Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - IX
(Hümanizm, Doğa
Felsefesi ve Hristiyan Çileciliği)
“Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş merhalesi, insan
varlığının en müşahhas şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle
başlar.”
Hasan Ali Yücel, Maarif Vekili
Batı’da Rönesans (Renaissance), her şeyden önce yeni bir hayat
duygusunun, yeni bir dünya görüşünün doğmasıdır. Bu yeni hayat duygusu
temelinde, Antikçağ felsefesinin etkisiyle yeni bir insan anlayışına
varılmıştır.
Rönesans felsefesi, Yeni Çağ’ın felsefesi olarak, insan
sevgisini benimseyen, evrenselliği önemseyen ve insanı üstün bir varlık olarak
gören hümanist felsefeydi.
Daha önceki hümanistler Antik metinlerde ortaya atılan
fikirleri taklit etme eğilimindeyken, zamanla bazıları kendi toplumlarına
meydan okumak için kadim bilgeliği kullanmaya ve sorgulamaya başladı.
Hümanizm
İtalya’nın önde gelen düşünürlerinden Bruni ve Hollandalı Erasmus,
bu kadim metinleri, kişinin duaya ve ahirete odaklandığı tefekkür hayatının (
vita contemplativa ) daha üstün bir hayat olduğu inancını sorgulamak için
kullandılar. Cicero ve diğerlerinin fikirlerini kullanan Bruni ve Erasmus,
aktif bir hayatın ( vita activa ) yalnızca birey için değil, devlet ve toplum
için de iyi olduğunu savundular. Kendini tecrit etmek yerine, hayata aktif
olarak katılmalı ve bunu yaparken topluma ve devletine faydalı olmayı
hedeflemelidir.
Teoride son derece etkili olan bu düşünce, Batı dünyasını
derinden sarstı. Toplumla birey ve devlet arasındaki ilişkili yeniden disipline
edildi.
Hristiyan Avrupalıların on üçüncü yüzyıldan beri yavaş yavaş
etkileşimde bulunduğu Platon, Aristoteles, Cicero, Sallustius, Livius vb. gibi
çok sayıda düşünürün antik metinleri yeniden incelemeye alındı. Papalık ve
Kutsal Roma İmparatorluğu arasındaki fiziksel ve ideolojik çekişme giderek şiddetini
artırdı.
Bu durum, İtalyan şehir devletlerinin, her iki güçten bağımsız
davranabilmeleri için önemli bir alan yarattı.
Zaten Rönesans öncesi İmparator veya Papa yönetimindeki
monarşiler yerine, karma yönetimlere sahip Cumhuriyetler olarak faaliyet gösteren
şehir devletleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Örneğin Aristoteles'in Politika
adlı eseri, Venedik ve Floransa'da görüldüğü gibi, mükemmel
bir siyasi topluluğun erdemini ilan etmek için kullanıldı. Bu, erdemli
vatandaşlık ve nasıl yönetileceği konusunda idealleri savunan Cicero gibi
Romalı yazarların kullanımıyla yan yana konuldu.
13. yüzyıldan itibaren giderek artan sayıda bağımsız
devletlerin yükselişe geçmesi, Erasmus
ve Machiavelli gibi düşünürleri
“ideal prens”i betimleyen eserler yazmaya yönlendirdi. Güçlü monarklar, 18.
yüzyıla kadar popüler olan erdemli bir Hristiyan kralın geleneksel fikirlerini
savundu. Machiavelli ise, başarılı olmak için gerekeni yapan ahlaksız bir
prensi tasvir etti. Ancak Machiavelli, bu tür bir zorlayıcı güce aslında karşıydı
ve Cumhuriyetçi karma hükümetin özgürlüğünü savunuyordu. Feodal prenslerin
yönetimine karşıydı ve halkın devlet yönetimine katılmasından yanaydı.
Yönetim ve devlet üzerine köklü düşünceler ortaya atılırken,
“hukuk” kavramı ve din üzerine de büsbütün başka ve yeni düşünceler gelişmeye
başlamıştır.
Rönesans felsefesi, dünyayı ortaçağdan ayrılan bir görüşle ele
alıp işlemiş ve bu çalışmaların sonunda bugünkü modern doğa bilimi doğmuştur.[1]
Ancak bu süreç oldukça çetin geçmiştir.
Doğa Felsefesi’ne Dönüş
Ortaçağ’ın doğa tablosu: Aristoteles’in fiziği, Ptolemaios’un
astronomisi ve Kutsal Kitap’tan alınan bir takım tasarılardan kurulmuştu.
Gökyüzünde ay, güneş, gezegenler ve durağan yıldızlardan oluşan sistemin
merkezinde dünya vardır ve sabittir. Diğerleri dünyanın etrafında döner.
Buradan sonsuz evren anlayışına ve her biri kendi yörüngesi içinde hareket eden
güneş sistemine geçildi. Yeni doğa biliminde irili ufaklı bir sıra düşünürün
payı olmuş ve her biri büyük bedeller ödemiştir.
Astronominin bugüne değin değişmeyecek çağdaş modelini kuran Nikolaus Kopernikus (1473-1543) olmuştur.
Yeryüzü üç devinimle dönüyor. Biri Güneş'in çevresinde dönerek
burçlar düzenine göre bir yılda yerine döndüğü büyük çember içindeki devinimi.
İkinci devinimi günlük dönüşü ve üçüncü devinimi ise eksen kaymasıdır.[2]
Kopernikus, evreni uçsuz bucaksız tanımlamasına karşın,
“sınırsız” olduğunu ileri sürmemiştir. Evrenin sonsuzluğu düşüncesini ortaya
atan düşünür ise Giordano Bruno’dur.
Giordano Bruno ve Evrenin Sonsuzluğu
Giordano Bruno (1548-1600), İtalyan filozof, rahip,
gökbilimci ve okültist. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en
önemlilerinden biridir ve şair yönüyle de edebiyata en yakın duranıdır. Ona
doğacı coşkunluğun düşünürü de denilebilir. Aristotelesçi kapalı evren
görüşünden ilk sıyrılanlar arasında yer alan İtalyan filozof, Kopernik'in
tezini savundu. Evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan
başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi.[3]
Aykırı görüşler beslediği için 1600 yılında Roma Katolik
Kilisesi'nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edildi ve Roma'da
konuşamaması için yüzüne demir maske geçirilerek Campo de' Fiori meydanında diri diri yakılarak idam edildi.
Bruno'nun teorileri 17. yüzyıl bilimsel ve felsefi düşüncesini
etkilemiş ve 18. yüzyıldan beri birçok modern filozof tarafından
benimsenmiştir. Düşünce özgürlüğünün bir simgesi olarak Bruno, 19. yüzyılın
Avrupa liberal hareketlerine, özellikle de İtalyan siyasi birliğine ilham
vermiştir. Bruno'nun kozmolojik vizyonu, modern evren anlayışının bazı temel
yönlerini kesinlikle öngörmektedir; etik fikirleri, dini çileci etiğin aksine,
modern hümanist aktivizme hitap etmektedir ve dini - felsefi hoşgörü ideali,
liberal düşünürleri etkilemiştir. Bruno, Batı düşünce tarihinin önemli
figürlerinden biridir ve modern medeniyetin öncüsüdür.
8 Şubat 1600'de, ölüm cezası resmen kendisine okunduğunda,
hâkimlerine hitaben şöyle demiştir: "Belki de beni yargılarken duyduğunuz
korku, benim onu kabul etmemden daha büyüktür." Çok geçmeden
dili bağlı olarak Campo de' Fiori'ye götürüldü
ve diri diri yakıldı.
Bu yönüyle Bruno,
kendisinden yüzlerce yıl önce, 922’de Bağdat’ta Halife Muktedir’in emriyle idam
edilen Hallacı Mansur’a
benzetilmektedir. “En’el Hak” (Ben Tanrı’yım!) dediği için önce kırbaçlandığı, burnu,
kolları ve ayakları kesildiği, derisi yüzüldüğü ve nihayetinde yakılarak idam
edildiği söylenir.
İslam coğrafyasında özellikle 11. Yy.’da yaygınlık kazanan Tasavvuf Felsefesi, insan-doğa, Tanrı
ve sonsuzluk düşüncesiyle kurduğu ilişki, 17. Yy. Batı felsefesine damgasını
vuran Bruno ile örtüşmektedir.
Doğu ile Batı arasında benzeşen bir başka özellik “çileci” felsefedir.
Hristiyan Çileciliği (Kinik Felsefe)
Kilise'nin dünyevi bir kurum haline gelişi; merkezi krallık ve
derebeyleriyle birlikte büyük toprak sahibi olması ve yönetim kademesinde yer
alması, aslında Hristiyan felsefesiyle çelişmekteydi. Yeni Ahit'in
"Resullerin İşleri" bölümünde ilk Hıristiyanlığın yoksulluk içinde
eşitliği kabul eden, ortaklaşa sürdürülen cemaatçi
bir yaşamı idealleştirdiği görülmekteydi.[4]
Kilise'nin zamanla bundan sapması, zenginlik ve güç sahibi olmasına karşı, İsa'nın
bu dünyadaki yozlaşmış ilişkilerden uzak durularak, ruhun yenilenmesini
öğütleyen görüşlerine ağırlık veren düşünce ve pratikler gelişmişti. Kimi zaman
iyice aşırıya kaçan bir çilecilik
biçiminde görülen bu düşünce ve pratikler, Hıristiyanlık tarihine damgasını
vurmuş olan "manastır"
olgusunu yaratmıştır. Roma ülkesinin hemen her yerine yayılan manastır
uygulamalarının temelinde, bedeni değil ruhu tatmin etme, ruhu tatmin etmek
için bedensel arzuları dizginleme (maddi nimetlerden uzaklaşma) ve hatta bedene
acı çektirme düşüncesi yatıyordu. Kendi kendini kamçılamak, çivili korse
giymek, sadece ot yiyerek veya yerden birkaç metre yükseklikteki bir sütunun
tepesinde yıllarca yaşamak, bazı manastırlarda görülen çilecilik
uygulamalarıydı.[5]
Sokrates’in öğrencisi Atinalı Antisthenes’e göre (İ.Ö. 444–368), insanın ereği mutluluktur, mutluluk
da her türlü bağdan kurtulmuş içsel bir özgürlükle gerçekleşir. İstenilecek tek
şey erdem, kaçınılacak tek şey erdemsizliktir. Gerçek erdem, insanın hiçbir
değere bağlı ve tutsak olmamasıyla elde edilir. Bunu sağlamak için de insanın
bütün tutkularından sıyrılması gerekir.
Kinizm, Sokrates’çi bir okuldur. Fıçı içinde yaşayan Diogenes (İ.Ö. 412–323), Kinik düşünürlerin en ünlüsüdür. Diogenes her şeyden el etek çekip bir köpek gibi yaşamıştır. Öğretiye köpeksi adı verilmişse bu Diogenes yüzündendir. Stoacılık, temel öğelerini borçlu olduğu Kiniklerin bu çileciliğini sistemleştirip bilimselleştirmiştir. Bu anlayış, İslam düşüncesinde de Melamilik akımıyla sürdürülmüştür.[6]
Zaman içinde doğudan batıya doğru yayılan manastırlar
arasında, özellikle batıda belirleyici olanlardan başlıcası, Benedictus tarafından İtalya’da, Monte
Cassino'da, 529 yılında kurulan manastırdı. Benedictus'un manastırında, "keşişler
yoksulluk içinde yaşamaya, zihinsel ve bedeni çalışmaya ve manastırın
başrahibine itaat etmeye zorunluydular. Sık sık dua etmeleri, ağır işlerde
çalışmaları, az konuşmaları ve özel mülkiyeti terk etmeleri keşişler için temel
koşullardandı. Batı Avrupa manastırları için sonradan belirleyici bir ölçü
haline gelen Benedictus'un bu kuralları, Hıristiyanlığın hakiki kurtuluşu öbür
dünyada gören anlayışının en simgeleyici uygulaması olmuştur.[7]
Devam edecek: Sümela Manastırı
Kaynaklar:
Gökberk, Macit. 2013, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi,
Copernicus, Nicolaus. 2017, Göksel Kürelerin
Devinimleri Üzerine, İş Bankası Yay.
Bruno, Giordano. 2004, Küllerin Şöleni, Cem yay.
Hançerlioğlu, Orhan. 2019, Düşünce Tarihi, Remzi
Kitabevi
Ağaoğulları- Köker, 1991, İmparatorluktan Tanrı Devletine,
İmge Kitabevi
[1] Gökberk,
2013; 191
[2]
Copernicus, 2007; 275
[3] Bruno,
2004; 123
[4]
Cemaatçilik bu boyutuyla günümüzde miras paylaşımında zorlanan “yerli”
cemaatlerimizi çağrıştırmaktadır.
[5] Kinik
felsefe, Anadolu’da Sinoplu Diyogenes’ten başlayarak Osmanlı saraylarının
inziva hücrelerine kadar uzanan bir süreç izler.
[6]
Hançerlioğlu, 2019; 76, “Mutluluk
Köpekliktir”
[7]
Ağaoğulları- Köker, 1991; 100-101





Hiç yorum yok:
Yorum Gönder