Yazar
Cemil Meriç kendi hayat hikâyesini
anlatanları pek sevmez. Bir Fransız tekerlemesine benzetir bu tür anlatıları…
“Mezar
taşları gibi yalan söylemek.” deyimiyle açıklar.
Buna
rağmen Cemil Meriç’in eserleri bütünüyle kendi hayat hikâyesidir.
“Birkaç
sayfada bütün bir ömrün muhasebesini yapmak hem tehlikeli hem de abestir.” der
demesine ama yazdıklarını çoğunlukla bir “hâl tercümesi” olarak görür. Hatta bu
anlatılar onun için birer müdafaanamedir. Anlatırken kendini savunur. Kendini
tanıtır. Ama “Önce kendimizi tanımamız gerek” der.
Çünkü
ona göre kendimizi tanımak, insan erdeminin varabileceği en yüksek aşamadır.[1]
Ünye ve Fatsa
Ünye
ve Fatsa’yı anlatırken daha çok kendi tanıklığıma, yaşadıklarıma ve edindiğim
bilgilere başvurdum. Bir çeşit “kendimi” yazmak, kendi yaşam öykümü kaleme
almak gibiydi… Birkaç sayfada bütün ömrün muhasebesini yapmaya benziyordu bu
iki şehrin hikâyesini anlatmak. Tıpkı Charles
Dickens’in İki Şehrin Hikâyesi’nin
o ünlü giriş tiradındaki gibi:
“En
iyi zamanlardı, ya da zamanların en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık
çağıydı, inanç dönemi ve kuşku dönemiydi, ışık mevsimi ve karanlıklar
mevsimiydi, umut baharı ve umutsuzluk kışıydı, önümüzde yaşamamız için her şey
vardı ve yaşayabilmek için önümüzde hiçbir şey yoktu, hepimiz doğrudan cennete
gidiyorduk ve hepimiz doğrudan cehenneme gidiyorduk; kısacası o dönem, tıpkı
şimdiki gibi o kadar uzaktaydı ki, kimileri iyi ve kötü kavramlarının üstünlük
derecelerini karşılaştırdığında, o günlerin gelmiş geçmiş en iyi günler
olduğunda ısrar ediyorlardı.”[2]
Yıllar Sonra yeniden
Ünye’ye dönüşüm
Döndüm
işte. Bu defa ayrılık uzun sürdü. Aradan asırlar geçti sanki. Bıraktığım şehir
bu değildi aslında. Sahile bakan bahçe içindeki evlerden hiç biri kalmamıştı.
Hollywood dekoru gibi yan yana devasa apartmanlar sıralanmış. Sokaklarda fazla
tanıdık gelmeyen suretler. Şurada bir yerde, ben gitmezden önce bir çay bahçesi
vardı. Şurada da tek kale top oynadığımız sokak.
Şimdi
hiç biri yok, yıllar önce bıraktığım Ünye nerede?
Ya
Askerlik şubesi? Çift sütunlu giriş kapısıyla taş zemin üzerine inşa edilmiş o
şirin yapı yıkılmış, yerine alelade bir bina dikilmiş...
Fatsa
için de aynı durum söz konusu; 1970’li yıllarda başlayan dönüşüm her iki şehri
de fena vurmuş, en fazla Ünye etkilenmiş bu hızlı ve çarpık kentleşmeden…
Çünkü
Ünye’de Osmanlı dönemine ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait yüzlerce yapı
vardı. Tarihi ev sayısı bakımından Ünye’den geride olduğu için yakın tarihimize
rastlayan bu yıkımlarda Fatsa belki daha şanslıydı.[3]
Osmanlı
yönetimindeyken kazandığı sayfiye konumunu Ünye Cumhuriyet döneminde de
sürdürdü. Bu nedenle Ünye komşularına göre daha fazla tarihi eve sahip oldu.
Elinde
sınırlı sayıda taşınmaz kültür varlığı bulunan Fatsa’nın tahribatı ise, Ünye’ye
göre daha az görünüyordu.
Her
halükarda her iki şehrin de eski görünümü kalmamıştı.
Yıllar
sonra memleketime dönmüştüm.
Ama
içimdeki hasret dinmemişti.
Bıraktığım
şehir bu değildi.
Fatsa’nın “Kentsel
Dönüşümü”
Ünye’deki
“yeni” yaşamımdan söz ederken, bu kentte geçen çocukluk ve gençlik yıllarıma
benzemeyen, o günlerin heyecanından uzak bir Ünye’yi yaşamaktaydım. Adeta
yabancısı olduğum bir şehirdi Ünye.
Çok
geçmeden çevreye uyum sağlamaya, var olana ve gelişmekte bulunana alışmaya
başladık. İçime sinmese de…
Ünye’de
yaşadığım yabancılaşmayı, Fatsa’da misliyle yaşadım. Fazla aşina olmadığım
Fatsa’yı adeta daha önce hiç ayak basmadığım bir yer gibi gezdim. Görünüşte,
bölünmüş sahil yoluyla daha büyük bir kent havası kazanan Fatsa’nın parkını
bahçesini ve köyden sahile taşınmış ambarını görünce rahatsızlığım arttı.
Fatsa’ya giydirilen elbiseyi beğenmedim. Ne eski, şirin kasaba görünümü vardı,
ne de modern bir kent havası…
Bu
yönüyle Ünye de Fatsa’dan geri kalmazdı. Fatsa’da yapılan her değişimden Ünye
de nasibini alıyordu. Örneğin Fatsa sahiline yerleştirilen ambarın bir benzeri
çok geçmeden Ünye sahiline de dikildi.
Fatsa
sokaklarında dolaşırken, eskiden kalma bir sokak, tanıdık bir yapı ve insan
aradım.
Bir
zamanlar Orta Büyük Cami’nin ardında sıralanan küçük dükkânlar vardı.
İçlerinden biri ayakkabı dükkânı idi ve yıllar önce bizden (babamdan) toptan
mal alan Fatsa esnaflarıydı. Şimdi hiçbiri kalmamış. Carrefour-sa olmuş Orta Büyük Camiye bakan küçük dükkânların
sıralandığı blok. Terzi Mehmet’le Terzi Muhittin yıkımdan kendini
kurtarabilen iki esnaf yalnızca… Sığınmışlar birbirlerine, yan yana duruyorlar.
Fatsa Büyük Cami ardında kurulan eski pazaryeriydi burası. Şimdi büyük bir
alışveriş merkezi var yerinde. Hemen yanı başında Mado. Fatsa’nın bir başka yerine de LC. Waykiki açılmış.
Fatsa
alışveriş merkezleri açışından Ünye’den ileride… Büyük şehirlerde gördüğümüz
yapılanmanın daha küçük modelleri Fatsa’da ve ardından Ünye’de boy göstermekte.
Böylece birbirine benzeyen şehirler dizisi ortaya çıkmakta.
Ünye
ve Fatsa her geçen gün diğer şehirlere daha fazla benziyor… Görüntüsünü
yitiriyorlar, karakteristik yanı kalmıyor. Eğer yaşananlar da olmasa tümüyle
farksız diyeceğiz herhangi bir şehirden.
Sonuç
Günümüzün
Londra’sı ve Paris’i de farksızdır birbirinden. Eiffel Kulesi, Seine Nehri ve
Louvre’u, Şanzelize’yi bir kenara bırakırsak Paris’ten geriye fazla bir şey
kalmaz. Londra’nın Kule köprüsünü, Thames’i, Bigbang’i, Buckingham’ı ve
Trafalgar Meydanını bir kenara bırakırsanız kent’ten geriye fazla bir şey
kalmaz. Çünkü onlar Paris’i Paris, Londra’yı Londra yapan etkenlerdir. Bu
eserlerin her biri, tarihsel bir yük taşır. Onları karakterize eden şey
yaşanmışlıklarıdır.
Paris’in
meydanlarında giyotinle kesilen başların tarihi çok geride kalsa da, Dickens’in
kahramanı Madam Defarge’in
çığlıkları hala kulaklarımızda çınlamaktadır.
Ünye’nin
ve Fatsa’nın hikâyesinde daima çekilen acıların, yaşanan mutlulukların izi
olacaktır.
[1] Cemil Meriç, Bu Ülke,
İletişim Yay. s. 21, İstanbul, 2010
[2] Charles Dickens, “A Tale of Two Cities”
Plain Label Books; Chapter One-The Period. P.6
[3] 2011 Ordu Envanteri’nde görüleceği gibi hali hazırda Ünye’de 80 küsur
taşınmaz kültür varlığı varken, Fatsa’da 13’ü Kabakdağı Köy evleri olmak üzere
toplam 21 adet taşınmaz kültür varlığı tespit edilmiştir. Bu rakamlar Ünye için
bir övünç değil, aksine hicap unsurudur, yok edilen tarihi değerlerin
bilânçosudur.