24 Kasım 2008 Pazartesi

OBAMA’YI BEKLEYEN…

Obama’yı bekleyen sadece ekonomik kriz, “global” çöküş değildir…
Karmaşık dünya coğrafyasında yaşanan siyasal - askeri çalkantılar da değil…
O halde Obama’yı bekleyen nedir?
Obama'yı bekleyen en büyük tehdit yine ABD’nin kendi bünyesinden gelecektir.

ABD’den...
Kuzey Amerikan Devleti'nin nesinden, neresinden?
Hangi güç Başkan Obama’nın gidişine “Dur!” diyecektir?

Ehlileştirilmiş, “beyazlaştırılmış” bir Harwardlı olan Obama için, böyle bir tahmin fazla “kâhince” bulunabilir. Öyle ya, seçimlerden galip çıkmadı mı?
Oysa birkaç ay önce, Obama’nın tarihsel bir fırsat kaçırdığından dem vuruluyordu.
Başkanlık yarışında, ta başından beri fazla şans vereni yoktu.
“Amerika'nın kaderini reklamcılar belirliyor” belirlemesiyle seçim öncesi ABD’nin nabzını tutan Fatoş Karahan gibi pek çok kişi, fena halde yanılmışlardı:
“San Francisco’da karşılaştığım herkesle seçimi konuştum. İzmir gibi, tavrı hep belli bir kent. Demokratlar’ın kalesi. Ancak, Palin sonrasında moraller bozuldu. Zenci bir taksi şoförü, “60 yaşımı geçtim, tüm hayalim siyah bir başkan görebilmekti ama Beyaz Saray’ın adı Beyaz. Oraya siyah almazlar ki. Ne yapıp edip, yine Cumhuriyetçiler kazanacak” dedi. Bence haklı. Palin sonrası kararsız seçmenin yüzde 13’ü hemen yön belirledi. Yarışta ileri giden Obama yerini McCain’e kaptırdı. Biden yeterli olmadı. Hillary Clinton gibi bir şansı kullanmamayı seçti. Ve galiba, Obama tarihi bir fırsatı kaçırdı.” (24.09.2008)
ABD’nin makus talihini yenmek için Obama’nın nesi eksikti?
“Müthiş bir pazarlama ürünü” olan Sarah Palin kadar pazarlanamaz mıydı?
Elbette pazarlanabilirdi.
Üstelik Obama, ABD’nin içinde bulunduğu ahval ve şeraitte, diğer adaylara göre daha avantajlıydı.
Adeta bir zorunluluk hali…

Ve her ne oldu ise ABD’nin dev şirketlerini temsil edenler; Neoconlar, Soroslar, Obama’yı desteklediler.
(Sonuç belli olduğu için, şimdi böyle gerine gerine konuşabiliyorum.)

Her şey iyi güzel de, Obama’yla ABD icraatında değişen ne olacak?
Değişimi yaşayıp göreceğiz, ancak fazladan bir “change” beklemek, hele bunu “iyimserlik” adına düşünmek bence safdillik olur. (Kahinlik sırasını şimdi de ben ele aldım!)

Esas değişimin, ABD’deki sosyal yapıda çelişkilerin iyice keskinleşmesi olacağından şüphem yok.
Beyaz olmayan; Afrika kökenliler, zenciler, Latin Amerika göçmenleri, melezler, tüm beyaz olmayanların, statü olarak daha hoş yerde olan beyazlara karşı geliştireceği tavır Obama’nın sorunu. Başkan, bu sorunun üstesinden eşsiz hitabetiyle gelebilir. Diğer cenah için ise, Hillary Clinton’dan Joe Biden’e, “muhalif” olanların yönetime taşınmasıyla bazı çatlaklar yamanacaktır. Ama Senato’daki ve Pentagon’daki Şahinler’in başını çektiği anti-negroid hareketin kabarmasını nasıl engelleyecektir? Amerikan Neo-Nazilerinin, hatta Ku-Klux Klanların yükselişe geçmeyeceğinin garantisini kim verebilir? Kedilerini de alıp gittikleri Beyaz Saray’da alınan güvenlik önlemleri, Obamaları korumak için yeterli olacak mı?

Sorun burada!

“Amerikan Gücü” sayesinde, yeni Başkan'a tepkileri pasifize etmek, karşıtları hizaya getirmek bir süreliğine mümkündür. Bu sürenin ne kadar olacağını kestirmek zor.
Ya sonra!
Sonrası kaos.
Demedi demeyin...

Benden buraya kadar…


Şimdiden Obama sözcüğünü duymak istemeyen, “Yetti gayri” nidası atanlara, sabırlı olmalarını önereceğim. Bu adı daha çoook duyacağız!

Ne mi istiyorum Obama’dan?
Hiiiiç, hiçbir şey.
İlhan Ağabeyin dediği gibi, “Gölge etmesin” yeter!*
23/11/2008, Ünye


[*] “İlhan Ağabey”, dedim de, sırf saygımdan. Ergenekon adı verilen yapılanmayla alakam olmadığı gibi, Cumhuriyet Gazetesini arada bir okurum.

10 Kasım 2008 Pazartesi

HOŞ GELDİN BARACK OBAMA / BÜYÜK SİYAH UMUT



2008 Kasım’ının ikinci günü…
ABD’de 44. Başkan seçildi.
Bu defa siyahi bir lider:
Barack Obama!

ABD tarihinde ilk defa, beyaz olmayan biri Başkan seçiliyor.

Bu ne demek?
Köle emeği üzerine kurulmuş Amerika Birleşik Devletleri'nde, köleler çoğunlukla Afrika kökenli zencilerdi. Şimdi onlardan biri ABD’ne başkan oluyordu.
Kâhinlerin kehaneti mi gerçekleşiyordu?
Şiilerin Batı’dan gelmesini beklediği “uzun boylu” kurtarıcı bu muydu?
Sam Amca, Tom Amca’ya yenilmiş miydi?

Haberler manşetlere taşınırken, benzer ibarelere yer verildi.
Yerli basınımızda başlık:
Amerika'da Devrim Oldu!

Dost ve müttefikimiz, stratejik ortağımız Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekten bir devrim mi oldu... Martin Luther King’in rüyası gerçekleşti mi?
Henüz dün zencilerin diri diri yakıldığı bu ülkede, beyazlara ait kafeteryalara dahi alınmayan, toplu taşıma araçlarının ayrıldığı ABD’de önemli bir değişim gerçekleşmişti. Değişimin sloganı sadece “Yeni Yüz, Yeni Lider!” değildi. Yoksullara sağlık, işsizlere iş!” gibi sosyal sloganlar bağrılıyordu.
Kendileri gibi olmayan herkesi “siyahi” ilan ederek “ötekileştiren” beyazlar, iktidarı kaybetmişlerdi. Obama, beyaz rakiplerinin tüm popülist propagandalarına karşılık vermiş, usta bir manevrayla önce Hillary Clinton’u, ardından Cumhuriyetçi McCain’i devirerek Başkanlık koltuğuna tırmanmıştı. Şüphesiz bu başarıda başat iki öğe vardı:
1- Ötekileştirilenler.
2- Dünya konjonktürü.

ABD ekonomisi krizdeydi.
Askeri ve politik açmazlar çözüm bekliyordu.
Sosyal yapıdaki problemler üst seviyedeydi.
Çoğunluğu zencilerden ve melez göçmenlerden oluşan yoksul nüfus, bulundukları statüsünden hiç hoşnut değildi.
Bir zamanlar Tracy Chapman’ın söylediği “Devrim Hakkında Konuşuluyor” şarkısı, şimdi yerli yerine oturmakta mıydı?

Bilmiyor musun?
Devrimden söz ediliyor
Fısıltılı seslerle…

Artık fısıldamak yerine, iktidar kapıları aralanmıştır.
"ABD’de devrim oldu" denilmektedir.
Hoş geldin Barack Obama. Büyük siyah umut…
Hoş geldin!

Obama gelmeden önce (henüz ortada yokken), ABD’de önemli bir yerde bir başka siyahî isim vardı:
1991’deki Körfez Savaşı’nı yöneten Eski Genel Kurmay başkanı Colin Powell. Amerikan Ordusu’ndan emekli olduktan sonra da Bush’a Dışişleri Bakanlığı yaptı.
Daha sonra Obama’nın destekçisi oldu.

Obama’yı yalnız bırakmayan başka isimler de vardı.
Yahudi asıllı, ABD’nin ünlü finans spekülatörü George Soros.
Turuncu ya da Kadife Devrimlerin finansörü Soros, bu defa Liberal girişimlerini bizzat dünya devinin beyninde gerçekleştirmeyi denemişti.
Soros, daha önce de Baba Obama’nın ülkesi Kenya’da Turuncu Devrim finanse etmişti. Hareket başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Blanço, bin ölü, binlerce yaralı ve sürgün olmuştu.
Tesadüf, iktidardaki Kikuyu Kabilesi mensubu Mwai Kibaki’ye karşı, Kenya’daki muhalefet Baba Obama’nın kabilesi; Luoların lideri Raila Odinga desteklenmişti. Üstelik Odinga, Baba Obama’nın yeğeni, yani Barack Obama’nın kuzeni idi.
Kenya’daki iki büyük kabileden biri olan Luolar, diğer kabile Kikuyularla sürekli çatışmalarına karşın, Yahudi kabile Yabirslerle dost olagelmişlerdi. Dostlukları, ta Amerikalı beyazların Afrika’dan köle avladıkları zamana dayanmaktaydı. Luo kabilesi köle taciri Yabirslerle ticari birlik içindeydi.(Ayrıntı için, bkz. Soner Yalçın, Hürriyet Gazetesi, 09/11/2008)

Seçim propogandaları sırasında "hiç köle olmadı" sloganı, Obama'ya ne kazandırdı , bilmiyoruz ama Obama'nın kazanmasında emekçi kölelerinin torunları zaferin olmazsa olmaz'ı idi.

Baba Obama’nın ABD bursuyla gittiği Harward Üniversitesi, aslında ABD’yi yönetmeye aday adaylarının “seçkinler kulübü” dür.

Sonuç:

Yönetme sanatında her daim bir başka seçeneği elde bulundurmak gerekiyor. En ağır işlerde çalışan, hatta dünyanın öbür ucunda Amerikan çıkarları için can veren paralı askerler çoğunlukla siyahi değil mi?Her zaman büyük beyaz umudun sökmediği ABD’de, şimdi umutları renklendirmenin zamanı geldi.

3 Kasım 2008 Pazartesi

Fil Mezarlığı ya da Sebile Hanım Konağı

Hasan Şimşek arkadaşımız bu evi restore etmek üzere satın aldığı zaman, hepimiz orada ne yapmak istediğini merak etmiştik. Ahşap iki sütun üzerine çıkması olan bu yapının önünden her geçtiğimde, terk edilmişlik ve yalnızlık duygusuna kapılırdım... İyiden iyiye harabeye dönen bu eski konak, bir zamanlar kim bilir kaç hayata tanıklık yapmıştı? Kimlerin mahremiyetini gizlemiş, acılarına veya mutluluklarına ortak olmuştu?
-Ne yapacaksın burayı? Diye, sorduğumda, her zaman kullandığı yerel şiveyle:
-O’lum, sonunda düşceksiz buraya! Yaşlanursak kim uraşcak biznen? Hep birlikte galcamız bi huzur evi işte...
Demişti Hasan Şimşek. Haksız da sayılmazdı. İleride her birimizin sığınacağı, ömrümüz olursa bizlerle ilgilenecek yerlerin olmasında fayda vardı.
Sadece gurbettekilerin değil, bu kasabada yaşayanların da ömrü ahirinde böyle mekanlara ihtiyacı vardı. Bir ölçüde yaşlı fillerin sürüden ayrılarak ölüme gittikleri mekanlar gibi…
Öleceğini hisseden filler, içgüdüsel olarak böyle bir mezarlığa yönelirlermiş. Filler dışında, ölümle bu kadar içli dışlı olan tek yaratık insanlar olsa gerek. Fillerle aynı yazgıyı paylaşan insanların başında galiba Eskimolar geliyor. Yaşlanan Eskimo üyesi, üretim sürecinden düşünce, klanın diğer mensuplarına yük olmamak için ölümü tercih ediyor ve ücra bir yere (fil mezarlığı gibi) götürülerek, ölüme terk ediliyor. Anthony Quinn’in oynadığı “Vahşi Masumlar / The Savage Innocents” (1960) filmi, ağırlıkla bu konuyu işliyor. Bir başka film, 1983’te Cannes’da en iyi yönetmen seçilen Shohei Imamura’nın “Narayama Türküsü / Narayama Bushiko”dur. Eskimoların vahşi (ilkel) klanı yerine, bu defa Uzakdoğu’nun (Japonya) ataerkil yapılanışı ve yaşlıların Narayama Dağı’nda ölüme terk ediliş öyküsü vardır.
Hasan Şimşek’in annesinin adını verdiği bu güzel yapının filler mezarlığıyla, Eskimolarla yahut Narayama Dağı ile hiçbir ilgisi yok. En azından ilgisi olmamalı diye düşünüyorum.
Yine de bana bunları anımsattı.

6 Ekim 2008 Pazartesi

26 Eylül 2007 Tarihli Hizmet Gazetesi'nde yayınlanan Röportaj...



Avustralya Ünye’den 13.000 kilometre uzaklıkta. Uçakla kesintisiz 15 saat süren bir yol. Kanguruların ve “Aborijin” adı verilen yerlilerin ülkesi. Dünyanın en küçük kıtası ve en büyük ada ülkesi: Avustralya… Tam iki yıl önce, işte o kıtadan, dünyanın öteki ucundan kalkıp buralara gelerek Ünye’ye yerleşen bir çift var: Wendy Blake ve eşi. Henüz dilimizi çat pat konuşmaya başlayan bu çift ile, unutulmaya yüz tutmuş İngilizce’mle ve sevgili öğretmenim Gül Önderen aracılığı ile iletişim kurmaya çalıştım. Malum soru ile başladık Wendy ile söyleşiye:


- Neden Ünye?

Emekli olduktan sonra eşimle daha sık seyahat etmeye başladık. İklimi yumuşak, yazları fazla sıcak olmayan bir yöre aradık. Karadeniz kıyıları düşündüğümüze yakın nitelikteydi. Yaşam standartları eşimle geçimimizi zorlaştırmadan sürdürebileceğimiz biçimdeydi. Amasra, Sinop ve Ünye üzerinde düşündük. Ünye’yi gelip gördüğümüzde, bu şehirden sıcak bir duygu, olumlu bir elektrik aldık. Şehir merkezindeki koruluğu (Çamlık) gördük. Çoğu kent merkezinde olmayan bu güzellik, yeşil ve mavinin bu boyutta buluşması ikimizi de çok etkilemişti. Emlakçi Dursun Bey’in yardımıyla kalabileceğimiz bir yer edindikten sonra Ünye’ye yerleşmeye karar verdik. Yılın altı ayı, Nisan ila Ekim arasında Ünye’deyiz. 2005’ten bu yana üç yıl oldu, “iyi ki Ünye’yi tercih etmişiz” demekteyim. Ünye artık benim evim sayılır.

- Yılın diğer altı ayında neredesiniz?

Ekimin başında Hindistan’ın güney batı sahillerinde yer alan Gokana’ya gideceğiz. Nisan ayına kadar orda kalıyoruz.

- Oryantalist bir yaklaşımla mı hareket ediyorsunuz…Türkiye ve Hindistan?

Her iki ülke de bizim için ilginç. Yoga en büyük hobilerim arasına girdi. Ancak, kast sistemi nedeniyle Hindistan, “Batılı” gibi olma yolunda Türkiye’ye göre çok daha gerilerdedir. Bir milyara yakın nüfusuyla Hindistan’da konuşulan yüzlerce yerel dil var. Giderek İngilizce ortak anlaşma dili haline geliyor. Çoğunluk, yakın bir zamanda İngilizce konuşmaya başlayabilir. Bunun bazı avantajları var. Türkiye ise seksen beş yıl önce Atatürk isimli önderleriyle çok önemli bir mesafe kat etmiştir. Doğu ile Batı arasında farklı bir konumda bulunmaktadır. Taşıdığı dinamizm doğru kullanılırsa, Türkiye her açıdan dünyanın cazibe merkezi haline gelebilir.

- Kısa yaşam öykünüz?

Adım tam olarak, Wendy Seana Blake. 1959’da Batı Avustralya’da Perth ‘de doğdum. Babam Avustralyalı .Elektrik mühendisliğinden emekli. Aslen Kuzey Britanya’dan bir İskoç olan annem kütüphanecilik yapmış. Her ikisi de hayatta. Öğrenimimi Pert’de yaptım. Mordoch Üniversitesi sosyoloji bölümünden mezun oldum. Kültür ve İngiliz diliyle ilgili, antropolojik bir meslekte çalıştım. Eşim Michael Blake ile 1980’de tanıştım. Aslen Londra doğumlu olan eşim, Avustralya’da sosyal bilimler ve tarih dalında görevliydi. Onun da babası ses mühendisliği, annesi devlet memurluğu yapmış. Biri erkek, diğeri kız, iki çocuğumuz var. İkisi de Avustralya’da.. Erkek 24 yaşında: Immanuel, tarih okudu. Master yapıyor. Kızım Elvira 20 yaşında, Tarih ve feminist sosyoloji öğrenimi görüyor.



- Yolunuz Ünye’den nasıl geçti?

Seyahati sevdiğimizi söylemiştim. Daha önce Kuzey Afrika (Fas), bazı Ortadoğu ülkeleri, Yunanistan ve Bulgaristan’ı görmüştük. Eşim Michael 1964’te Çanakkaleyi görmüş. Birlikte 1986’te Hatay’a gelmiştik. Bu gezilerimiz sırasına Türkiye kontak noktalarımızdan biri oldu. Karadeniz’in ılıman iklimi, turizm akışının az olması ve daha az masraflı olması nedeniyle Ünye veya benzeri bir yerleşim bölgesinde yerleşmeyi düşündük. Ünye’ye tepeden bakınca, yeşili ve mavisiyle, koyuyla şirin bir görüntü bıraktı belleğimizde. Fatsa – Ordu arasındaki kıyı şeridi de aynı oranda cazip geldi bize. Sonuçta Ünye’ye yerleştik.

- Ünye ve Türkiye dışında, halen kafanızda “yerleşebilirim” diyebileceğiniz bir ülke yahut şehir var mı?

Belki Romanya…AB üyesi bir ülke. Kolayca çalışma ve yerleşme imkanına sahip olabiliyorsun. Romanya’da Ünye benzeri bir yer bulursam, tercih edebilirim. Yine de emin değilim. Buraya alışmaya başladım.

- Güzel, Romanya’da bir başka Ünye bulmanız mümkün olmaz, yahut Türkiye dilediğiniz gibi bir AB ülkesi statüsüne girer de sorun kalmaz.

Temenni ederim.

- Peki, Ünye için “Bu böyle olmamalı!” diyebileceğiniz , en önemli konu ya da konular?

Öncelikle çöp sorunu. Caddeler, sahiller ve plajlar çöp dolu. Kesinlikle bir çöp dönüştürme aygıtına ihtiyaç var. Deniz kıyıları çok güzel ama geleceğinden endişeliyim. Üstelik şehir merkezine kanalizasyonlardan lağım akıyor. Sağlıksız bir büyüme var kentinizde. Alt yapıya hiç önem verilmemiş. Batılı ülkeler bu çalışmaları yaparken, kentin 50 yıllık nüfus artışına cevap verecek biçimde projelendirilir. Gördüğüm kadarıyla burada günü kurtarmakla meşguller. Tıkanan yeri bypass yapmakla yetiniyorlar.

- Galiba imkanlar sınırlı(!) Ünye’nin turizm kenti olma potansiyeli var mı? İstikbali turizmde mi? Lüks otellerle donatılması bir getiri sağlar mı? Örneğin sizin ilk gelip gördüğünüz Çamlık’a çok yıldızlı bir otel yapılsa nasıl olur?

Büyük otel projeleri kenti kimliksizleştirme operasyonlarıdır. Her birinin diğerine benzediği, deniz kıyısında sıralanan beton yapılaşmalar giderek turistlerin ilgisini çekmemeye başlıyor. Her şeyden önce şehrin doğal yapısı değişiyor. Ünye’de bu tür oteller iş yapmaz. Akdeniz ve Ege kıyıları tercih edilir. Çünkü Karadeniz’in güneş garantisi yoktur. Yayla ve kongre turizmi ile eşit ağırlıkta ele alınırsa Ünye’de ihtiyaca karşılık gelecek bir iki büyük otel yeterli olur. Ünye’de turizme yönelik, eski evlerin korunması, restore edilmeleri ve konukevlerine dönüştürülmeleri bence daha uygundur. Günümüzde turistler daha değişik, otantik şeyler arıyor. Çamlık’a otel iyi bir fikir değil. Kent merkezinde kalan umuma açık bir koru ve sahilin koruma altına alınmasına şiddetle ihtiyaç var.

- Atatürk Parkı için yapılan dolguya ne diyorsunuz?

Gezdiğimiz ülkelerde bazı deniz dolgularına rast geldik. Dünyanın bazı bölgelerinde bu tür işlemlere baş vuruluyor. Hindistan’ın Bombay kentinde doldurulmuş alanlar gördük. Kendi ülkem Avustralya’da, bir ırmak havzasının doldurulup, kanallarla Venedik tarzı bir yapılaşmaya gidildiğine tanık oldum. Sonuç berbattı. Ekolojik denge bozulmuş, mevcut yeşillik ve su ürünleri tamamıyla transformasyona (olumsuz başkalaşım) uğramıştı. Bu tür işlemlere baş vurmadan önce, uzmanlarca konunun bilimsel bir analizi yapılmalı, çok zorunlu değilse kıyılar doğal haliyle muhafaza edilmelidir. Aksi halde doğaya bir günde yapabileceğimiz bir kötülüğü, doğa onlarca yıl tamir edemeyecektir.

- Ünye’de günü nasıl geçiriyorsunuz?

Okuyorum, müzik dinliyorum ve yoga yapıyorum. Aynı zamanda Yoga ve İngilizce öğretmenliği yapıyorum. Dışa dönük bir insanım. Eşim daha çok içe dönük. Ben sosyal ilişkileri olan biriyim. İngilizce öğretiyorum. İki öğrencim var. Türkçe öğrenmeye çalışıyorum. Bazen okullara gidip İngilizce derslerine katılıyorum.
Müzik derken, daha çok “rock” grupları Rolling Stones gibi… Quinn müzik grubunu, caz müziği ve klasik müzik; Mozart, Bach dinliyorum. Yoga önemli bir hobi benim için. Fizik hareket ve meditasyon sağlıyor. Kan dolaşımını düzenliyor. Bol bol çevreyi dolaşıyoruz. Özetle Ünye’yi seviyoruz.

- Çok teşekkür ederiz. Sizi yorduk ama Ünye için fikirleriniz bizim için çok önemliydi. Son olarak Ünye için bize iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?

Ben artık Ünye’yi evim olarak görüyorum. Lütfen çevreye özen gösterilsin. Hızla kirlenen bir dünyada öncelikle temiz kalabilmek, elde olanı korumak gerekir. Natürel (doğal) olanı her zaman tercih etmeliyiz. Ben de size teşekkür ediyorum. Daha doğal bir Ünye için, tüm Ünyelileri sevgiyle kucaklıyorum.



10 Mayıs 2008 Cumartesi

Cephe'den Mektup Ulusal Basında...

Bir süre önce Hizmet ve Kuzey Gazetelerinde yer alan “Cephe’den Mektup” araştırma – haber yazımız, 04 Mayıs 2008'de Radikal Gazetesi’nin Eki Radikal 2’de Nazan Özcan imzasıyla haber yapıldı. Sayın Mehmet Kavaklıoğlu’nun girişimiyle yerelden Ulusal Basın’a taşınan “Cephe’den Mektup”, bilindiği gibi 95 yıl önce Çanakkale Cephesi’nden yazılmış bir asker mektubu idi… Eyüboğlu Osman’a cephedeki oğlu Hüseyin’den yazılan mektup, bir inşaat için yıkılan bir binanın duvarında bulunmuştu. Ünye ile ilgili bir tarihi belge yerel basında işlendi, Ulusal basına şöyle yansıdı:







Küpürün tamamı.

04 Mayıs 2008'de Radikal 2'de yaınlanan haberin ardından 05 Mayıs'ta Hizmet TV'de haber olarak yayınlandı. Ertesi gün, (06 Mayıs) TRT Trabzon Radyosu'ndan bize ulaşan ekip aracılığıyla canlı yayına katılarak, haber üzerine bir söyleşi yaptık. Henüz Akkuş Çavdar Köyü ve "mahdum" Hasan Dede'yi bulmazdan önce Ünye Flash Radyo'da konuyla ilgili bir söyleşimiz olmuştu. Mektubun transkripyonunu yapan Sn. İrfan Dağdelen Mart'ın ikinci haftasına girerken bize çalışmasını göndermiş, biz de değerlendirerek yerel bir gazetede basımına hazır hale getirmiştik. Ünye Tarih Araştırması Grubu (Ü-TAG) olarak sayın Ahmet Kabayel ile birlikte yaptığımız değerlendirme sonucunda, haberi Çanakkale zaferinin yıldönümünde, Şehitler Haftasında duyurmayı düşündük. Gazetede o hafta yer alma imkanı olmayınca, ilgili yazıyı Ünye Gönüllüler Grubu (ÜGG)'na mail olarak atmış ve bir hafta sonra bir başka gazetede Kuzey Gazetesinde haber olarak yer almıştı.


Ünye Flahs Radyo söyleşisi ve Kuzey Gazetesi'nde yapılan haber sonrası, mektupta bahsi geçen Çavdar Kariyesi'ni araştırdık. Askerlik Şubesi ne Ünye Nüfus Müdürlüğü dahil bir çok yerde yaptığımız araştırma sonucunda Akkuş Çavdar Köyü'nü ve asker Hüseyin'in "mahdumum" dediği oğlu Hasan'ı 97 yaşında bulduk.
Yerel basında yeniden yer alan haber şu şekildeydi:

Kuzey Gazetesi 09 Nisan 2008


Hizmet Gazetesi, 31 mart 2008
Baskı Tarihi 07 Nisan 2008
Yerel Basından Ulusal Basına taşınan Cephe'den Mektup, böyle sonuçlandı...

Ahmet Derya Varilci

11 Nisan 2008 Cuma

Üç cephede savaşan ve evine dönemeyen asker Hüseyin’in mektubu, 95 yıl sonra sahibine ulaştı.


Hizmet Gazetesi , Yıl: 3, Sayı 117 , 7 Nisan 2008
CEPHE’DEN GELEN MEKTUP SAHİBİNE ULAŞTI

Nihayet cepheden gelen mektubun sahibine ulaştık.
Başlangıçta, 95 yıl önce cepheden yazılan ve bir yıkım sırasında duvarda bulunan mektubun izini sürerek, Asker mektubundaki Mahdum’um dediği oğul Hasan’a ulaşabileceğimizi hiç sanmıyorduk. Mektubun Sn. İrfan Dağdelen tarafından yapılan transkripsiyonunu defalarca okuduk. Her okuduğumuzda yeni bir ip ucu, yeni bir umut kaynağı yakaladık.
Oldukça ayrıntılı yazılan mektup, okudukça elimizde canlanıyor, adeta ete kemiğe bürünerek; geçmişte yaşananların soyut bir tarih yazımından ibaret olmadığı gerçeğini haykırıyordu.
Gözümüz, “Çavdar Karyesi” olarak belirtilen yere odaklandı. Yaptığımız araştırma bizi daha çok Çavdar Karyesi Redif Taburu olarak Mesudiye’ye yönlendiriyordu. Askerlik Şubesi’nde gerekli bilgilere ulaşmak mümkün olmayınca Nüfus Müdürlüğüne yöneldik. Ünye Nüfus Müdürlüğündeki görevlilerin çabaları sonuç verdi: Akkuş Çavdar Köyü çıktı karşımıza… Kayıtlarda Osman oğlu Hüseyin’in “mahdumum” dediği Hasan’a rastladık, ancak Hasan’ın babası Osman olarak görülmekteydi. Çavdar Köyü Muhtarı Sn. İsmail Yılmaz’ın telefonunu bulup olayı netleştirdik.


En önemlisi, hayatta olacağına hiç ihtimal vermediğimiz oğul Hasan Dede 97 yaşındaydı ve ayaktaydı. Tahmin ettiğimiz gibi babası cepheden dönmeyince, dedesi onu kendi nüfusuna yazdırmıştı.
Zaman geçirmeden bize Akkuş – Çavdar Köyü’nün yolu gözükmüştü.
Gittik, gördük, konuştuk ve döndük…
Üç cephede savaşan ve evine dönemeyen asker Hüseyin’in gönderdiği mektup, 95 yıl sonra sahibine ulaştı.


Yolun tümü asfalt olmadığı gibi, 97 yaşında bizi bekleyen Hasan Dede gibi bir başka sürpriz daha vardı: Kar.

Ahmet Kabayel karlı Akkuş - Çavdar köyü yollarında
Giderken kullandığımız aracı bize temin eden Sayın Aydın Kardeşimize bu vesileyle teşekkür ediyoruz.

Ünye Alayı 70. Redif Taburu’ndan Osmanoğlu Hüseyin’in 1913 yılında cepheden yazdığı mektup, 95 yıl sonra oğlu Hasan’ın ellerinde.
“Cepheden dönünceye kadar bu mektubumu kaybetmeyin” diye vasiyet eden asker Hüseyin’in mektubu, Cephe’den Ünye’ye ulaşmış, ancak o günden bu yana bir inşaat duvarında gizli kalmıştır. 1992 Yılında Hükümet Caddesi, Dönerçeşme Meydanı mahallinde Seyit Bilal İşhanı inşaatı sırasında bulunan mektup, muhtemelen 1915 - 20 arası Nuri Kadı’nın zemin üzerine tek kat inşa ettirdiği sırada bir tuğla içine gizlenerek, dış sıvaya yakın bir yere yerleştirilmiştir. Yıllar sonra eskiyen binanın yıkımı sırasında bulunan mektup, iş yeri sahibi Seyit Bilal İhtiyaroğlu tarafından okutturulmaya çalışılmış, bir asker mektubu olduğu anlaşılmıştır.
2003’te Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Kütüphane görevlileri tarafından da teyit edilen bu bilgi, ancak 95 yıl sonra İrfan Dağdelen transkripsiyonu ile açıklığa kavuşturulmuştur. Mektupta yazılan bilgiler doğrultusunda, Ünye Nüfus Müdürlüğüne, ve Askerlik Şubesine gidilmiş, Çavdar Karyesi kayıtlarına, asker Hüseyin’in “mahdumum Hasan Ağa’ya selam edüb gözlerinden öperim” dediği oğlu Hasan Uncu’ya ulaşılmıştır.
Akkuş’a bağlı Çavdar Köyü’nde geliniyle kalan 97 yaşındaki Hasan Uncu, cepheden dönmeyen babasının 95 yıl sonra köyüne ulaşan mektubu eline alarak, neredeyse bir asır kadar öncesine gitti. Zihnini zorlayarak kafamızda oluşan sorulara cevap vermeye çalıştı.
Mektubu kendisine okurken, yaşının ve yılların verdiği yorgunlukla hem mektuptaki bilgileri anlayıp doğrulamaya, hem de başka bilgilerle babasına ait öyküyü tamamlamaya çalıştı.
Asker Hüseyin’in babasına yazdığı bu mektup, inşaat duvarına gömülünceye kadar sahibine ulaştı mı bilmiyoruz, ama 95 yıl sonra gizlendiği yerden çıkarak bu defa oğlu Hasan’a ulaşmıştı. Yaklaşık iki ayda tamamlanan mektup, savaşın durumunu aktarıyor ve zor koşullar altında nasıl savaştıklarını anlatıyor.
Samsun Fırkası’nın Ünye Alayı’nın 70. Redif Taburu’na bağlı İkinci Bölük Dördüncü Manga’dan Osman oğlu Hüseyin aslen Çanakkale Cephesi’nde konuşlanan Gelibolu kuvvetlerine dahildir. Bulgarların Edirne’ye saldırıp katliam yapmaları üzerine, 13 gün süren bir yolculuk sonrası bölgeye intikal ederler. İstanbul’dan gelen Enver Paşa güçlerini takviye ederler. Mektupta sadece Batı Cephesi değil, ülkenin bütünü hakkında, özellikle Karadeniz’in Rus kuvvetleri tehdidine ait bilgiler mevcuttur.
Mektubu okudukça, 97 yaşındaki oğul Hasan’ın zihninde babasına ait hatıralar canlanıyor. Babasının üç kez cepheye usta asker olarak alındığını söylüyor. Mektubu yazdığı Çanakkale Cephesi ikincisidir. Edirne’den Galibolu’daki esas karargahına dönen Ünye Alayı, Çanakkale’de yazdıkları destanın ardından memleketlerine gönderilir. Çanakkale’ye giderken yeni doğmuş olan oğlu Hasan’a yeni kavuşmuştur ki, bu defa asker Hüseyin bir başka cepheye çağrılır. Kazım Karabekir komutasındaki Doğu Cephesi’ne yola çıkarken oğul Hasan henüz beş yaşındadır ve annesi, kardeşi Ali’ye hamiledir.
Asker Hüseyin’in 1918 sonunda eve dönüş yolundayken öldüğü söylenir. Cephedeyken doğan ikinci oğlunu göremez. Erzincan civarında öldüğü söylense de, cesedi bulunamaz… Kayıp olarak geçer kayıtlara. Ülke müdafaasında on binlerce şehit ve kayıplardan biridir sadece. Babası Osman, iki torununu da yıllar sonra kendi evladı olarak nüfusuna kaydeder.
Ünye Alayı 70. Redif Taburu ve Osmanoğlu Hüseyin
Samsun fırkasının Ünye Alayı’nın 70. Redif Taburu’nun İkinci Bölüğü’nün Dördüncü Mangası kaç çatışmaya girdi, kaç muharebe gördü ve hangi cephelerde savaştı?
Ünye’den gönderilen askerlerden kaçı şehit ve kayıp sayıldı?
Çeşitli belgelerden derleyerek, bize bu konuda bilgi sağlayan Ünyeli araştırmacı yazar Osman Doğan Beye teşekkür ediyor, elimize geçen 95 yıllık mektup uyarınca, bahsi geçen olayları araştırmak üzere kendilerine sunuyoruz.
Balkanlardan Yemen’e, Çanakkale’den Sarıkamış’a, Kırım’dan Trablus’a onlarca cephede savaşan Redif Taburlarının adına sıklıkla rastlarız.
Redif Taburları, son dönem Osmanlı ordusunda, nizami askerlik hizmetini tamamlamış yedek güçlerden oluşur. Seferberlik yıllarında redif taburları, giderek “yedek askeri güç” olmaktan çıkmış, dört yanda açılan cepheler ve bu cephelerde verilen kayıplar nedeniyle asli askeri yapıya dahil olmuşlardır. Hatta tecrübelerinden dolayı, donanımı ihdas edildiği sürece, Osmanlı’nın en etkili askeri güçleri arasına girer. Bütün cephelerde yer alan Redif Taburları, günümüzün özel komando timlerine atfedilen bir yakıştırmayla, Osmanlı’nın “Mavi Berelileri” olarak adlandırılırlar.
Üç cephede savaşan, çocuklarından birini kundakta, diğerini ana karnında bırakan ve gittiği son cepheden geri dönmeyen Osman oğlu Hüseyin’in 95 yıl önce savaştığı cepheden yazdığı mektup şimdi oğlu Hasan’ın ellerinde.
Asker bir babanın, babasına cepheden yazdığı mektup onlarca yıl bir duvarın içinde gizlendikten sonra ortaya çıkıyor ve 97. yaşını süren oğlunun eline ulaşıyor.
“Cevabını beklerim.” diye biten mektuba en güzel cevap, 97 yaşındaki oğlundan geliyor:
“Sevgili babam. Bu yaşa geldim, senin uğruna canını verdiğin bu topraklar hala bizim. Torunlarımız oldu, torunlarımızın da torunları… İnşallah onların da torunları olacak ve bize bahşettiğiniz bu topraklar bizim kalacak. Üzerinde bayrağımız dalgalanmaya devam edecek.”
Hasan Uncu dedemize veda edip ayrılırken, 95 Yıllık bir mektup ile, 97 yıllık bir ömrün buluşması olanca gücüyle kulağımıza bunları fısıldadı.



Bu araştırma Ünye Tarih Araştırması Grubu (Ü-TAG) tarafından hazırlanmış olup, Sn. İrfan Dağdelen, Ünye Nüfus Müdürlüğü ve Çavdar Köyü Muhtarı Sn. İsmail Yılmaz’ın ve Sn. Seyit Bilal İhtiyaroğlu’nun katkılarıyla hazırlanmıştır.

Ahmet Kabayel – Ahmet Derya Varilci