Deprem Teorileri
İnsan neslini çağlar boyunca en çok etkileyen doğa olaylarının
başında deprem gelmektedir. Orman
yangınları, sel felaketleri vb. felaketler arasında her zaman en çok korktuğumuz
bir felaket olarak karşımıza deprem çıkar.
Deprem, normal zamanlarda aklımıza bile gelmez.
Çünkü diğer felaketler gibi belirli emarelerle önceden kendini
belli etmez.
Ani bir sarsılmasıyla bizi şaşkına çevirir.
Bu yıkıcı gücü karşısında çaresiz kalırız.
Can vermeyip sağ kalırsak, korkutucu etkisi aylarca sürer.
Bu korku, ilkel atalarımızdan bu yana başlayan ve nesiller
boyunca süre gelen insanın en arkaik endişelerinden biridir.
Her ne kadar korku verici olsa da, devasa binaların, yapılaşmanın
olmadığı bir ortamda deprem, çoğunlukla insan ve canlılara zarar vermeyen bir
yer hareketidir.
Hatta toprağın alt üst olmasını sağlar, yeni ve zengin
minerallerin ortaya çıkmasına vesile olur ve daha verimli ürünler yetişir söz
konusu topraklarda…
Bu nedenle tarımın başladığı toprakların ilki olan Anadolu’da,
tapınım gören bereket tanrıçası Kibele,
aynı zamanda deprem tanrıçasıdır.
Ana Tanrıça kültünün simgesidir, korkulan ama büyük saygı
gören bir idoldür.
Eski Çağlarda Deprem İnancı
İlk Çağ Uygarlıkları rasyonel akıl yürütmenin öncesinde, dünyanın
kökenini ve doğasını açıklamaya çalışırken genellikle tanrılara ve mitolojilere
başvururlardı.
Deprem ve benzeri doğa olaylarını tanrısal bir eylem olarak
görürlerdi.
İnanç temeline dayanan bu düşünce sistemi MÖ. 6. yüzyılın
başlarında değişime uğradı. İlk deprem
teorisi olarak adlandırabileceğimiz bu düşünce sistemi, yüzyıllar boyunca bir
korkunun evrim geçirerek bugünkü bilgilerimize nasıl temel oluşturduğunu
açıklamaktadır.
Batı Anadolu topraklarında bulunan Milet (Miletos) şehri, ilk deprem teorilerinin biçimlendiği Antik
Çağ kentidir.
Doğayı rasyonel bir şekilde açıklamaya çalışan ilk düşünür Miletoslu Thales’dir.
Thales’ten önce depremler, Olympos tanrıları içerisinde en çok
korkulan Poseidon’a atfedilirdi. Trident
adı verilen üç dişli mızrağını yere vurduğunda toprağı sarsan, denizde
fırtınalar yaratan Poseidon’a, Enosigaios
‘’toprağı sarsan’’ da denirdi.
Thales, tanrılara atfedilen bilgiyi doğaüstü referanslara başvurmadan,
natüralist bir bakış açısıyla açıklamaya çalıştı. Thales’e göre dünya, suyun
üzerinde durmaktadır. Yeryüzünün bir gemi gibi yüzdüğünü ve suyun
kımıldamasıyla da depremlerin veya yersarsıntılarının olduğunu düşündü. (Walther Kranz, 1984. Antik Felsefe, Sosyal Yay., 2009, İstanbul,
s. 29)
Thales’in öğrencisi Anaksimandros,
Thales’ten farklı olarak dünyanın her hangi bir şeyin üzerinde durduğu tezini
kabul etmez. O, dünyanın davul şeklinde olduğuna inanmaktaydı. Anaksimandros, dünyanın çok ağır bir kütle
olduğu fikrini benimseyip dünyanın kendi ağırlığının altında ezilerek
kırıldığını ve böylece depremlerin meydana geldiğini söylemiştir.
Milet geleneğinin sonuncu filozofu Anaksimenes, ilk deprem oluşum modelini ortaya atmıştır. Yeryüzünün
içindeki boşluklu yapı yağmurun yağmasıyla beraber dolar, yağmur mevsimi bitince
sıcaklık yeryüzünü kurutur ve toprağın çatlamasına sebep olur. Oluşan bu
çatlamalar da depremlere sebebiyet verir.
Milet’in doğa felsefesi ekolünü M.Ö. V. Yüzyılda yaşadığına inanılan
Atinalı bilgin ve aynı zamanda Sokrates’in
de hocası olan Archelaus’un deprem
hakkındaki düşünceleri izler. Archelaus,
depremlerin oluş sebebini yeraltında esen şiddetli rüzgârlara bağlar.
Aristoteles ve İlk Çağ Felsefesinin Sonu
Thales ve diğer düşünürlerin depremle ilgili teoremleri Aristoteles’le birlikte sistemli bir
hale getirildi. Platon’un öğrencisi olan ve Büyük İskender’e hocalık yapan
Aristotales, Meteorologica isimli
eserinde yıldızların hareketlerinden kuyruklu yıldızlara, rüzgâr, yağmur, gök
gürültüsü gibi hava olaylarının yanında depremlere de yer verir.
Aristoteles’e göre ıslaklık ve kuruluk toprakta
buharlaşmaya neden olur. Depremler, bu gerçeğin bir sonucu olarak ortaya çıkar.
Aristoteles, dünyanın içyapısını boşluklarla dolu olarak, büyük ve küçük
sayısız mağara odalarının bulunduğu bir sistem olarak düşünür.
Aristoteles’in geliştirdiği bu sistem, depremleri odalar
(kompartıman) ve fay hatları üzerinden açıklayan günümüzün modern teorilerinin
orijini sayılmaktadır.
Aristoteles dünyanın yüzey yapısının aslında kuru olduğunu
ancak yağmur sonrasında nemlendiğini daha sonra da güneşin ve dünyanın kendi iç
ısısı ile toprağın ısınıp, hem içinde hem dışında rüzgârlar oluşturduğunu söyler.
Bu buharlaşma genellikle ilk olarak başladığı yönde sürekli bir gövde üzerinde
hareket eder ve buharlaşma sonucunda oluşan rüzgâr, içeriye ya da dışarıya
doğru aktığı için çoğunlukla küçük sarsıntılar meydana getirirdi. Bazen eş
zamanlı olarak esen rüzgârlar da görülürdü. Bunlardan biri dünyanın boşluklu katmanlarının
içine girer ve burada rüzgârların eşlik ettiği bir depreme sebep olurdu.
(Ayrıntılı bilgi için bkz. Seneca, 2010. Natural Questions, Translated; Harry M. Hine, The
University of Chicago Press, London.)
Ortaçağ’a gelindiğinde antik çağ bilginlerinin teorileri terk
edilmiş veya Batı dünyasının Hristiyan inanç sistemine uyarlanmaya
çalışılmıştır. Her ne kadar depremlerin nedenleri ve oluşum mekanizması Aristoteles’in
görüşlerine dayandırılsa da, Ortaçağ’ın yazarları tanrıyı depremlerde ilk veri
kabul etmekteydi. Aristoteles’in doğal nedenleri ikincil geliyordu.
Aristoteles felsefesi Doğu dünyasında da egemendi ama sonuç
farklı değildi.
Batı’nın Skolastik karanlığına karşılık, Ortaçağ’da Doğu’da
muhteşem bir rasyonellik yaşanıyordu.
Ama çok sürmedi…
İbn-i Sina, El-Bîrûnî, Hârezmî, İbn-i Heysem ve Ömer
Hayyamların hükmü, tiran artığı monarkların ve istilacı Moğolların yıkımına
uğradı, Doğu rasathaneleri yerle bir edildi.
Aydınlanma Çağı’na kadar dünya yeniden karanlığa gömüldü.
Dünya Düz mü, Öküzün
Boynuzunda mı?
Soru buydu işte…
Dünya düz mü? Yoksa öküzün boynuzunda mı duruyor?
Bilim dışı çevrelere göre depremler dünyayı taşıyan öküzün
kıpırdanmasıyla oluşuyor.
Yahut dünya sudaki balığın sırtındadır…
Eski Çin kaynaklarında depremler dev kurbağaya, eski Japon
kaynaklarında ise dev kedi balığına bağlanmaktaydı.
Hiç bir gözleme dayanmayan, bilim dışı bu ve benzeri
saptamalar, zamanla “hakikat” olmayıp “mecaz” anlamıyla yorumlanmalıdır, denilerek
revize edildi.
Oysa 17. Yüzyıl’da Katolik Kilisesi’nin dünyayı düz kabul
edişine karşı Galileo, “E pur si muove” (yine de dönüyor) diyerek
verdi cevabı. Çok geçmeden bilim, Ortaçağ karanlığına galip geldi, depremler
bilimsel yöntemlerle açıklanmaya başlandı.
“Deprem söz konusu olduğunda” diyor, değerli bilim insanı Tayfun Uzbay, “hayatta kalmanın şifresi
bilimsel doğrulara “uyum” sağlamakla mümkündür.”
Doğru uyumun şifresi ise “eğitim”dir.
“İnsan dediğimiz varlık
bir çevrede dünyaya gelir, yaşamını sürdürür ve zamanı gelince ayrılır.
Yaşadığı süre içinde çevresi ile sürekli bir etkileşim halindedir. Bu
etkileşimde çevre insanı, insan da yaşadığı çevreyi değiştirir. Hayatta kalmak,
konforlu ve sağlıklı yaşayabilmek için insanın çevreye uyum sağlayabilmesi çok
önemlidir. Buna “adaptasyon” da deriz.
Uyum sağlayabilen ve çevrenin kendisinde oluşturabileceği zararlı
değişimleri en aza indirenin hayatta kalma şansı daha yüksektir.” (Prof. Dr.
Tayfun Uzbay)
Deprem karşında aciz kalışımızı “kader planı”na bağlamak, yanlış eğitimin yahut yanlış yönetimin bir
sonucu olsa gerek.
Kaynaklar:
Övünç Şahin, Antik Çağ’dan Orta Çağ’a Kadar Depremlerin
Oluşumuna İlişkin Öne Sürülen Teoriler, Mavi Gezegen / Jeoloji Mühendisleri
Odası Yayını-Yıl 2019 Sayı 27, s. 7-13
Walther Kranz, 1984. Antik Felsefe, Sosyal Yay., 2009,
İstanbul, s. 29
Seneca. Natural Questions, Translated; Harry M.
Hine, The University of Chicago Press, 2010 London
Prof. Dr. Tayfun Uzbay, Dünya düz mü? Yoksa öküzün boynuzunda mı duruyor? Eylül 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder