadim bilgeliği kullanmaya ve sorgulamaya başladı.

 

Hümanizm

 

İtalya’nın önde gelen düşünürlerinden Bruni ve Hollandalı Erasmus, bu kadim metinleri, kişinin duaya ve ahirete odaklandığı tefekkür hayatının ( vita contemplativa ) daha üstün bir hayat olduğu inancını sorgulamak için kullandılar. Cicero ve diğerlerinin fikirlerini kullanan Bruni ve Erasmus, aktif bir hayatın ( vita activa ) yalnızca birey için değil, devlet ve toplum için de iyi olduğunu savundular. Kendini tecrit etmek yerine, hayata aktif olarak katılmalı ve bunu yaparken topluma ve devletine faydalı olmayı hedeflemelidir.

Teoride son derece etkili olan bu düşünce, Batı dünyasını derinden sarstı. Toplumla birey ve devlet arasındaki ilişkili yeniden disipline edildi.

Hristiyan Avrupalıların on üçüncü yüzyıldan beri yavaş yavaş etkileşimde bulunduğu Platon, Aristoteles, Cicero, Sallustius, Livius vb. gibi çok sayıda düşünürün antik metinleri yeniden incelemeye alındı. Papalık ve Kutsal Roma İmparatorluğu arasındaki fiziksel ve ideolojik çekişme giderek şiddetini artırdı.

Bu durum, İtalyan şehir devletlerinin, her iki güçten bağımsız davranabilmeleri için önemli bir alan yarattı.

Zaten Rönesans öncesi İmparator veya Papa yönetimindeki monarşiler yerine, karma yönetimlere sahip Cumhuriyetler olarak faaliyet gösteren şehir devletleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Örneğin Aristoteles'in Politika adlı eseri, Venedik ve Floransa'da görüldüğü gibi, mükemmel bir siyasi topluluğun erdemini ilan etmek için kullanıldı. Bu, erdemli vatandaşlık ve nasıl yönetileceği konusunda idealleri savunan Cicero gibi Romalı yazarların kullanımıyla yan yana konuldu.

13. yüzyıldan itibaren giderek artan sayıda bağımsız devletlerin yükselişe geçmesi, Erasmus ve Machiavelli gibi düşünürleri “ideal prens”i betimleyen eserler yazmaya yönlendirdi. Güçlü monarklar, 18. yüzyıla kadar popüler olan erdemli bir Hristiyan kralın geleneksel fikirlerini savundu. Machiavelli ise, başarılı olmak için gerekeni yapan ahlaksız bir prensi tasvir etti. Ancak Machiavelli, bu tür bir zorlayıcı güce aslında karşıydı ve Cumhuriyetçi karma hükümetin özgürlüğünü savunuyordu. Feodal prenslerin yönetimine karşıydı ve halkın devlet yönetimine katılmasından yanaydı. 

Yönetim ve devlet üzerine köklü düşünceler ortaya atılırken, “hukuk” kavramı ve din üzerine de büsbütün başka ve yeni düşünceler gelişmeye başlamıştır.

Rönesans felsefesi, dünyayı ortaçağdan ayrılan bir görüşle ele alıp işlemiş ve bu çalışmaların sonunda bugünkü modern doğa bilimi doğmuştur.[1]

Ancak bu süreç oldukça çetin geçmiştir.

 

Doğa Felsefesi’ne Dönüş

 

Ortaçağ’ın doğa tablosu: Aristoteles’in fiziği, Ptolemaios’un astronomisi ve Kutsal Kitap’tan alınan bir takım tasarılardan kurulmuştu. Gökyüzünde ay, güneş, gezegenler ve durağan yıldızlardan oluşan sistemin merkezinde dünya vardır ve sabittir. Diğerleri dünyanın etrafında döner. Buradan sonsuz evren anlayışına ve her biri kendi yörüngesi içinde hareket eden güneş sistemine geçildi. Yeni doğa biliminde irili ufaklı bir sıra düşünürün payı olmuş ve her biri büyük bedeller ödemiştir.


Astronominin bugüne değin değişmeyecek çağdaş modelini kuran Nikolaus Kopernikus (1473-1543) olmuştur.

Yeryüzü üç devinimle dönüyor. Biri Güneş'in çevresinde dönerek burçlar düzenine göre bir yılda yerine döndüğü büyük çember içindeki devinimi. İkinci devinimi günlük dönüşü ve üçüncü devinimi ise eksen kaymasıdır.[2]

Kopernikus, evreni uçsuz bucaksız tanımlamasına karşın, “sınırsız” olduğunu ileri sürmemiştir. Evrenin sonsuzluğu düşüncesini ortaya atan düşünür ise Giordano Bruno’dur.  


 

Giordano Bruno ve Evrenin Sonsuzluğu

 

Giordano Bruno (1548-1600), İtalyan filozof, rahip, gökbilimci ve okültist. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir ve şair yönüyle de edebiyata en yakın duranıdır. Ona doğacı coşkunluğun düşünürü de denilebilir. Aristotelesçi kapalı evren görüşünden ilk sıyrılanlar arasında yer alan İtalyan filozof, Kopernik'in tezini savundu. Evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi.[3]

Aykırı görüşler beslediği için 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi'nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edildi ve Roma'da konuşamaması için yüzüne demir maske geçirilerek Campo de' Fiori meydanında diri diri yakılarak idam edildi.

Bruno'nun teorileri 17. yüzyıl bilimsel ve felsefi düşüncesini etkilemiş ve 18. yüzyıldan beri birçok modern filozof tarafından benimsenmiştir. Düşünce özgürlüğünün bir simgesi olarak Bruno, 19. yüzyılın Avrupa liberal hareketlerine, özellikle de İtalyan siyasi birliğine ilham vermiştir. Bruno'nun kozmolojik vizyonu, modern evren anlayışının bazı temel yönlerini kesinlikle öngörmektedir; etik fikirleri, dini çileci etiğin aksine, modern hümanist aktivizme hitap etmektedir ve dini - felsefi hoşgörü ideali, liberal düşünürleri etkilemiştir. Bruno, Batı düşünce tarihinin önemli figürlerinden biridir ve modern medeniyetin öncüsüdür.

8 Şubat 1600'de, ölüm cezası resmen kendisine okunduğunda, hâkimlerine hitaben şöyle demiştir: "Belki de beni yargılarken duyduğunuz korku, benim onu ​​kabul etmemden daha büyüktür." Çok geçmeden dili bağlı olarak Campo de' Fiori'ye götürüldü ve diri diri yakıldı.

Bu yönüyle Bruno, kendisinden yüzlerce yıl önce, 922’de Bağdat’ta Halife Muktedir’in emriyle idam edilen Hallacı Mansur’a benzetilmektedir. “En’el Hak” (Ben Tanrı’yım!) dediği için önce kırbaçlandığı, burnu, kolları ve ayakları kesildiği, derisi yüzüldüğü ve nihayetinde yakılarak idam edildiği söylenir.

İslam coğrafyasında özellikle 11. Yy.’da yaygınlık kazanan Tasavvuf Felsefesi, insan-doğa, Tanrı ve sonsuzluk düşüncesiyle kurduğu ilişki, 17. Yy. Batı felsefesine damgasını vuran Bruno ile örtüşmektedir.

Doğu ile Batı arasında benzeşen bir başka özellik “çileci” felsefedir.


 

Hristiyan Çileciliği (Kinik Felsefe)

 

Kilise'nin dünyevi bir kurum haline gelişi; merkezi krallık ve derebeyleriyle birlikte büyük toprak sahibi olması ve yönetim kademesinde yer alması, aslında Hristiyan felsefesiyle çelişmekteydi. Yeni Ahit'in "Resullerin İşleri" bölümünde ilk Hıristiyanlığın yoksulluk içinde eşitliği kabul eden, ortaklaşa sürdürülen cemaatçi bir yaşamı idealleştirdiği görülmekteydi.[4] Kilise'nin zamanla bundan sapması, zenginlik ve güç sahibi olmasına karşı, İsa'nın bu dünyadaki yozlaşmış ilişkilerden uzak durularak, ruhun yenilenmesini öğütleyen görüşlerine ağırlık veren düşünce ve pratikler gelişmişti. Kimi zaman iyice aşırıya kaçan bir çilecilik biçiminde görülen bu düşünce ve pratikler, Hıristiyanlık tarihine damgasını vurmuş olan "manastır" olgusunu yaratmıştır. Roma ülkesinin hemen her yerine yayılan manastır uygulamalarının temelinde, bedeni değil ruhu tatmin etme, ruhu tatmin etmek için bedensel arzuları dizginleme (maddi nimetlerden uzaklaşma) ve hatta bedene acı çektirme düşüncesi yatıyordu. Kendi kendini kamçılamak, çivili korse giymek, sadece ot yiyerek veya yerden birkaç metre yükseklikteki bir sütunun tepesinde yıllarca yaşamak, bazı manastırlarda görülen çilecilik uygulamalarıydı.[5]

Sokrates’in öğrencisi Atinalı Antisthenes’e göre (İ.Ö. 444–368), insanın ereği mutluluktur, mutluluk da her türlü bağdan kurtulmuş içsel bir özgürlükle gerçekleşir. İstenilecek tek şey erdem, kaçınılacak tek şey erdemsizliktir. Gerçek erdem, insanın hiçbir değere bağlı ve tutsak olmamasıyla elde edilir. Bunu sağlamak için de insanın bütün tutkularından sıyrılması gerekir.


Kinizm, Sokrates’çi bir okuldur. Fıçı içinde yaşayan Diogenes (İ.Ö. 412–323), Kinik düşünürlerin en ünlüsüdür. Diogenes her şeyden el etek çekip bir köpek gibi yaşamıştır. Öğretiye köpeksi adı verilmişse bu Diogenes yüzündendir. Stoacılık, temel öğelerini borçlu olduğu Kiniklerin bu çileciliğini sistemleştirip bilimselleştirmiştir. Bu anlayış, İslam düşüncesinde de Melamilik akımıyla sürdürülmüştür.[6]

Zaman içinde doğudan batıya doğru yayılan manastırlar arasında, özellikle batıda belirleyici olanlardan başlıcası, Benedictus tarafından İtalya’da, Monte Cassino'da, 529 yılında kurulan manastırdı. Benedictus'un manastırında, "keşişler yoksulluk içinde yaşamaya, zihinsel ve bedeni çalışmaya ve manastırın başrahibine itaat etmeye zorunluydular. Sık sık dua etmeleri, ağır işlerde çalışmaları, az konuşmaları ve özel mülkiyeti terk etmeleri keşişler için temel koşullardandı. Batı Avrupa manastırları için sonradan belirleyici bir ölçü haline gelen Benedictus'un bu kuralları, Hıristiyanlığın hakiki kurtuluşu öbür dünyada gören anlayışının en simgeleyici uygulaması olmuştur.[7]

 

Devam edecek: Sümela Manastırı

 

Kaynaklar:

 

Gökberk, Macit. 2013, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi,

Copernicus, Nicolaus. 2017, Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine, İş Bankası Yay.

Bruno, Giordano. 2004, Küllerin Şöleni, Cem yay.

Hançerlioğlu, Orhan. 2019, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi

Ağaoğulları- Köker, 1991, İmparatorluktan Tanrı Devletine, İmge Kitabevi

 

Ünye Kent, 12.11.2025

 

Dipnot:

[1] Gökberk, 2013; 191

[2] Copernicus, 2007; 275

[3] Bruno, 2004; 123

[4] Cemaatçilik bu boyutuyla günümüzde miras paylaşımında zorlanan “yerli” cemaatlerimizi çağrıştırmaktadır. 

[5] Kinik felsefe, Anadolu’da Sinoplu Diyogenes’ten başlayarak Osmanlı saraylarının inziva hücrelerine kadar uzanan bir süreç izler.

[6] Hançerlioğlu, 2019; 76,  “Mutluluk Köpekliktir”

[7] Ağaoğulları- Köker, 1991; 100-101

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder