Yılmaz Güney
Geçen hafta dünyaca tanınmış bir sanatçının eserinden yola
çıkarak, bir sanatçı portresi anlattık.
Eserleri dünya çapında kabul gören ve bir sanat akımının en
önemli temsilcisi olarak sunulan bu sanatçı
Salvador Dali idi. Ressam, heykeltıraş, fotoğraf sanatçısı ve film
yapımcısı olan bu sanatçının sanatını, eserlerini anlatırken bir parça özel
yaşamına değindik ama ayrıntıya girmedik.
Örneğin kendisinden 10 yaş büyük eşi Gala’dan söz ettik ama Dali ile birlikteliğinin ayrıntısına girmedik.
Nekrofiliye varan cinsel sapkınlık boyutundaki eğilimlerinden bahsetmedik.
Çünkü sanatçıları değerlendirirken daha çok sanatçının eserlerine,
sanatçı kimliğine odaklandık.
Sanatçıyı yaşadığı ortam şekillendirir ancak özel yaşamı çoğu
kez yanıltıcı olabiliyor.
Geçtiğimiz günlerde Yılmaz
Güney üzerinden başlayan bir tartışma, sanatçı nedir, nasıl olmalıdır
konusunu gündeme getirdi.
Tam bu noktada İngiliz Edebiyatının kült eserleri arasında yer
alan Sanatçının
Bir Genç Adam Olarak Portresi adlı romandan söz etmek istiyorum.
Dünyaca ünlü İrlanda asıllı yazar, şair ve edebiyat
eleştirmeni James Joyce’un bu
otobiyografik romanı, konumuza farklı bir bakış açısı getirmektedir.
Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi
James Joyce otobiyografi tarzındaki bu eserinde romanın başkarakteri olan Stephan Dedalus’un bir sanatkâr olma yolundaki süreçleri anlatır. Sanatçının gelişimini, benlik arayışını, içsel çatışmalarını ve otoriteye başkaldırışını irdeler. Aynı zamanda kendi gençlik yıllarının geçtiği 19. Yüzyıl İrlanda’sının toplum yapısını ve sosyal yaşantısını aktarır. Bireyin yaşam ve düşünme biçimini etkileyen dönemin siyasi, dini ve toplumsal konumunu ortaya çıkarır.
[Bkz. James Joyce, Sanatçının
Bir Genç Adam Olarak Portresi, Çev. Murat Belge, İletişim yayınları, 4. Baskı,
İstanbul 2011]
Otobiyografik romanda başkahraman, yaşadığı düşünsel süreçler üzerinden kendini bulur,
dünyayı kavrar. Sanatçı olma arzusu ile toplumun dayattığı kurallara karşı koyma
çabası romanın ana temasıdır.
Roman beş bölümden oluşur. İlk bölüm Stephan’ın bebek
sayılabilecek yaşlarında bir masal anlatısıyla başlar. 6 yaşında yatılı okula
gönderilir, burası dinsel katı eğitimiyle bilinen bir Cizvit okuludur. İlk
uyumsuzluğunu burada yaşar.
İkinci bölüm Stephan’ın ergenlik yıllarının anlatıldığı, okuduğu
konuları sorgulamaya başladığı ve dış dünyanın keşfedildiği bölümdür.
Üçüncü bölümde günah, sevap, suç ve cezalandırma kavramları
arasında ruhunu sıkışmış hisseder. Dördüncü bölüm üniversite yıllarıdır. Yaptığı
sıkı dini gözlemler Stephan’ın yaşamını ve hayat felsefesini şekillendirir.
Son bölüm olan beşinci bölümde ise yazarın kendine özgü
sanatsal gelişimi anlatılmaktadır. Yazar, çevresinde benimsenen değerlerle
çatışır. İçindeki başkaldırma duygusunu ve isyan nedenlerini anlatmakta
zorlanır. Bir sanatçı olarak hiç anlaşılmadığı bu yerde yaşamasının,
üretmesinin mümkün olmadığı kanaatindedir ve kesin olarak İrlanda’dan ayrılmaya
karar verir.
Ne kadar tanıdık bir öykü değil mi?
Tıpkı Pablo Neruda, Nazım Hikmet, Ahmet Kaya, Yılmaz Güney
gibi…
Sadece onlar mı?
Ali Suavi, Namık Kemal,
Ahmet Mithat, İsmail Safa, Rıza Tevfik, Süleyman Nazif, Hüseyin Cahit,
Ziya Gökalp, Aka Gündüz, Refik Halit, Yakup Kadri, Cevat Şakir, Ref’i Cevad
Mehmet Akif ve daha niceleri…
Mehmet Akif Ersoy gibi milli mücadeleye büyük destek veren
vatansever bir kadın olan ama farklı fikirler taşıyan eşinin fazlaca etkisinde
kalan, Milli Mücadele’nin Halide onbaşısı, Halide
Edib Adıvar da yurdundan ayrılıp gitmek zorunda kalmıştır.
Sezai Karakoç’un “Sürgünler Ülkesinden Başkentler
Başkentine” şiirindeki gibi, aslında gidenler asla ülkesinden, vatanından umudu
kesmiş değildir:
“Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili / En sevgili / Ey sevgili”
Yahut Kemalettin Kami
Kamu: “Ben gurbette değilim / Gurbet
benim içimde” diyerek; vatansızlığı, mekânsızlığı ve nerede olursak olalım kendimizi
gurbette hissedişimizi ortaya koymaktadır.
Neyi tartışıyoruz?
Yılmaz Güney’e gelirsek… Güney’in ölüm yıl dönümü vesilesiyle şair Murathan Mungan: "Yılmaz Güney’in ölümünün 37. yılı. İyi bir yönetmen, iyi bir oyuncu, iyi bir senarist olmasının yanı sıra sinemamızın en iyi yürüyen erkeğiydi. Bir daha kimse onun gibi boynunu hafifçe yana kırarak hüzünle bakarken içimizin en ücra yerine dokunamadı" demiştir.
Mungan’a yanıt veren oyuncu Farah Zeynep Abdullah, "Sinemamızın en iyi yürüyen erkeği shjs
ve kadın döven ve şiddet türleri açısından zengin ve etkili silah kullanan
diyelim" ifadelerini kullandı.
Birden ortalık karıştı…
Oysa Yılmaz Güney
Türk sinemasını dünyaya tanıtan sanatçıdır.
İran sineması dünyada yankılarken, Türk sinemasının esamisi okunmuyordu.
O’nun sayesinde tanıdı tüm dünya bizde de sinema yapıldığını.
Şimdilerde Nuri Bilge
Ceylan üstlenmiş durumda bu misyonu.
Daha ötesi yok, illa doğruyu söyleyenin dokuz köyden kovulması
mı gerekiyor!
Sahi, Nuri Bilge Ceylan nerede ikamet ediyor, yaşadığı yer
neresi, bilen var mı?
Farah Zeynep Abdullah
Sevdiğimiz bir sanatçıdır kendisi. En çok Kelebeğin Rüyası’nda sevmiştik O’nu… Şair Rüştü Onur’un (Mert Fırat) eşi Mediha karakteriyle… Unutursam Fısılda, Bi Küçük Eylül Meselesi ve Ekşi Elmalar filmiyle daha da sevdik.
Yolun başında güzel bir performans tutturmuş, gidiyor.
Ama bazı eksantrik paylaşımlar yapıyor, hiç ihtiyacı olmadığı
halde...
Daha önce de: "Devlet ve Allah kelimelerini aynı cümlede
asla görmek istemiyorum, artık yeter" paylaşımını yapmıştı.
Demek yazma gereği duyan, duyarlı bir sanatçımız.
Dedik ya, yolun başında sayılır henüz…
Durup nefes almalı önce, sonra düşünmeli.
Kolay Yılmaz Güney olunmuyor…
Farah Zeynep Abdullah olunamadığı gibi.
Yılmaz Güney
Yılmaz Güney denince aklımıza neden ölümle sonuçlanan o talihsiz olay gelsin ve kadın dövme icraatı?
Bazıları Güney’i
savunma ihtiyacı duyuyor. Olayın bir cinayet değil, tahrik sonucu kazayla olduğunu,
eşini döven bazı sinema sanatçılarından örnekler vererek kadına şiddetin o
dönemde pek de yadsınmadığını ileri sürüyor.
Evet, sanatçı da insandır…
Hata yapar!
Hatta toplumda kabul görmeyen eğilimde olabilirler.
Bülent Ersoy, Zeki
Müren gibi…
Adı üvey kızıyla anılan Woody
Allen’ı, yoldaşlarını ihbar eden Elia
Kazan’ı, kaza mı cinayet mi olduğu bilinmeyen Alec Baldwin olayını düşünün…
Sanatçıları sanatlarıyla değil de, işledikleri cürümle mi
değerlendireceğiz?
(Yılmaz Güney 13 Temmuz 1976'da 19 yıl ağır hapis cezası aldı.
9 Ekim 1981 günü Isparta Yarı Açık Cezaevi'nden izinli olarak çıktı. Fransa'ya
kaçtı ve asla geri dönmedi. 1982’de vatandaşlıktan çıkarıldı, 1984’te kansere
yenik düştü. 1993’te yeniden yurttaş yapıldı. 2021'de ölüm yıldönümü
nedeniyle TC Kültür ve Turizm Bakanlığı
tarafından anıldı.)
Anısına saygıyla…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder