Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Eğitim Sistemi
Cumhuriyet döneminin ilk uygulamalarından biriydi; 3 Mart 1924
tarihli, 431 sayılı yasayla
Hilafet, 429 sayılı yasayla da Şer’iye ve Evkaf Nezareti ortadan kaldırıldı. Aynı gün 430
sayılı yasayla, eğitimde Öğretim Birliği
(tevhid-i tedrisat) ilkesi kabul edildi.
Bu ne anlama geliyordu:
Hilafeti ve Şer’iye Nezareti’ni de kapsayan üçlü
uygulama nedensiz değildi.
Eğitim, o güne değin din ağırlıklı
olduğu için, Hilafet Makamı’nın ilgi alanına giriyordu. Medreseler Şer’iye ve Evkaf Nezareti’ne bağlıydı. Bu
kurumlar varlığını sürdürdükçe, eğitimde birliği sağlamak olanaklı değildi.
Bu durum, yasa önerisinde şöyle dile
getirilmişti:
“Bir devletin genel eğitim
siyasetinde, ulusun duygu ve düşünce bakımından birliğini sağlamak gereklidir.
Bu, gereklilik öğretim birliği ile sağlanabilir. İki başlı bir eğitim
düzeninde, iki tip insan yetişir. Öneri kabul edildiğinde, Türkiye Cumhuriyeti
içindeki tüm eğitim kurumlarının tek kurumu Maarif Vekâleti olacak ve burada
ulusal birliği sağlayan gençler yetiştirilecektir”
[Bkz. Metin Aydoğan, Eğitimin
Birliği
(Tevhid-i Tedrisat) 4 Mart 2018
tarihli blok yazısı.]
Osmanlı’da Eğitim
Son dönem Osmanlı eğitim sistemi,
her alanda olduğu gibi bu konuda da dehşetli bir gerilik içine girmişti. Bir
zamanlar iyi işleyen eğitim düzeni bozulmuş, ekonomik çöküntüyle birlikte bilim
dışı bir eğitim anlayışı hâkim kılınmıştı. Bir önceki çağın ileri bilim merkezi
durumundaki medreseler, çeşitli tarikatların elinde çağdışı kurumlara dönüştü.
Müspet bilimlerin öğretildiği medreselerde felsefe, matematik, kimya, tıp ve
astronomi dersleri yerine, 17. ve 18. Yüzyıllarda bazı tarikatların inançları
doğrultusunda Arapça metinlerin okutulduğu, sadece mantık, hadis ve tefsir eğitimlerinin verildiği yerler haline
getirildi.
Başlangıçta bu okulda verilen dersler, Arapça sarf ve nahiv,
Edebiyat ( mania, beyan, bedi), Mantık, Muhasebe, âdabı ve tedrsi usulü,
münakaşalı akaid ( kelam ilmi) yanında, riyazat ( hendese ve heyet) dir. Son
dönemde hendese (mühendislik) ve heyet (sosyal bilimler)terk edilmiştir. Mahalle
mekteplerinde okunan dersler 19. yüzyılın ikinci çeyreğine kadar okulun
şehirde, kasabada, köylerde oluşuna göre değiştiği gibi vakfiye şartlarına,
dönemlere, hocalara göre de farklılıklar göstermektedir.
Bu mekteplerde öğretim; hoca ve öğrencilerin gün doğarken
okula gelmesi ile başlar, yemek zamanına kadar hiç durmadan devam eder.
Öğrencilerden bir kısmı yemeklerini evlerinde yer ve okula dönerler, bir kısmı
da evden getirdikleri yemeklerini okulda yerler.
Hoca çıkınca kalfa denilen büyük öğrenci ile gün batıncaya
kadar derslere devam edilir. Bu okullarda hiç teneffüs yapılmaz öğretim yatsı
namazına kadar devam eder. Teneffüs için verilen aralarda peygamber için
kasideler okunurdu.
17. yüzyılda Osmanlı eğitimi bu şekildeyken, Avrupa’da
Gueriche ilk jeneratörü, Thomas Savery ilk buharlı makineyi, Pascal ilk hesap
makinesini, Newton yerçekimi yasasını bulmuştur.
Osmanlı’da ise Teknik buluşlar, düşünce akımları (felsefe) ve tarih
dersleri adeta yasaklanmıştı. Tarih çalışmaları “uzak durulması gereken bir
baş belası, huzur kaçıran bir kâbustu” ve yalnızca Padişah’ın onay
verdiği konuları kapsıyordu. Türk tarihi diye bir dersin adı bile yoktu.
[Bkz. “Kırk Yıl” Halit Ziya
Uşaklıgil, 4.Baskı, sf. 171]
18. yüzyılda Avrupa’da Newton, ”Optik” adlı kitabını
yayımladı. Volta, ilk elektrik bataryasını yaptı. J.Watt, uzun süreli çalışan
buharlı makineyi yaptı; Montgolfier kardeşler ilk uçan balon yolculuğunu
gerçekleştirdiler. Trevithick, ray üzerinde giden ilk treni (1804) yaptı...
Osmanlı’da ise, 17. yüzyılda kanat takarak uçmayı başardığı
rivayet edilen Hezarfen Ahmed Çelebi
ve barut macunundan hazırlanmış fişekler
vasıtasıyla uçtuğu rivayet edilen
Lâgari Hasan Çelebi bulunmaktadır. 1632 yılında lodoslu bir
havada Galata Kulesi'nden kuşkanatlarına benzer bir araç takıp
kendini boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazı'nı geçen ve 3.358 m.
ötede Üsküdar'da Doğancılar'a indiği varsayılan Hezarfen Ahmed Çelebi’nin bu uçuşu hakkındaki belgeler şimdiye
kadar sadece Evliya Çelebi'nin
Seyahatname'sindeki ifadesinden ibarettir. Evliya Çelebi eserinde şunları
yazar: "İptida, Okmeydanı’nın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal
kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir.
Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu'nda Sinan
Paşa Köşkü'nden temaşa ederken, Galata Kulesi'nin taa zirve-i belâsından
lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar'da Doğancılar meydanına inmiştir.Bu
olay Osmanlı Devleti'nde ve Avrupa'da büyük yankı buldu ve dönemin padişahı
IV. Murat tarafından da beğenildi. Sonra Murad Han, kendisine bir kese
altın ihsan ederek: "Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir.
Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekası caiz değil,
" diye Gâzir'e (Cezayir) nefyeylemiştir (sürmüştür). Orada merhum
oldu." Lâgari Hasan Çelebi’nin de akıbeti benzer bir biçimde
olur. [“Kanat takıp uçma” eyleminin mucitlerinden biri de Leonardo Da
Vinci’dir. Kendisinden önce bu işi yapan İsmail Cevheri’den esinlendiği
söylenir. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin takma kanatlarla uçmayı başaran Berberi
fizikçi Abbas Kasım İbn Firnas'tan sonra ikinci insan olduğu ileri sürülse de, aerodinamik bilimi açısından da böyle bir
uçuşun gerçekleşemeyeceği düşünülmektedir. Bu düşüncenin ilk çıkış noktası Grek
Mitolojisindeki İkarus’tur. İkarus’tan bu yana kanat takarak uçmayı başaran bir
insan evladı mevcut değildir.]
Bu yüzyıllarda Avrupalı stetoskobu (kalp ve akciğer dinleme
cihazı,1816) buldu. Ampère, elektrik akımını ölçen ampermetreyi yaptı. Faraday,
elektromanyetik kuramları geliştirdi.
Osmanlı’da siyasi ve toplumsal
konular işlenmiyor, Arapça ve Farsça’dan başka yabancı dil öğretilmiyordu.
Yabancı dil öğrenmek günah sayıldığı için, devletin dış ilişkileri Fener
Rumlarının ya da Ermenilerin çevirmenliğine bırakılmıştı. [“Çankaya”
Falih Rıfkı Atay, Sena Matbaası,
İstanbul-1980, sf.23]
Kızlar okutulmuyordu. Yüzde 10
civarında olan okuma yazma bilenlerin neredeyse tamamı erkekti. Meşrutiyetten
sonra açılan birkaç kız mektebinde, edebiyat hocaları harem ağalarından
oluşuyordu. Resim ve heykel yasaktı. Üniversite’de, kütüphane denilen yerler,
bakımsız ve tozlu depo gibiydi. [“Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Kit., 2. Bas.,
Ankara-1994, sf.140] [Akt. Metin Aydoğan,
Agy.]
Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitim Kurumları
1923 yılında, tüm eğitim
kademelerindeki öğrenci sayısı, nüfusun ancak yüzde 3’ünü oluşturuyordu. Okur yazar oranı uzun süren
seferberlikler ve Kurtuluş Savaşı kayıpları nedeniyle ancak yüzde 6
civarındaydı. [“Bozkırdan Doğan Uygarlık-Köy Enstitüleri” Yalçın Kaya, 1.Cilt, Tiglat Mat.A.Ş., İst.-2001, sf.59]
Darülfünun’da okuyan toplam
öğrenci sayısı 2088’di, bunların ancak yüzde 8’i, yani 185’i kız öğrenciydi.
Tüm ülkede; 1011’i erkek 230’u kız, 1241 lise öğrencisi; 5362’si erkek 543’ü
kız, 5905 ortaokul öğrencisi; 1743’ü erkek 783’ü kız, 2526 öğretmen okulu
öğrencisi vardı. İlkokulda okuyan öğrenci sayısı, 273107’si erkek 62954’ü kız,
yalnızca 336 061’di. [“Tarih-IV-Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay.,
3.Bas., İstanbul-2001, sf.250]
1924’e gelindiğinde çoğu tarikat
vakıfları tarafından yönetilen 479 medrese faal durumdaydı ve 1800
öğrencisi vardı. Her birinde ancak 5-6 öğrenci kalmıştı. [“Cumhuriyet Dönemi
Türk Ansiklopedisi” İletişim Y., 3.C., İst. S. 660.] Adlarına medrese dense
de bunlar, yönetiminde bulunan mezhep ya da tarikatın inancına göre ve bilimsel
değeri olmayan bir eğitim veriyordu. Farklı Hıristiyan mezheplerine ve farklı
ülkelere bağlı misyoner okulları, Meşrutiyet’ten sonra kurulan maarif
mektepleri ve din eğitimi veren tarikat okul ve kursları biraraya gelince;
ortaya gerçek anlamda bir eğitim karmaşası çıkıyordu. Bu karmaşa içinde,
okudukları okulu bitiren aynı ulusun çocukları, bir ya da birkaç değil, adeta
onlarca ‘ulusun’ bireyleri haline geliyordu. Eğitim, ulusal birliği sağlamanın
değil, ayrılığın ve parçalanmanın aracı haline gelmişti.
Haftaya:
Misyoner
Okulları, Bursa Toplantısı ve Milli Eğitim Kurumları.
Ünyekent, 16.02.2022
http://www.unyekent.com/yazi/3002-osmanli-dan-cumhuriyet-e-turk-egitim-sistemi.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder