Hutbe, vaaz ve cami dersleri nedeniyle eğitim ve öğretim amacına hizmet eden camiler, aynı zamanda Müslümanların birbirlerini görüp kaynaştıkları, birbirlerini kollayarak sorumlulukları paylaştıkları mekânlardır.
Anadolu’ya gelen Türkler, İslami inanç ve yerleşik topluma geçişle birlikte nüfuz ettikleri yerlerde camiler inşa etmişlerdir. Dolayısıyla camiler, inşa edildikleri tarihsel dönemin özelliklerini ve mimari biçimini yansıtırlar.
Ünye’de onarım görmesine karşın fazla değişime uğramadan ayakta kalan tarihi camilerin sayısı çok azdır. Bunlardan bazıları yıkılarak, yeniden inşa edilmişlerdir.
Ünye’nin en eski camisi 1019 ( M. 1603) yılında inşa edilen Büyük Cami’dir. Çoğunluğu ahşap, kâgir yapı, 1988 -89’da Belediye Çevre Düzenlemesi nedeniyle yıkılarak, yerine bugünkü cami inşa edilmiştir. İkinci sırada Hacı Osman Ağa Cami 1113 ( M. 1697) yapılmış, 1988’de yol genişletilmesi sebebiyle yıkılarak, elli metre yukarı ve geri çekilerek yeniden inşa edilmiştir.
Sıradaki diğer camiler, Saray Cami 1132 (M. 1716), Çömlekçi Cami’dir 1235 ( M. 1819) . Her ikisi de orijinal haliyle ayaktadırlar.
Orta Yeni Cami, 1312 (M. 1896) yılında yapılmış, 1939 Erzincan depreminde yıkıldığı için büyük bölümü yenilerek bugüne gelmiştir.
Tepe Mevkiindeki Tepe Camisi ve Kireç Fırını Mevkisindeki Kefeli Cami ve Hamidiye Mahallesi Camisi nispeten eski camilerimizdendir. Kısmen onarım görmüş veya tamamen yıkılarak yenisi yapılmıştır.
Saray Camisi orijinal haliyle ayakta kalan şehrin en eski camisidir.
Yerinde bir kararla Saray Camisi, 2007 yazında Kültür Bakanlığınca restorasyona alındı ve 2007 Kasım ayı itibariyle restorasyonu tamamlandı.
Saray Camisi, adını 1808 yılında yapılan Süleyman Paşa Sarayı’ndan almıştır.
Saraya yakın olması ve saray mensuplarınca kullanılması nedeniyle bu isimle anılsa da, caminin inşa tarihi saraydan en az 92 yıl önce yapılmış ve Sarayın asıl camisi olarak bilinen cami, Kaşbaşı Camisidir.
Saray Caminin kim tarafından ve ne zaman yapıldığını, giriş kapısı üzerinde Arapça harflerle yazılmış orijinal kitabeden öğrenmekteyiz. Cami 1716 yılında inşa edilmiştir. Camiyi yaptıran kişi Hacı Ahmed’tir. Gondoroğlu olarak anılan Hacı Ahmed’in Kaptan olduğu tahmin edilmektedir. Ünye’de o dönemle “varlıklı” diye bilinen kesimler, başta asker kökenli devlet erkanı; paşa ve benzerleri olmak üzere, kadı ve kaptanlardır. Hacı Ahmet saray Camisini yaptırdıktan sonra, burada görev yapanları, imam ve müezzinleri, caminin çeşitli giderlerini karşılamak amacıyla, şu anda market olan yer ile cami arasındaki bölüme bir değirmen yaptırmıştır. Anasu’dan gelen derenin üzerine inşa edilen bu değirmen 1800’lü yılların sonuna kadar çalışmıştır.[1]
Caminin batı yönünde yer alan bahçe mezarlıktır, muhtemelen camiyi yaptıran şahsa ve yakınlarına aittir. Bahçede yer alan servi ağaçlarından birinin, caminin inşası ile aynı zamanda denk gelişi, eski bir gelenek olarak ağacı dikenin yahut camiyi yaptıranın bu ağaç altına defnedildiği çağrışımını yaratmaktadır. . Bahçede 12 mezar olduğu tahmin edilmektedir.
Caminin bahçesi gibi meydanın önemli bir bölümü de mezarlıktır. Zamanla meydan trafiğinin artması, savaş nedeniyle sığınak kazılması ve nihayet hükümet konağının temel kazısı nedeniyle meydandaki mezarlar tümüyle kaldırılmıştır. Meydan düzenlenirken ve cami yanından geçen patika genişletilirken, caminin bahçesi yol seviyesinin altında kalmış, üstüne toprak doldurularak, kod farkı giderilmiştir ve camiye ait mezarlar toprak altında kalmıştır.[2]
Restorasyon
Mayıs 2006’da ihalesi yapılan Saray Camii, 164 Bin YTL. karşılığı 28 Mayıs 2007’de restore edilmeye başlanmış ve 6 ayda tamamlanması gerekirken, 28 Ekim yerine, 22 Kasım 2007’de tamamlanmıştır.
Caminin giriş kapısı, dış cephe, minber ve mihrap üzerinde değişik zamanlarda kat kat boya kullanıldığı için, ana gövdeye zarar vermeden temizlenmeleri hayli zaman almış, bunun için Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden bir aylık ek süre alınmıştır. 28 Kasım 2007’ye kadar verilen ek süre dolmadan Cami, Samsun Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne 22 Kasım 2007 tarihinde teslim edilmiştir.
Yapılan işlemler şunlardır:
Camiye ait mihrap ve minber ilk yapıldığı günden kalmadır. Ahşap kürsü ise, onarılamayacak halde olduğu için iptal edilmiş, yerine Ünye taşından kürsü yapılmıştır.
Restorasyonu gerçekleştiren mühendis Muzaffer Özdemir’den aldığımız bilgiye göre döşeme, tavan, iç bölmeler tümüyle yenilenmiştir. Kapı, minber, mihrap özel bir teknikle temizlenerek, koruyucu maddelerle kaplanmıştır. Plastik çerçeveli pencereler ahşap yapılmış, dışarıdan olan ikinci kat çıkışı cami içinden verilmiştir. Dış cepheye yüzey temizliği yapılmış ve çatı yenilenmiştir.
Caminin ön ve yan taşlıkları temizlenerek, minaresi yeniden boyandı. Şadırvan onarılarak, eski mezarların bulunduğu bahçeye Vakıflar Genel Müdürlüğünün ihaleye çıkardığı projeye uygun olarak umumi tuvalet yapıldı.
Caminin dış duvarlarında ve pencere kenarlarında yapılan temizlik, yapının şirinliğine ve 17. yüzyılda Ünye taşının nasıl işlendiğine dair güzel bir örnek oluşturmaktadır.
Cami avlusunun renkli Ünye taşından yapılması, duvarlarda da aynı taşın bulunması açısından isabetli bir karardır. Ancak Ünye’ye ait bu taş tamamlayıcı bir faktör olarak düşünülmüş bile olsa, yer karosu olarak uygun değildir. Fiziksel etkenlere karşı dayanıksız, özellikle sürtünme karşısında dirençsizdir.
Giriş kapısının ve pencerelerin kabartmaları, mihrap işçiliği ile aynı düzeydedir. Çatıdan gelen yağmur oluklarının taş köşebentleri, dört köşede de zemine kadar uzamaktadır.
Şadırvan
1965 yılına kadar caminin çeşme yahut şadırvanı yoktur. Recai İkinci’in aktardığı kadarıyla, şimdiki şadırvana yakın, şu an yola giden yerde geniş ağızlı bir kuyudan su çekerek abdest alırlarmış. Gülsüm Ana kuyusu adıyla anılan bu kuyu dışında, Anasu Deresi akağı yakında olduğu için suyun bol olduğu, hatta camiye yakın çok helalı bir umumi tuvaletin bulunduğu söylenir.
1965’te Mürüvvet Çeşmesi adıyla, Profesör Osman Çataklı’nın kızkardeşi Mürüvvet Hanım’a hayrat, babası Mehmet Efendi tarafından bir şadırvan yaptırılmıştır. Halen hizmet veren şadırvan, 2005’te onarım görmüş, Hürrem Duysak tarafından mermer takviyesi ve tavan aksamlarının yenilenmesi gibi işlemlerden geçmiştir.
Restorasyonla birlikte temizlenme, boyanma yanında, şadırvanın muslukları ve oturakları yenilenmiştir.
Cami, inşa edildiği tarihten günümüze kadar önemli bir onarım görmemiştir. Zamanla yıprandığı, hatta cami olarak kullanılamaz duruma geldiği, İkinci Dünya Savaşı sırasında cezaevi olarak kullanıldığı, birkaç küçük onarımla cami olarak hizmet verdiği bilinmektedir. Bu süreçte, eski minare -ardıç ağacından, tamamı ahşap- neredeyse kendiliğinden yıkılarak, yerine taş minare yapılmıştır. Halen hayatta olan, yaşları 65 ve üzeri Ünyeli’lerin ortak anısı, camiden çok işte bu minareye aittir.
Bir Minare Öyküsü
Ne zaman yapıldığı bilinmeyen, belki de cami ile eş zamanlı Hacı Ahmed Efendi tarafından yapılan bir minaresi vardı Saray Camisi’nin. Yekpare ahşap, ardıç ağacından yapılmış bu minarenin uzun yıllar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Ahşap minarenin yıkıldığı dönem, caminin kısa bir süre cezaevi olarak kullanıldığı İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlamaktadır. Taş minarenin inşa edilmesi ise hayli zaman almış, 1960’a kadar uzamıştır.[3]
Yaşı 60’ın üzerinde Ünyelilerin hatırladıkları görüntü şudur:
Müezzin Kör Fethi, ahşap minareye çıkmış, ezan okumaktadır.
Sonra bu minare, kimilerine göre kendiliğinden yıkılmış, 1954’te yenilenme kararı alınarak, taş minare yapımına başlanmıştır. Zemin bataklıktır. Zorlu bir çalışma gerekmektedir.Zahiye ve Rüveyde Haznedar’ların bağışlarıyla gerekli finansman sağlanır. Minareyi oturtacak kaidenin zemini uzun bir süre dövülür. Kaptan İsmail Canbula’nın gemisinden vinç getirtilir. Makinist Himmet’in işçiliğinde sıkıştırılan zemine, 16 kızılağaç kazığı çakılır. Minarenin temeli işte bu şekilde atılır. Kaidenin ve minarenin yapımını Kaptan İsmail Canbula üstlenirken, Öğretmen Ömer Kavaklıoğlu, Musa Sami Güven, ve Ahmet Uygun gibi pek çok Ünyeli katkıda bulunmuşlardır.
Kaide biter bitmez minare yapımına girişilemez. Yedi – sekiz yıl beklenir, daha sonra minarenin inşasına girişilir. Minare inşasının tamamlanması 1960’ların başına kadar uzar. [4]
Cezaevi
Mahkumlara yemek götürenler tarafından daha net olarak hatırlanan bir hadisedir, Saray Camisi bir dönem cezaevi olarak kullanılmıştır. 1939 Erzincan depremi nedeniyle şimdiki Emniyet Amirliği binasının yanında bulunan cezaevi ki, aynı zamanda Jandarma Karakolu’dur, hasar görür. 1942 Erba depremi ve aynı yıl çıkarılan Varlık Vergisi ve Yol Parası nedeniyle çoğalan mahkumları kısmen hasarlı olan cezaevi ikamet edemez ve yetersiz kalır, ek bina aranır. Toplam 10 – 15 mahkum, buradan alınarak, Saray Camisi’ne nakledilir. [5]
Cezaevi gardiyanlarından biri, daha sonra Belediye Zabıta Çavuşu olan Avni Çavuş’tur (Avni Çelik).
Cumhuriyet öncesi dönemde cezaevi meydanda ve deniz kıyısındadır. Biri kadın 64 mahkûm olduğu belgelerden anlaşılmaktadır.[6] Meydanın neresinde ve hangi bina olduğu bilinmez ama mahkûm sayısı, o dönemin Ünye nüfusu hakkında önemli ipuçları vermektedir.
1942 – 46 arası Saray Camisinde muhafaza edilen mahkumlar, buradan Kaledere Okulu önünde bulunan ve ot deposu olarak kullanılan bir binaya nakledilmişlerdir. Okulun önündeki yol genişletilince, bu bina yol’a gitmiştir.[7]
İkinci Dünya Savaşı nedeniyle çok sayıda asker Ünye’de konuşlandırılmış, Tepe mevkiinde askeri depo olarak kullanılan yer, askerlerin tahliyesi sebebiyle boşalınca, cezaevine dönüştürülmüştür. Yüceler mevkiindeki şimdiki cezaevi açılıncaya kadar, “debboy” tabir edilen Tepe’deki bu cezaevi kullanılmıştır.
Saray Camisi İmam ve Müezzinleri
1951 Yazında, Tokatlı Hüseyin Efendi Cuma namazı kıldırarak camiye yeniden işlerlik kazandırmıştır. Daha önceki yıllara ait kimlerin camide görev yaptığını bilmiyoruz. Ancak, diğer cami imamları gibi gayri resmi statüdeki imam ve müezzinlerin camiye yakın ikamet eden akil kişilerden oluştuğu sanılmaktadır. Bu gelenek, 1951 sonrasında bitmiş, Saray Camisi’ne sırasıyla şu imamlar atanmıştır:
1- Çarşambalı Mehmet Efendi,
2- Derviş Efendi ( Ferhan Şensoy’un dedesi),
3- Pazarbaşı Mustafa Hafız,
4- Hasan Hafız (Hasan Kuru, 1964-1977 ),
5- Seyfettin Hoca (Seyfettin Yörük, 1977- 1981),
6- Halil Arık (1982 – 1985 )
7- Fahri Şahin, (1989 – 1991 )
8- Ahmet Dural
9- Ahmet Avkış
Paslu Hoca, Kör Fethi, Şaban Hafız (Mehel ) ve Talip Yıldırım ( 1979 – 1992 ) müezzinlik yapmıştır.
İmam yahut müezzinin mazeretli olması halinde, cemaatten birileri görevini üstlenir; Niyazi Ünser ( Kör Niyazi), Halit Tokaç, Ali Özalp, Basri Şimşek ( Tabak Basri) ve Süleyman Karadeniz, bunlardan bazılarıdır.
Hali hazırda görevli imam Şükrü Saylan’dır. Müezzin ise, Adem Gebeş’tir.
Saray Camisi Restorasyonunun Kazanımları ve Yanlışlığı
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün faaliyetleri çerçevesinde ve belirledikleri program uyarınca gerçekleştirilen Saray Camisi restorasyonu, şüphesiz Ünye için önemli bir kazanımdır. Tarihi bir eserin ayakta tutulması yanında, cami olarak kutsal bir mekanın onarılması yapılan işe ayrı bir anlam katmaktadır. Sırada bekleyen Saray Hamamı, Yalı Kahvesi’ndeki kilise ve daha pek çok tarihi eser, yeniden hayat bulmayı beklemektedir. Çarpık yapılaşma sonucu dokusunu kaybetmiş olan kentimiz, hiç değilse bazı eserlerinin yenilenmesi, bazı sokakların eski görünümüne kavuşturulmaları sayesinde eski ve güzel günlerini yansıtabilecektir.
Saray Camisi envanterine geçmiş, biri önemli iki el yazması Kur’an mevcuttur.
Restorasyon öncesinde Ünye Müftülüğü zimmetine verilen Kur’an, 1896’da yazılmıştır. Muhsinzade olarak anılan, Abdullah oğlu Muhammed Rahmi tarafından yazıldığı anlaşılan Kur’an, 112 sene önce yazılmıştır.
El yazması Kuran’ın son iki sayfasında şu açıklama vardır:
“vegad kâne hitamü kitabetü hazihi’l-mushafi’l-mektubeti bikalemi abdül’l-hakir el-muğtarefi bi’l-aczi ve’t-taksir el-mütevaki’ rızae Rabbihi’l-ahad Muhammed Rahmi b. Abdullah el-Mağruf bi-Muhsin zâde zadehu amilehu’l-llahu lutfen vezadehu Fi evahiri Şa’ban’ul-muazzama min şuhuri senete selase aşara ve selase mieti ve elf …”
(Ketebe kaydında hattatının ismi “Muhammed Rahmi b. Abdullah el-Mağruf bi-Muhsin zâde” olarak geçiyor. İstinsah tarihi yani yazılma ve tamamlanma tarihi 1313’tür. Miladi 1895/1896.)
Çeviren : İrfan Dağdelen
Giriş sayfasında:
“Bu mübarek zat ne güzel Kur’an-ı Kerim hediye etmiş duası kabul olsun. İlahi ruz-ı mahşerde yüzü ak ruhu şad olsun. Bende nasib oldu okudum bu Kur’anı Rabbim rahmetlere gark ile son yazanı. Acizi Drama muhacirlerinden Bayram Edhem 5 Haziran sene 1340” İbaresi yer almaktadır. İrfan Dağdelen, çeviri yanında, cildinin normal olduğu, farklı bir özelliğinin bulunmadığı ancak hattı’nın “gayet güzel” olduğu tespitini yapmıştır.
Cami imamlarından Seyfettin Hoca’nın bahsettiği küçük boyutlu Kur’an ile kelimeyi tevhit yazılı kemik levhanın şimdilik izine rastlayamadık.
Yazılı belge olarak giriş kapısındaki kitabe, Saray Camisini yaptıran kişi hakkında bize bilgi ulaştıran tek kaynaktır.
Bân-i hâze’l-câmi’ el-Hâc Ahmed ismuhu
Pâk-meşrebdir selîmü’t-tab’ bi’l-hulk’il-halîm
Bu camiyi yaptıranın ismi Hacı Ahmed’dir
Caminin giriş kapısı, dış cephe, minber ve mihrap üzerinde değişik zamanlarda kat kat boya kullanıldığı için, ana gövdeye zarar vermeden temizlenmeleri hayli zaman almış, bunun için Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden bir aylık ek süre alınmıştır. 28 Kasım 2007’ye kadar verilen ek süre dolmadan Cami, Samsun Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne 22 Kasım 2007 tarihinde teslim edilmiştir.
Yapılan işlemler şunlardır:
Camiye ait mihrap ve minber ilk yapıldığı günden kalmadır. Ahşap kürsü ise, onarılamayacak halde olduğu için iptal edilmiş, yerine Ünye taşından kürsü yapılmıştır.
Restorasyonu gerçekleştiren mühendis Muzaffer Özdemir’den aldığımız bilgiye göre döşeme, tavan, iç bölmeler tümüyle yenilenmiştir. Kapı, minber, mihrap özel bir teknikle temizlenerek, koruyucu maddelerle kaplanmıştır. Plastik çerçeveli pencereler ahşap yapılmış, dışarıdan olan ikinci kat çıkışı cami içinden verilmiştir. Dış cepheye yüzey temizliği yapılmış ve çatı yenilenmiştir.
Caminin ön ve yan taşlıkları temizlenerek, minaresi yeniden boyandı. Şadırvan onarılarak, eski mezarların bulunduğu bahçeye Vakıflar Genel Müdürlüğünün ihaleye çıkardığı projeye uygun olarak umumi tuvalet yapıldı.
Caminin dış duvarlarında ve pencere kenarlarında yapılan temizlik, yapının şirinliğine ve 17. yüzyılda Ünye taşının nasıl işlendiğine dair güzel bir örnek oluşturmaktadır.
Cami avlusunun renkli Ünye taşından yapılması, duvarlarda da aynı taşın bulunması açısından isabetli bir karardır. Ancak Ünye’ye ait bu taş tamamlayıcı bir faktör olarak düşünülmüş bile olsa, yer karosu olarak uygun değildir. Fiziksel etkenlere karşı dayanıksız, özellikle sürtünme karşısında dirençsizdir.
Giriş kapısının ve pencerelerin kabartmaları, mihrap işçiliği ile aynı düzeydedir. Çatıdan gelen yağmur oluklarının taş köşebentleri, dört köşede de zemine kadar uzamaktadır.
Şadırvan
1965 yılına kadar caminin çeşme yahut şadırvanı yoktur. Recai İkinci’in aktardığı kadarıyla, şimdiki şadırvana yakın, şu an yola giden yerde geniş ağızlı bir kuyudan su çekerek abdest alırlarmış. Gülsüm Ana kuyusu adıyla anılan bu kuyu dışında, Anasu Deresi akağı yakında olduğu için suyun bol olduğu, hatta camiye yakın çok helalı bir umumi tuvaletin bulunduğu söylenir.
1965’te Mürüvvet Çeşmesi adıyla, Profesör Osman Çataklı’nın kızkardeşi Mürüvvet Hanım’a hayrat, babası Mehmet Efendi tarafından bir şadırvan yaptırılmıştır. Halen hizmet veren şadırvan, 2005’te onarım görmüş, Hürrem Duysak tarafından mermer takviyesi ve tavan aksamlarının yenilenmesi gibi işlemlerden geçmiştir.
Restorasyonla birlikte temizlenme, boyanma yanında, şadırvanın muslukları ve oturakları yenilenmiştir.
Cami, inşa edildiği tarihten günümüze kadar önemli bir onarım görmemiştir. Zamanla yıprandığı, hatta cami olarak kullanılamaz duruma geldiği, İkinci Dünya Savaşı sırasında cezaevi olarak kullanıldığı, birkaç küçük onarımla cami olarak hizmet verdiği bilinmektedir. Bu süreçte, eski minare -ardıç ağacından, tamamı ahşap- neredeyse kendiliğinden yıkılarak, yerine taş minare yapılmıştır. Halen hayatta olan, yaşları 65 ve üzeri Ünyeli’lerin ortak anısı, camiden çok işte bu minareye aittir.
Bir Minare Öyküsü
Ne zaman yapıldığı bilinmeyen, belki de cami ile eş zamanlı Hacı Ahmed Efendi tarafından yapılan bir minaresi vardı Saray Camisi’nin. Yekpare ahşap, ardıç ağacından yapılmış bu minarenin uzun yıllar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Ahşap minarenin yıkıldığı dönem, caminin kısa bir süre cezaevi olarak kullanıldığı İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlamaktadır. Taş minarenin inşa edilmesi ise hayli zaman almış, 1960’a kadar uzamıştır.[3]
Yaşı 60’ın üzerinde Ünyelilerin hatırladıkları görüntü şudur:
Müezzin Kör Fethi, ahşap minareye çıkmış, ezan okumaktadır.
Sonra bu minare, kimilerine göre kendiliğinden yıkılmış, 1954’te yenilenme kararı alınarak, taş minare yapımına başlanmıştır. Zemin bataklıktır. Zorlu bir çalışma gerekmektedir.Zahiye ve Rüveyde Haznedar’ların bağışlarıyla gerekli finansman sağlanır. Minareyi oturtacak kaidenin zemini uzun bir süre dövülür. Kaptan İsmail Canbula’nın gemisinden vinç getirtilir. Makinist Himmet’in işçiliğinde sıkıştırılan zemine, 16 kızılağaç kazığı çakılır. Minarenin temeli işte bu şekilde atılır. Kaidenin ve minarenin yapımını Kaptan İsmail Canbula üstlenirken, Öğretmen Ömer Kavaklıoğlu, Musa Sami Güven, ve Ahmet Uygun gibi pek çok Ünyeli katkıda bulunmuşlardır.
Kaide biter bitmez minare yapımına girişilemez. Yedi – sekiz yıl beklenir, daha sonra minarenin inşasına girişilir. Minare inşasının tamamlanması 1960’ların başına kadar uzar. [4]
Cezaevi
Mahkumlara yemek götürenler tarafından daha net olarak hatırlanan bir hadisedir, Saray Camisi bir dönem cezaevi olarak kullanılmıştır. 1939 Erzincan depremi nedeniyle şimdiki Emniyet Amirliği binasının yanında bulunan cezaevi ki, aynı zamanda Jandarma Karakolu’dur, hasar görür. 1942 Erba depremi ve aynı yıl çıkarılan Varlık Vergisi ve Yol Parası nedeniyle çoğalan mahkumları kısmen hasarlı olan cezaevi ikamet edemez ve yetersiz kalır, ek bina aranır. Toplam 10 – 15 mahkum, buradan alınarak, Saray Camisi’ne nakledilir. [5]
Cezaevi gardiyanlarından biri, daha sonra Belediye Zabıta Çavuşu olan Avni Çavuş’tur (Avni Çelik).
Cumhuriyet öncesi dönemde cezaevi meydanda ve deniz kıyısındadır. Biri kadın 64 mahkûm olduğu belgelerden anlaşılmaktadır.[6] Meydanın neresinde ve hangi bina olduğu bilinmez ama mahkûm sayısı, o dönemin Ünye nüfusu hakkında önemli ipuçları vermektedir.
1942 – 46 arası Saray Camisinde muhafaza edilen mahkumlar, buradan Kaledere Okulu önünde bulunan ve ot deposu olarak kullanılan bir binaya nakledilmişlerdir. Okulun önündeki yol genişletilince, bu bina yol’a gitmiştir.[7]
İkinci Dünya Savaşı nedeniyle çok sayıda asker Ünye’de konuşlandırılmış, Tepe mevkiinde askeri depo olarak kullanılan yer, askerlerin tahliyesi sebebiyle boşalınca, cezaevine dönüştürülmüştür. Yüceler mevkiindeki şimdiki cezaevi açılıncaya kadar, “debboy” tabir edilen Tepe’deki bu cezaevi kullanılmıştır.
Saray Camisi İmam ve Müezzinleri
1951 Yazında, Tokatlı Hüseyin Efendi Cuma namazı kıldırarak camiye yeniden işlerlik kazandırmıştır. Daha önceki yıllara ait kimlerin camide görev yaptığını bilmiyoruz. Ancak, diğer cami imamları gibi gayri resmi statüdeki imam ve müezzinlerin camiye yakın ikamet eden akil kişilerden oluştuğu sanılmaktadır. Bu gelenek, 1951 sonrasında bitmiş, Saray Camisi’ne sırasıyla şu imamlar atanmıştır:
1- Çarşambalı Mehmet Efendi,
2- Derviş Efendi ( Ferhan Şensoy’un dedesi),
3- Pazarbaşı Mustafa Hafız,
4- Hasan Hafız (Hasan Kuru, 1964-1977 ),
5- Seyfettin Hoca (Seyfettin Yörük, 1977- 1981),
6- Halil Arık (1982 – 1985 )
7- Fahri Şahin, (1989 – 1991 )
8- Ahmet Dural
9- Ahmet Avkış
Paslu Hoca, Kör Fethi, Şaban Hafız (Mehel ) ve Talip Yıldırım ( 1979 – 1992 ) müezzinlik yapmıştır.
İmam yahut müezzinin mazeretli olması halinde, cemaatten birileri görevini üstlenir; Niyazi Ünser ( Kör Niyazi), Halit Tokaç, Ali Özalp, Basri Şimşek ( Tabak Basri) ve Süleyman Karadeniz, bunlardan bazılarıdır.
Hali hazırda görevli imam Şükrü Saylan’dır. Müezzin ise, Adem Gebeş’tir.
Saray Camisi Restorasyonunun Kazanımları ve Yanlışlığı
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün faaliyetleri çerçevesinde ve belirledikleri program uyarınca gerçekleştirilen Saray Camisi restorasyonu, şüphesiz Ünye için önemli bir kazanımdır. Tarihi bir eserin ayakta tutulması yanında, cami olarak kutsal bir mekanın onarılması yapılan işe ayrı bir anlam katmaktadır. Sırada bekleyen Saray Hamamı, Yalı Kahvesi’ndeki kilise ve daha pek çok tarihi eser, yeniden hayat bulmayı beklemektedir. Çarpık yapılaşma sonucu dokusunu kaybetmiş olan kentimiz, hiç değilse bazı eserlerinin yenilenmesi, bazı sokakların eski görünümüne kavuşturulmaları sayesinde eski ve güzel günlerini yansıtabilecektir.
Saray Camisi envanterine geçmiş, biri önemli iki el yazması Kur’an mevcuttur.
Restorasyon öncesinde Ünye Müftülüğü zimmetine verilen Kur’an, 1896’da yazılmıştır. Muhsinzade olarak anılan, Abdullah oğlu Muhammed Rahmi tarafından yazıldığı anlaşılan Kur’an, 112 sene önce yazılmıştır.
El yazması Kuran’ın son iki sayfasında şu açıklama vardır:
“vegad kâne hitamü kitabetü hazihi’l-mushafi’l-mektubeti bikalemi abdül’l-hakir el-muğtarefi bi’l-aczi ve’t-taksir el-mütevaki’ rızae Rabbihi’l-ahad Muhammed Rahmi b. Abdullah el-Mağruf bi-Muhsin zâde zadehu amilehu’l-llahu lutfen vezadehu Fi evahiri Şa’ban’ul-muazzama min şuhuri senete selase aşara ve selase mieti ve elf …”
(Ketebe kaydında hattatının ismi “Muhammed Rahmi b. Abdullah el-Mağruf bi-Muhsin zâde” olarak geçiyor. İstinsah tarihi yani yazılma ve tamamlanma tarihi 1313’tür. Miladi 1895/1896.)
Çeviren : İrfan Dağdelen
Giriş sayfasında:
“Bu mübarek zat ne güzel Kur’an-ı Kerim hediye etmiş duası kabul olsun. İlahi ruz-ı mahşerde yüzü ak ruhu şad olsun. Bende nasib oldu okudum bu Kur’anı Rabbim rahmetlere gark ile son yazanı. Acizi Drama muhacirlerinden Bayram Edhem 5 Haziran sene 1340” İbaresi yer almaktadır. İrfan Dağdelen, çeviri yanında, cildinin normal olduğu, farklı bir özelliğinin bulunmadığı ancak hattı’nın “gayet güzel” olduğu tespitini yapmıştır.
Cami imamlarından Seyfettin Hoca’nın bahsettiği küçük boyutlu Kur’an ile kelimeyi tevhit yazılı kemik levhanın şimdilik izine rastlayamadık.
Yazılı belge olarak giriş kapısındaki kitabe, Saray Camisini yaptıran kişi hakkında bize bilgi ulaştıran tek kaynaktır.
Bân-i hâze’l-câmi’ el-Hâc Ahmed ismuhu
Pâk-meşrebdir selîmü’t-tab’ bi’l-hulk’il-halîm
Bu camiyi yaptıranın ismi Hacı Ahmed’dir
Temiz huylu, sağlam tabiatlı, yumuşak yaratılışlıdır
Eyledi ukbâsını ta’mîre bu câmi’ binâ
Hâze’l-hayrât min lutfi’l-latîfi’l-hakîm
Eyledi ukbâsını ta’mîre bu câmi’ binâ
Hâze’l-hayrât min lutfi’l-latîfi’l-hakîm
Ahiretini onarmak için yaptırdı bu camiyi
Lütuf sahibi Allah’ın yardımıyla yapıldı bu hayrat
Bahr-i ukbâda reîs-i keştî-i câmi’ ola
Bunda oldu keştî-i seyyâha [1] nice kim
Bunda oldu keştî-i seyyâha [1] nice kim
Nasıl dünyada nice gemiye kaptan olduysa
Ahiret denizinde de müminler gemisinin kaptanı olsun
Eyleyüb bâri Hüdâ tevfîkini her dem refîk
İhdinâ yâ Hâdîyü’l-lutf sırâta’l-müstakîm
Allah inayetini daima kendine yoldaş etsin
Eyleyüb bâri Hüdâ tevfîkini her dem refîk
İhdinâ yâ Hâdîyü’l-lutf sırâta’l-müstakîm
Allah inayetini daima kendine yoldaş etsin
Dosdoğru yola iletip hidayet etsin
Der Sümrânî [2] hatmi sezâ târih içün ba’de’d-duâ
Der Sümrânî [2] hatmi sezâ târih içün ba’de’d-duâ
Kondura [3] el-Hâc Ahmed ecrin ed-dâru’n-naîm [4]
Bu duadan sonra, tarih düşmek için Sümrânî der ki
Bunun sevabı Cennet’e koysun Hacı Ahmed’i
1132 [1720/1721]
Günümüz harflerine çeviren : İrfan Dağdelen
Bunun sevabı Cennet’e koysun Hacı Ahmed’i
1132 [1720/1721]
Günümüz harflerine çeviren : İrfan Dağdelen
Günümüz diline çeviren : Ahmet Selim Tuncer
[1]Hacı Ahmed Efendi’nin kaptan oluşu gerçek mi, yoksa bu ifadeden dolayı mıdır? (“Keştî-i seyyah”, dünya anlamındadır.)
[2] Sümrânî, Semrânî ya da Semerânî maslâhı, ender kullanılan bir isimdir ve “karaca-oğlan”, “esmer” de demektir.
[3] Hacı Ahmed Efendi için kullanılan Gondoroğlu lakabının bu sözcükten türetilmesi mümkün değil ise, kulaktan kulağa günümüze ulaşmış olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.
[4] Eski harflerin deşifresinde Tapucu Selahattin Bey'in yardımı ve teyitleri olmuştur.
Bir başka yazılı belge ise, mezarlık olarak kullanılan bahçenin hafriyatı sırasında ortaya çıkmıştır. Yer seviyesinin altında inşa edilen umumi tuvalet için, kepçeyle çıkarılan 10 – 15 kamyon dolusu toprak, kamyonlara yüklenerek, Atatürk parkı Dolgu alanına “moloz” olarak dökülmüştür. Hafriyat sırasında, kepçeye takılan ve bir merhumeye ait olan mezar taşını alarak, muhafaza eden Recai Kılıç, Camiye ait “bir belge”yi kurtarmıştır.
“Merhume ve mağfure Zahide Hanım ruhu içün el-Fatiha fi sene 1176”
(Çeviri: İrfan Dağdelen)
Hafriyatta çalışan kepçe ve toprağı taşıyan kamyon bellidir. Görevli mimar’dan teyit ettiğimiz bilgiye göre, hafriyat denizin doldurulduğu dolgu alanına dökülmüştür. Dolgu alanına giden kamyonlar dolusu toprak ve toprağa karışmış mezar taşları, muhtemelen camiyi yaptıran Hacı Ahmed Efendi ve diğer kişilerin kemikleri moloz olarak dolgu sahasındadır. Ancak hangi bölgeye yahut bölgelere döküldüğü bilinmemektedir.
Üç kamyonluk hafriyat ise Hürrem Duysak’ın tarlasına gitmiş, bunların içinde bir mezar taşına ait olduğunu sandığımız küresel bir taş ile muhtelif kemik parçaları çıkmıştır. Restorasyon konusunda bilgi aldığımız mühendis Muzaffer Özdemir [8], ihaleyi alırken tuvaletin projede yer aldığını, ihale anlaşması gereği tuvaletin yapıldığını söylemiştir. Ancak hafriyatı kendisinin yapmadığı ve hafriyat sırasında Ünye’de olmadığını, avlunun eski bir mezarlık olduğunu bilmediğini ifade etmiştir. Hafriyatla ilgili mimarın bilgisine baş vurduğumuzda ise, aynı bilgi noksanlığı içinde olduklarını gördük.
Recai Kılıç - Rifat Coşkun ve Mahmut Güner, restorasyon başlamadan iki ay önce birer dilekçe ile Samsun Anıtlar Yüksek Kurumu’na başvurmuşlardır.Mezarlık olarak kullanılan bahçeye tuvalet yapılmasının sakıncalarına işaret etmişlerdir. Buna karşın, projenin ihaleye çıkarıldığı, bu aşamada herhangi bir müdahalenin söz konusu olamayacağı bildirilmiştir.Mahmut Güner, bu defa Diyanet İşleri Başkanlığına baş vurmuştur. Ancak oradan da bir netice alamamıştır.
Restorasyon yerinde bir karardır. Vakıflar Genel Müdürlüğünün tespiti, ekibinin çizdiği röleve, keşif ve mali durum belirlemesinden ardından, Anıtlar Yüksek Kurulu’ndan onayından geçen bir projeye sahiptir. Ancak projede mezarlık alanına tuvalet tahsis edilmesi göz ardı edilmiş ve bu haliyle ihaleye çıkarılmıştır.
Çevreden görüp, müdahaleci olan bazı duyarlı vatandaşların dışında, maalesef yapılan uygulamanın -mezarlığı tuvalete çevirmenin- sorumluluğunu resmi, sivil hiçbir kişi ya da kuruluş üstlenmemiştir. Yol kıyısındaki ağaçların ise niye kesildiği bilinmemektedir.
Sonuç olarak, sahip çıkamadığımız mezarlara, denize dolgu olarak döktüğümüz ecdat kemiklerine saygı olarak, avlunun bir kıyısına Hacı Ahmed için sembolik bir mezar yapsak, acaba kendimizi affettirebilir miyiz?
[1]Hacı Ahmed Efendi’nin kaptan oluşu gerçek mi, yoksa bu ifadeden dolayı mıdır? (“Keştî-i seyyah”, dünya anlamındadır.)
[2] Sümrânî, Semrânî ya da Semerânî maslâhı, ender kullanılan bir isimdir ve “karaca-oğlan”, “esmer” de demektir.
[3] Hacı Ahmed Efendi için kullanılan Gondoroğlu lakabının bu sözcükten türetilmesi mümkün değil ise, kulaktan kulağa günümüze ulaşmış olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.
[4] Eski harflerin deşifresinde Tapucu Selahattin Bey'in yardımı ve teyitleri olmuştur.
Bir başka yazılı belge ise, mezarlık olarak kullanılan bahçenin hafriyatı sırasında ortaya çıkmıştır. Yer seviyesinin altında inşa edilen umumi tuvalet için, kepçeyle çıkarılan 10 – 15 kamyon dolusu toprak, kamyonlara yüklenerek, Atatürk parkı Dolgu alanına “moloz” olarak dökülmüştür. Hafriyat sırasında, kepçeye takılan ve bir merhumeye ait olan mezar taşını alarak, muhafaza eden Recai Kılıç, Camiye ait “bir belge”yi kurtarmıştır.
“Merhume ve mağfure Zahide Hanım ruhu içün el-Fatiha fi sene 1176”
(Çeviri: İrfan Dağdelen)
Hafriyatta çalışan kepçe ve toprağı taşıyan kamyon bellidir. Görevli mimar’dan teyit ettiğimiz bilgiye göre, hafriyat denizin doldurulduğu dolgu alanına dökülmüştür. Dolgu alanına giden kamyonlar dolusu toprak ve toprağa karışmış mezar taşları, muhtemelen camiyi yaptıran Hacı Ahmed Efendi ve diğer kişilerin kemikleri moloz olarak dolgu sahasındadır. Ancak hangi bölgeye yahut bölgelere döküldüğü bilinmemektedir.
Üç kamyonluk hafriyat ise Hürrem Duysak’ın tarlasına gitmiş, bunların içinde bir mezar taşına ait olduğunu sandığımız küresel bir taş ile muhtelif kemik parçaları çıkmıştır. Restorasyon konusunda bilgi aldığımız mühendis Muzaffer Özdemir [8], ihaleyi alırken tuvaletin projede yer aldığını, ihale anlaşması gereği tuvaletin yapıldığını söylemiştir. Ancak hafriyatı kendisinin yapmadığı ve hafriyat sırasında Ünye’de olmadığını, avlunun eski bir mezarlık olduğunu bilmediğini ifade etmiştir. Hafriyatla ilgili mimarın bilgisine baş vurduğumuzda ise, aynı bilgi noksanlığı içinde olduklarını gördük.
Recai Kılıç - Rifat Coşkun ve Mahmut Güner, restorasyon başlamadan iki ay önce birer dilekçe ile Samsun Anıtlar Yüksek Kurumu’na başvurmuşlardır.Mezarlık olarak kullanılan bahçeye tuvalet yapılmasının sakıncalarına işaret etmişlerdir. Buna karşın, projenin ihaleye çıkarıldığı, bu aşamada herhangi bir müdahalenin söz konusu olamayacağı bildirilmiştir.Mahmut Güner, bu defa Diyanet İşleri Başkanlığına baş vurmuştur. Ancak oradan da bir netice alamamıştır.
Restorasyon yerinde bir karardır. Vakıflar Genel Müdürlüğünün tespiti, ekibinin çizdiği röleve, keşif ve mali durum belirlemesinden ardından, Anıtlar Yüksek Kurulu’ndan onayından geçen bir projeye sahiptir. Ancak projede mezarlık alanına tuvalet tahsis edilmesi göz ardı edilmiş ve bu haliyle ihaleye çıkarılmıştır.
Çevreden görüp, müdahaleci olan bazı duyarlı vatandaşların dışında, maalesef yapılan uygulamanın -mezarlığı tuvalete çevirmenin- sorumluluğunu resmi, sivil hiçbir kişi ya da kuruluş üstlenmemiştir. Yol kıyısındaki ağaçların ise niye kesildiği bilinmemektedir.
Sonuç olarak, sahip çıkamadığımız mezarlara, denize dolgu olarak döktüğümüz ecdat kemiklerine saygı olarak, avlunun bir kıyısına Hacı Ahmed için sembolik bir mezar yapsak, acaba kendimizi affettirebilir miyiz?
Avluda toprak zemin olarak görünen alanın bir kısmı bile, böyle bir sembolik mezarı karşılayabilecek büyüklüktedir.
Yazarken bir kısmını andığımız ve ismini zikredemediğimiz, bizi bilgilendiren, yönlendiren, Ünye’li büyüklerimize, hocalarımıza ve yardımı dokunan herkese teşekkürler. Özellikle kitabe ve diğer eski yazmaları deşifre eden A. Selim Tuncer ve İrfan Dağdelen’e minnettarız. Sayın Dağdelen’in bir belirlemesiyle sonluyoruz:
“Yapmış olduğunuz çalışmaların bölgemiz ve Ünyemiz adına ne kadar öneme haiz olduğunu herhalde sizlere anlatmama gerek yok. İşin erbabı bu konulara zaten vakıftır. Ama bu çalışmalara ilgili makamların da dikkatini çekerek bu tür eserlerin muhkem bir merkezde toplanması ve ilgisiz kişiler tarafından zaman geçtikçe sır olmasından kurtarılması gerekir. O yüzden bir KENT BELLEĞİ, KENT ARŞİVİ ve BİLGİ MERKEZİ oluşturmak herhalde YEREL YÖNETİM ve SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ üzerine farz-ı ayındır.”
Ahmet Kabayel ahmetkabayel@gmail.com
Ahmet Derya Varilci varilci@gmail.com
Kasım 2007, Ünye
__________________________________________________________________________
Dipnot :___________________________________________________________________
[1] 106 yaşına kadar yaşayan ve berrak bir hafızaya sahip olan Aziz Çavuş’un , bir değirmenden söz ettiği söylenir. Mehmet Kaplan’ın dedesi Aziz Çavuş, Saray Camisi’ni yaptıran Hacı Ahmed Efendi’nin cami için bir değirmen yaptırdığını ve Anasu Deresi’nden gelen su üzerine kurulduğu, Çınar ağacı ile Süleyman Paşa Sarayı arasında yer aldığı ve 1800’lü yılların sonuna kadar çalıştırıldığı söylenir. Recai Kılıç’tan öğrendiğimiz bu bilgi, isimleri zikredilen diğer kişiler tarafından da doğrulanmıştır.
[2] Recai Kılıç, Mahmut Güner, Orhun Güven ve Hasan Hafız (Kuru) gibi daha birçok Ünyeli ve cami görevlileri, cami bahçesinin mezarlık olduğu bilgisine sahiptirler. Eski belediye başkanlarından Hüsrev Yürür’ün, gazeteci Yaşar Karaduman’a yaptığı açıklamadan da anlaşılacağı üzere, Navarrin Gazisi Tiryaki Hasan Paşaya ait mezar, meydandan buraya nakledilmiş, buradan da muhtemelen “Elmalık” denilen Çakırtepe Kabristanlığına götürülürken, diğer mezarlar toprak altında kalmıştır. (Bkz. Şirin Ünye Gazetesi, 07.11.2006 Tarihli nüsha. “Mezarda Karışan Paşalar”).
[3] Hacı Osman Ağa Cami tümüyle yıkılıp yeniden inşa edilirken, taş minaresi orijinal haliyle günümüze ulaşmıştır. Saray Camisi ise, tersine minaresi yeniden yapılmış ama cami binası orijinal haliyle günümüze ulaşmıştır.
[4] Aktaran: Orhun Güven.
[5] Niçin cezaevi olarak camiler tercih edilmiştir? Bu konuda, camide cemaat azlığı, fiilen namaz kılınmayıp binanın metruk olduğu varsayımları yanında, dönemin iktidarının politikası gereği olduğu ifade edilmektedir.
[6] Osmanlı Arşivlerinden aktaran Osman Doğan.
[7] Hüseyin Çuhacı, Hüseyin Beşli, Recai kılıç, Mahmut Güneş, Yalçın Taşçıoğlu, Recai İkinci, Arif Korkmaz ve Hicabi Yıldıran gibi bir çok Ünyeli’nin belleğinden aktarılmıştır. Hilmi “Emmi” nin ot deposu olarak belirtilen bu mekana “Siyasi Tevkifat” olarak bilinen tutuklu sanıklar da konmuştur.
[8] Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği “Uzak” filminin “Altın Palmiye”li oyuncusu Muzaffer Özdemir, aslen Jeoloji mühendisidir. Hobi olarak yaptığı restorasyon işinde, Saray Camisi’ni seçme sebebi, bu camiyi “şirin” bir yapı olarak görmesidir. Maddi kazanç elde etmediğini ifade ettiği bu işlemde, cami avlusunun altında mezarlar olduğunu bilse, tuvalet işine hiç girmeyeceklerini, en azından hafriyatın bu şekilde gerçekleşmesine engel olunabileceğini söylemiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder