Türkiye Cumhuriyeti ve Türkçülük Akımı
Türkiye Cumhuriyeti’ne giden yol, bir anlamda Türklerin
yeniden doğuşudur. Günümüzden yüz yıl önce yaşananlar sadece emperyalist
boyunduruğa karşı bir kalkışma değil, kültürel anlamda bir ulusun da var oluş
biçimidir. Bu nedenle Osmanlı’nın son dönemini ve ardından yaşanan Cumhuriyet
devrimlerini aynı sürecin bir parçası olarak görmek gerekir.
Bu tarihi dönemde yaşananların hiç biri bir gecede olup
bitmedi. “Harf devrimi” dâhil pek çok yeniliğin kökeni II. Abdülhamit
Dönemi’ne, hatta daha öncesine dayanır.
Türklük, Türkleşme ve çağdaşlaşma da öyle…
Bu anlamda insanların bir gecede değişime zorlandığını
savunmak, okur yazar olmaktan alıkonduğunu ileri sürmek, tarihsel gerçeklerle
bağdaşmaz.
İlber Ortaylı’nın deyimiyle söylersek; “cahillik”tir.
Türk Olmak
Anadolu, tarih öncesi dönemden başlayarak yüzlerce kavime
yurt olmuştur. Bugün sadece arkeolojik kazılardan elde edilen bulgular ve
yazılı belgeler bile bu coğrafyada etnik-kültürel zenginliğin vardığı noktayı
göstermeye yeter. Olayı yalnızca ırksal temelde ele almak ve Türklük açısından
değerlendirmek, bizi içinde bulunduğumuz sosyal yapıdan soyutlar. Buna karşın,
Halide Edip’in dediği gibi Türk’ün ateşle imtihanını yaşadığı bir var oluşu da
anlamak gerekir.
Türk olmak, ırksal bakış açısıyla fazla bir içerik taşımaz.
Türkçülük akımının öncüleri de bu gerçeği görmüşlerdir.
Akımın öncülerinden Yusuf
Akçura “Türk”ü şöyle tarif eder:
“‘Türkler’ dediğimiz zaman, etnografya, filolocya ve târih müntesiplerinin bazan “Türk-Tatar”, bazan “Türk-Tatar-Moğol” diye yâd ettikleri bir ırktan gelme, âdetleri, dilleri birbirine pek yakın, târihî hayatları birbirine karışmış olan kavim ve kabîlelerin mecmû’unu [toplamını] murâd ediyoruz.”
(Yusuf Akçura, Türkçülüğün
Tarihi, Ötüken Yayınları, 2016, s. 15 )
Yusuf Akçura 2 Aralık 1876’da Moskova’nın doğusundaki Ulyanovsk’ta (eski adıyla Simbir) dünyaya geldi. Kazan’a göç etmiş Kırım Türkleri’nden aristokrat bir ailenin mensubu idi. 2 yaşında iken babasını kaybetti ve annesi ile birlikte yedi yaşına gelmeden İstanbul’a göç ettiler. Kuleli Askeri Lisesi’nde öğrenim gördükten sonra 1895 yılında Harbiye Mektebi’ne girdi. Okulun 2. sınıfında iken Türkçülük hareketlerine katılmaktan dolayı 45 gün ceza aldı. Erkân-ı Harbiye sınıfına ayrıldıktan sonra askeri mahkeme tarafından müebbet olarak Fizan’a sürgün edildi ve askerlikten uzaklaştırıldı. Oradan Fransa’ya kaçtı. Paris’te üç yıl Siyasal Bilgiler Okulu’nda okudu. Türkçülük fikirleri hayatının bu döneminde olgunlaştı.
1903 yılında, İstanbul’a dönmesi yasak olduğu için amcasının
yanına Kazan’a gitti ve dört yıl kaldı. Kazan’da yazdığı “Üç Tarzı Siyaset”
isimli dizi makalesi 1904’te Mısır’da yayımlandı. Türkçülük akımının
manifestosu olarak kabul edilen bu 32 sayfalık makalesinde Akçura, Osmanlı
İmparatorluğu’nun tekrar eski gücüne kavuşabilmesi için devletin resmî olarak
benimseyebileceği muhtemel üç ana düşünceyi (Osmanlıcılık, İslamcılık,
Türkçülük) tetkik etti. Gaspıralı İsmail Bey, Alimerdan Bey, Abdürreşit Kadı
İbrahimof gibi Türkçülerle birlikte 1905’te “Rusya Müslümanları İttifakı”
adında bir parti kurdu. II. Meşrutiyet’in ilanı sonrası Akçura Rusya’daki
işlerini tasfiye edip 1908 Ekim’inde İstanbul’a geldi.
İstanbul’da Darülfünun’da ve Mülkiye Mektebi’nde tarih
dersleri verdi. Bütün ısrarlara rağmen İttihat ve Terakki Partisi’ne girmedi.
25 Aralık 1908’de İstanbul’da, Ahmet Mithat, Emrullah Efendi, Necip Asım,
Bursalı Fuat Raif, Feylesof Rıza Teyfik ve Ahmet Ferit (Tek) ile birlikte Türk
Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Bu derneğin kapatılmasından sonra, 18
Ağustos 1911’de Türk Yurdu Derneği kuruldu. Mehmet Emin (Yurdakul), Ahmet
Hikmet, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyinzade Ali Bey, Doktor Akil Muhtar Bey ile birlikte
Yusuf Akçura da kurucular arasında yer aldı ve derneğin yayın organı olan Türk
Yurdu dergisini 17 yıl boyunca idare etti. Ayrıca 1912’de faaliyete başlayan
Türk Ocağı’nın kuruluşunda da aktif rol aldı.
1919’da Ahmet Ferit (Tek) Bey’in kurduğu siyâsî bir parti
olan Milli Türk Fırkası’na katıldı. Aynı yılın sonunda İngilizler tarafından
tutuklandı. 1920’de hapisten çıkınca Milli Mücadele’ye katılmak üzere
Anadolu’ya geçti. Hariciye Vekâleti’nde (Dışişleri Bakanlığı) Genel Müdür
olarak görev yaptı. 1923 yılında İstanbul mebusu seçilerek meclise girdi. 1925
yılında Ankara Hukuk Mektebi’nde siyâsî tarih dersleri vermeye başladı. 1931
yılında Türk Tarih Kurumu’nun
kuruluşunda görevlendirildi ve ertesi yıl kurumun başına getirildi. 1. Türk
Tarih Kongresi’ni yönetti. 1933 Üniversite Reformu’ndan sonra İstanbul
Üniversitesi’nde Siyâsî Tarih profesörü oldu.
Yusuf Akçura, Kars milletvekili iken 11 Mart 1935’te
geçirdiği kalp krizi sonucunda İstanbul’da vefat etti; Edirnekapı Şehitliği’ne
defnedildi.
Yusuf Akçura’nın “Türkçülüğün Tarihi” adlı kitabının “Giriş”
yazısından yararlanarak kısaca aktardığımız yaşam öyküsünden de anlaşılacağı
üzere, Türkiye Cumhuriyeti’ne giden yol “Altaylardan Tuna'ya” masalıyla inşa
edilmemiş, yeni bir ulus yaratma bilinciyle hareket edilmiştir.
Yusuf Akçura ve Ulus Kavramı
Akçura’nın “ulus” kavramı bu bilinci daha net biçimde ortaya koyar, andığımız eserinde konuya açıklık getirmektedir.
““Millet” nedir? Şe’niyette [gerçek hayatta] milletler mevcut olmasına rağmen, milletin tarifi o kadar kolay değildir. Milletlerin şe’niyette teşekkülüne olduğu gibi, nazariyatta tarifine de siyâsî menfaatlerin müdahale ve te’sîri olmuştur. Bugün “millet”in tam ilmî diyebileceğimiz bir tarifini bulup gösteremeyiz; “millet”in birkaç türlü tarifi vardır: Ta’azzî [organize olma] halinde bulunan her millet mevcut şerâite [şartlara] ve istihdâf olunan [hedeflenen] gayeye göre, “millet”i tarif etmiştir; mesela Almanlar ve İslavlar ırk ve lisanı (yani târihî mecburiyeti), Fransızlar arzu ve irâdeyi (yani ferdî hürriyeti), İtalyanlar arazi ve lisanı (yani coğrafî ve târihî mecburiyeti), milletin tekevvün ve idâmesinde [oluşmasında ve devam etmesinde] en esaslı âmil [etken] olarak almışlardır. İmkân dâiresinde şey’î (objektif) kalmak arzusuyla biz, milleti şöyle tarif etmek istiyoruz:
“Millet, ırk ve lisanın esâsen birliğinden dolayı ictimâî
vicdânında [toplumsal vicdanında] vahdet hâsıl olmuş [birlik meydana gelmiş]
bir cemiyet-i beşeriyyedir [insan topluluğudur].” (Age. s. 16)
Döneme damgasını vuran diğer önemli isim Ziya Gökalp’tir.
(Devam Edecek;
haftaya: Türkçülük Akımı ve Ziya Gökalp)
29.12.2021,
Ünyekent
http://www.unyekent.com/yazi/2874-turkiye-cumhuriyeti-ve-turkculuk-akimi.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder