29 Nisan 2020 Çarşamba

Korona Günlerinde Siyaset



Korona Günlerinde Siyaset


Evet, bilinen siyasetten bahsediyorum.
Hani şu iktidarla muhalefet arasında süregelen…
Farklı yapılanmaların birbirleriyle olan kör dövüşleri.
Ucuz kasaba politikası dediğimiz alışıldık tavırlar.

Günde yüzlerce insanın öldüğü, dünyanın çaresiz kaldığı salgın günlerinde bile, aynı tavır devam ediyor.

****
Devletin en yetkili ağzından “önemli” açıklama bekliyoruz…
Fakat o ne?
Bildiğin propaganda konuşmaları…
Polemikler.
Neymiş efendim, muhalif bir belediye, bir ilden limon almış.
Üstelik iktidarın çağrısıyla yapmış bunu…
Yandaşın biri bu alım üzerinden “kumpas” kurmuş.
Olay mahkemeye taşınmış, falan filan!
En yetkili ağızdan önemli açıklamalar beklerken, ekranda ucuz polemiklerin döndüğü, klasik kasaba politikalarına tanık oluyoruz.
Vah Türkiye’m, vah!

****
Ankara ve İzmir Barolarının Diyanet İşleri Başkanı’na “serzenişi” var ki, onu da hem “adli vaka” hem de polemik konusu yaptık.
Neydi konu hatırlayalım…
Eşcinsellik mevzu; Diyanet o konuda bir hutbe yayınlamış.
Belki de yaşadığımız dünyayı, “Sodom ve Gomore” örneğine benzetmiş.
Yeri mi, zamanı mı, karar vermek bize düşmez.
Diyanetin hutbesinden Baro yöneticileri tedirgin olmuş ve Baro adına açıklama yapmışlar.
Bakış açısını “sesi çağlar öncesinden gelen şahıs” açıklamasıyla belli eden Baro yöneticileri, şüphesiz bu değerlendirmeyi temsil ettikleri avukat kitlesi ve evrensel hukuk normları adına yapmışlardır.
Korona günlerinde bu konunun adli hesaplaşma meselesi ve siyasi polemik konusu olabileceğini düşünmemişlerdir.
Diyanet Başkanı’nın açıklaması Diyaneti, Baro’nun açıklaması da Baro’yu bağlıyor. Diyanet’in hutbesine Diyanet camiasından karşı çıkan olur mu? Baro’nun yargısına mensubu olduğu avukatların tümü katılır mı?
Bilemeyiz.
Demokrasilerde çoğunluk eğilimi esastır.
Aynı camia içinde olunsa da, herkesin aynı biçimde düşünmesini beklemek doğru olamaz.
İnsan bazen farklı zaman dilimi içinde, değişik düşüncelere sahip olabiliyor.
Bu nedenle farklı eğilimlerin ifadesini, acımasız bir  linçe tabi tutmayı anlayamıyorum.
Ortada bir hakaret yok, inançları aşağılama olduğunu da sanmıyorum.
Neden bu infial, anlamak mümkün değil!

#evde kal
..
Hafta sonu pencereden dışarı bakıyorum. Sokağa çıkma yasağının üçüncü günü. El ayak çekilmiş. Sokaklar bomboş. Sahilde kimsecikler yok. Gökyüzü güneşli, yol kenarındaki erguvanlar çiçek açmış. Deniz durgun ve her zamankinden daha mavi...
Yasağa uyuyor Ünye.
Salgın’ın farkında.
Dışarıda görevliler dışında dolaşan yok.
Pandemi’nin kaçıncı günündeyiz, saymayı bıraktım.
Daha bir süre bu şekilde götüreceğiz.
Derken, yasağın kalktığı ilk gün ortaya çıkan görüntüler, çok da bilinçli hareket etmediğimizi gösteriyor.
Banka önünde uzayıp giden kuyruklar.
Çarşı Pazar iç içe dolaşan insanlar.
Kendini sahile atıp sosyal mesafeyi unutan halkımız.
Yeniden karamsarlığa sokuyor beni.
Salgın henüz bitme noktasından çok uzakta.
Biraz daha sabır...
#evde kal Ünye!


29.04.2020, Ünyekent

22 Nisan 2020 Çarşamba

Knidos’tan Aphrodite


Knidos’tan Aphrodite  


Bir süre önce bu sütunlarda Datça-Knidos’tan Demeter’le ilgili yazmıştım.
Geçen gün Knidos’la ilgili bir haber okudum:

“Corona’dan ölen Amerikalı için ‘İyi bilmezdik’ mesajı!”

Muğla’nın Datça ilçesindeki tarihi Knidos harabelerinde 1970'li yıllarda kazı çalışmaları yapan Amerikalı tarihçi ve arkeolog corona virüsünden yaşamını yitirdi. Datça Belediyesi Twitter hesabından “İyi bilmezdik” mesajı yayınlayarak ölüm olayını duyurdu.

****
Gelen eleştiriler üzerine Datça Belediyesi ikinci bir paylaşım yaparak "İyi bilmezdik" cümlesinin şık olmadığı eleştirisine katıldığını yazıyor ve “affınızı istirham ediyoruz" mesajını paylaşıyor.
Eğer durum, başkanın dediği gibiyse, affedilecek bir ifade yok.
Hatta az bile demiş!
Cumhuriyet Türkiye’sinde Osmanlı kafasıyla (tabi ardında başka çıkar hesapları yoksa), bu ne vurdumduymazlık?
Taşınmaz Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu ne güne duruyor?
Koruma Kanunu o dönemde yok muydu?

****
Olayın biraz daha detayına girelim.
Antik Knidos kenti harabelerinde 1971-1977 yılları arasında birçok kazı yapan Amerikalı Arkeolog Prof. Dr. Iris Cornelia Love'ın corona virüsü sebebiyle hayatını kaybetmiş. Knidos'ta birçok tarihi eseri Amerika'ya kaçırmakla suçlanan Love için belediyenin sosyal medya hesabından yapılan açıklamada “Knidos’u soyan, Afrodit heykelini bulacağım diye dinamitle taş taş üstünde bırakmayan Amerikalı Prof. Arkeolog Iris Cornelia Love, Corona’dan hayatını kaybetmiş. İyi bilmezdik.” ifadeleri kullanılıyor
Arkeoloji dünyasında bilinen bir isim olan 87 yaşındaki Love’ın New York'ta yaşadığını öğreniyoruz. 1933’te Manhattan, New York’ta doğan Love’ın babası borsacı, annesi New York’ta bir özel menkul kıymetler şirketinin mirasçısıdır. Annesi ve babası kıymetli eser toplayan koleksiyonerlerdir. Cornelia Love, imparatorlara ait özel eşyalar ve Napolyonik emanetlerle ilgili koleksiyon tutkusunu anne-babasından alıyor. Sanat tutkusu evlerine gelen bilim adamlarınca da destekleniyor. Smith College’den mezun olduktan sonra Floransa Üniversitesi’nde Etrüks savaşçı rakamları ile ilgili lisans tezini yapıyor. New York Üniversitesi’nde doktora yaparak, 1960’lı yıllarda doçent oluyor. 1966’da Long Island Üniversitesi’ne dönen Love, Knidos’ta kazı kampanyası için para topluyor.
Knidos’ta kazıları 1967-1977 yıları arasında ABD Long Island Üniversitesi adına başlatıyor. Knidos’ta Aphrodite Kutsal Alanı’nı keşfediyor. İlk kazı kampanyasının başarısından sonra, her yıl daha fazla para toplayarak Knidos’taki araştırmalarını yoğunlaştırıyor. 1969’da ekibi, Aphrodite Tapınağı’nın kalıntıları olduğunu düşündüğü bir temel keşfediyor. Keşif uluslararası medyanın dikkatini çekiyor. Beyaz Saray tarafından da ödüllendirilen Love, Knidos’ta taş üstünde taş bırakmıyor. Bir arkeolojik kazıdan çok, Troia hazinelerini arayan Schliemann gibi “kıymetli eser arama” çalışması yapıyor. 1973’te tarihi mekanı “tahrip” ettiği gerekçesiyle kazıları iptal ediliyor. Heykeltıraş Praksiteles’in yaptığı Aphrodite heykelini bulma tutkusu (bulup bulmadığı, bulduysa nerede olduğu hala bilinmiyor) bu şekilde sona eriyor.

****
Knidos’ta kazı yapan Prof. Dr. Ertekin Doksanaltı, Cornelia Love'ın ölümünün ardından konuşanlardan bir diğeridir.
Selçuk Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Öğretim Üyesi Başkanı Prof. Dr. Ertekin Doksanaltı, iddialara ilişkin açıklamalarda bulunuyor. Knidos kazı ve restorasyon Başkanı Prof. Dr. Ertekin Doksanaltı, Knidos Antik Kenti’nde Iris Cornelia Love’in yaptığı kazılar sırasında, bilimsel ve etik anlamda tasvip edilmemesi gereken çok ağır uygulamaların söz konusu olduğunu söylüyor. Prof. Dr. Doksanaltı, "Kültür varlıklarına, tahribata yönelik uygulamaları var. Kendisi her ne kadar arkeolog da olsa, hiçbir arkeolog onun gibi çalışmaz. Ne yazık ki, o yıllarda bu tahribatlar meydana gelmiş. Love’ın, Knidos Antik Kenti’ne verdiği en büyük zarar; kazılarında materyal, malzeme ve eser bulmaya yönelik olarak çalışmış olmasıdır. Kesin olan şu ki, her yeri delik deşik edercesine kazmış. Bu kazılar sırasında yaptığı en büyük katliam ise, çıkan hafriyatın denize dökülmesidir. Bunun affedilir hiçbir yanı yok” demektedir.

 “Tarihi limanın arkeolog eliyle bu hale getirilmesi çok üzücüdür.”

Iris Love’ın yaptığı çalışmalar sırasında önemli tahribatlara yol açtığını söyleyen Prof. Dr. Doksanaltı şu açıklamayı yapmıştır:
"Yapılan kazılar sırasında ortaya çıkan hafriyat, küçük limana dökülerek adeta bataklığa dönüştürülmüş. Bu nedenle ne yazık ki küçük liman kullanılamayacak hale getirilmiş, deniz seviyesi düşmüş ve içeriye teknelerin bile girmesi imkânsız hale getirilmiş. Tarihi limanın arkeolog eliyle bu hale getirilmesi çok üzücüdür. Sadece bununla da kalınmamış. Yuvarlak tapınağın kazılarında ortaya çıkan hafriyat da aynı şekilde metrelerce yükseklikten denize dökülmüş. Bu şekilde bir çalışma kendisine hem zaman kazandırmış hem de paradan tasarruf etmiş. Biz niye yapmıyoruz? Dünyanın parasını harcayıp, şehrin dışındaki uygun alanlara kamyon kamyon hafriyat taşıyoruz. Kısacası, Iris Love’in burada yaptığı kazı çalışmaları arkeoloji bilimine aykırı olduğu gibi, doğa, tarih ve kültür varlığı tahribatına yol açmıştır. Doğa, tarih ve kültür varlıklarına verdiği zararlar arkeoloji bilimi adına utanç vericidir.”
Ne var ki, eserlerin kaçırıldığına ilişkin ortaya atılan iddiaların kanıtlanmış bulgular olmadığını söylüyor.
"Ben bu konuya pek ihtimal vermiyorum. Çünkü bu konuda daha önce yöreden birçok kişiyle görüştüm, konuştum. Kaçırıldığını söyledikleri eserlerin birçoğu Bodrum Müzesi’nde bulunuyor. Kaçırılma olaylarına pek itibar etmiyorum. Hatta altından heykeller çalındığı iddia edenler bile oldu. Peki nerede bu altından heykeller? Bunlar yanıtı olmayan iddialar ve inandırıcı da değil. Ancak ben bir bilim adamı olarak oldu diyemem. Çünkü elde herhangi bir maddi kanıt yok” diyor. (Kaynak: DHA, Haber Türk, vb.)
Maddi kanıt olmasa da yapılanlar ortadadır. 1970’li yıllarda yaşanan bu olayın benzeri günümüzde de yaşanıyor maalesef… Tarihi anlamda olmasa da, Salda Gölü bu tür uygulamalara en açık örnektir. Ünye’deki “Çöp yığma” tesisleri vb. Yeri ve zamanı geldiğinde değineceğiz.


22.04.2020Ünyekent

15 Nisan 2020 Çarşamba

Corona Günlükleri: 35. Gün


Corona Günlükleri: 35. Gün


Eve kapanalı 35 gün oldu…
Aslında günler değil saydığımız…
Kim, nerede, ne kadar ölmekteyiz?
Akşam haberleriyle birlikte tutuyoruz bilançosunu ölenlerimizin…
Felaketin boyutları giderek büyüyor...
Ne zaman sona erecek, belli değil…
Tarihinin en büyük felaketlerden biriyle karşı karşıyayız! 

****
Tarihinin en büyük felaketlerden biri mi?
Sorguluyoruz…
Nasıl oldu, neden oldu, ne yapıyoruz, ne yapmalıyız?
Daha önceki vakalar nasıldı?

****
Tarihin bilinen ilk ve en büyük salgını Doğu Roma’da (Bizans) 541-542 yıllarında yaşanmış. 30 ila 50 milyon kişinin, o dönem İstanbul’unda vebadan öldüğü tahmin edilmektedir. Bizans imparatorundan dolayı adı Justinian Vebası olarak bilinir ve tarihin ilk büyük veba salgınıdır. 1. Veba salgını adıyla da bilinir.
Aslında Veba salgınından 400 yıl önce de, yaklaşık 5 milyon insanın ölümüne sebep olan bu salgın, MS. 165-180 yılları arasında yaşandığı tahmin edilen, Yakın Doğu'daki seferlerden Roma İmparatorluğu'na dönen askerler tarafından getirilmiş bir hastalıktır. Çiçek hastalığı ya da kızamık olduğu zannedilen bu salgın nedeniyle Roma imparatoru Lucius Verus'un (ö. 169) hayatını kaybettiği bilinmektedir.
Tarihin kaydettiği en büyük insan kaybı, yine bir veba salgını nedeniyle ortaya çıkmış ve Avrupa Ortaçağ’ında yaşayan insanların neredeyse yarısının ölümüne sebep olmuştur.
Tarih: 1347-1351
Yer: Avrupa
Salgın: Kara Veba (hastalığa yakalananların cilt altında siyahlaşmaya neden olduğu için bu adı almıştır.) 2.Veba Salgını adıyla da bilinir.
Yersinia persis bakterisinin yol açtığı, tarihin bu ikinci büyük veba salgınında 200 milyon insanın öldüğü tahmin edilmektedir.

****
Veba salgınının ortaya çıkardığı ölüm rakamları, Dünya Savaşı adıyla bilinen Emperyalist Paylaşım Savaşlarında ölen insan sayılarından kat be kat fazladır.
3. Veba salgını 1885’te ortaya çıkmış, aynı bakterinin sebep olduğu ölümlerin sayısı 12 milyon kişi olarak belirtilmiştir.
Veba’dan sonra en büyük kayba neden olan salgın amili Çiçek Hastalığıdır.
Bu sayılar, tarihin o dönemlerinde nasıl saptanabilmiş, ne ölçüde gerçeği yansıtabilir,  bilinmemektedir.
Bugün bile Covid19 kayıpları tartışılmaktadır, verilen rakamlara şüpheyle bakılmaktadır.
Teknolojinin, iletişimin geldiği noktada hiçbir olgunun gizlenemeyeceği gerçeğini ileri sürsek bile, yaşadığımız dünya her zaman dezenformasyona açıktır. Bilgi çarpıtma yahut yanıltma haber diyebileceğimiz bu olgu, teknolojik gelişimle birlikte çağımızda daha da artmıştır. Örneğin Dünya Sağlık Örgütü, ülkemizdeki Covid19 verilerini eksik, yetersiz hatta yanlış bulmaktadır. Ülkemizin jeopolitik yapısı, bu olayda bile yeterli olgunlukta değildir.

****
Hala iktidarla muhalefet aynı potada buluşarak, ülke kaderini doğrudan etkileyen bu salgın karşısında ortak tavır belirleyebilmiş değildir.
Olan olmuştur, hiç değilse bu andan itibaren atılacak adımlarda tam bir mutabakata varılmalıdır.
Karşı karşıya olduğumuz vaka H1N1 (İspanyol Gribi), H2N2 (Rus Gribi), H2N2 (Asya Gribi) sıradan bir virüs vakası değildir.
Domuz Gribi, Kuş Gribi gibi bir vaka da değildir.
Ebola Virüsü yahut Korona ailesinin diğer versiyonları olan SARS ve MERS virüsleri de değildir.
Ne zaman ve nasıl sona ereceği belli olmayan bir salgındır.
Dünya, belki çok daha büyük kayıplar içeren salgınlar yaşadı…
Ancak…
Bilim ve teknolojinin günümüz koşullarında bile bu denli çaresiz kaldığını düşünürsek…
Daha duyarlı olmamız gerekmiyor mu? 
 

Ünyekent, 15.04.2020


8 Nisan 2020 Çarşamba

Çantı Tekniği ve Orta Karadeniz Mimarisi


 Çantı Tekniği ve Orta Karadeniz Mimarisi

On yıl önce, Ünye Tarih Araştırma Grubu olarak 25 Mart 2010’da “Kabadirek Yaycı Cami” adlı bir araştırmamız yayınlanmıştı. Ağırlıklı olarak caminin inşasında kullanılan “Çantı” tekniğinin Türklerin Orta Asya’da yaşarken uyguladıkları bir yöntem olarak Anadolu’ya taşıdıklarından söz etmiştik.
Şüphesiz insanın doğadaki barınma sorunu her yerde, o yerin şartlarına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Coğrafi şartlar; doğal malzeme kaynakları (bitki örtüsü) ve jeolojik yapı, insanın yaşadığı bölgenin mimarisini de şekillendirmiş, doğal olarak farklı yapı tipleri ortaya çıkmıştır. Ancak, yapıların inşası ve şekil almasında coğrafi konum ve çevreden sağlanan malzeme kadar, bu malzemeyi kullanan insanların sosyoekonomik yapısı da önemli rol oynar.
Çantı tekniğiyle inşa edilmiş yapılar, Orta Asya steplerinde konar-göçer yaşam tarzına sahip Türklerin çok eski tarihlerden bu yana kullandığı bir yöntemdir. Anadolu’ya, özellikle Karadeniz kesimine geldiklerinde, konar-göçerliği süren bu toplulukların, karşılaştıkları coğrafi koşulların elverdiği ölçüde benzer mimari yapılar kurmaları kaçınılmazdır.
Ne var ki, geldikleri bölgede bu teknik; “çantı tekniği”, tarih öncesi zamanlardan beri kullanılan bir yöntemdir.
Bu saptama, Samsun-Bafra bölgesinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda net olarak ortaya çıkmıştır. İkiztepe’de ortaya çıkarılan Geç Kalkolitik Çağ ve İlk Tunç Çağı ahşap yapı kalıntılarından, söz konusu evlerin çantı tekniği ile inşa edildiklerini anlıyoruz.  

İ. Kılıç Kökten, 1947

Bölgede hemen hemen ilk arkeolojik araştırmaları gerçekleştiren Ünye kökenli hemşerimiz Prof. Dr. İ. Kılıç Kökten’dir. Kökten’in Türk Tarih Kurumu Yayını Belleten, Ankara 1947’de Karadeniz’de Samsun Bafra İkiztepe, Dündartepe ve Tekkeköy’de yapılması gereken kazı ve araştırmalardan söz etmektedir.
Bu araştırmalar sonucunda, kökeninin Geç Kalkolitik Çağ’a (İ.Ö. 4500-3500) değin uzandığı Bafra-İkiztepe ve Samsun-Dündartepe kazıları sonrası anlaşılan geleneksel ahşap mimarinin İlk Tunç Çağı (İ.Ö. 3500-2000) ile Orta Tunç Çağı’nın erken dönemleri (İ.Ö. 2000-1750) boyunca devam ettiği bilinmektedir.
Söz konusu mimari yapılar içinde öne çıkan yöntem çantı tekniğidir.

“Bu tarz mimaride, yapının ana malzemesini oluşturan tomrukların veya kerestelerin uçlarına derin çentikler açmak suretiyle çantı tekniği uygulanarak, oluşturulan ve bir bakıma temel görevini yerine getiren dörtgen kasnak, gerçekte temelsiz olarak inşa edilen bu yapıların toprağa oturan kısmını oluşturmuştur. Yapıyı hem nemden korumak hem de çoğu kez düz olmayan yüzey üzerine dengeli olarak yerleştirmek amacıyla, bu kasnak ile yüzey toprağı arasına, özellikle köşelere gelecek şekilde iri taşlar yerleştirilmiştir.” [1]

Ahşap mimari bölgemizde Antik Çağlardan bu yana kullanılagelen bir tarzdır. Ksenophon (İ.Ö. 430-354) Anabasis adlı eserinde bölgede yaşayan Mossyonikler’in yapılarının ahşaptan olduğunu yazar. [2]
Amasya’lı coğrafyacı Strabon (İ.Ö. 64-21) ise, Geographika adlı eserinde, bölgede nitelikli ormanların bulunduğunu yazar. Nitekim Romalı yazar ve mimar Vitruvius (MÖ. 1. Yüzyıl) Mimarlık Üzerine On Kitap adlı eserinde şöyle demektedir:

“Pontus’taki Kolkhis halkı gür ormanlara sahip olduğundan ağaç kütüklerini olduğu gibi sağlı sollu dümdüz yere yatırır, aralarında ağacın boyu kadar bir mesafe bırakıpuç kısımlarına enlemesine bir çift daha kütük koyar ve evin iç mekanını bu şekilde çevreler. Sonra bunların üzerine dört taraftan ağaç dikmelerini birer birer yerleştirerek köşelerinden birbirine bağlar, böylece en alttan tepeye dimdik ağaçtan duvara örüp yüksek kuleler inşa etmiş olur. Malzeme kalın olduğundan, aralarda kalan boşlukları da yongalarla, balçıklarla doldurup tıkar. Çatılarını da, yine kirişleri enlemesine uzatıp boylarını uçlarından azalta azlta çıkar ve dört taraftan piramit şeklinde tepede birleştirir; sonra da bunları dalla, yaprakla, balçıkla kaplayıp böylece kulelerini en kaba biçimiyle piramit bir çatıyla kapatmış olur. [3]

Orta Karadeniz Mimarisi

Orta Karadeniz Bölgesi Kıyı Kesimi’nin Prehistorik Çağ’daki diğer önemli merkezi olan Dündartepe’de de hiçbir temel taşına rastlanmaması, burada kalın tomrukların temel olarak kullanıldığını göstermektedir. Kökten ve T. Özgüç’ün belirttiği üzere, Dündartepe’de çok miktarda sıva parçası ele geçilmiş ancak bilinen taş temelli yapılar ve taş duvarlı yapılara rastlanamamıştır.
Kaşka yahut Gaşga adıyla Hitit tabletlerinde geçen Orta Karadeniz halkına ait Tunç Çağı (MÖ. 2200-1450) ve sonrasına ait; Erken Demir Çağı (1200-850) ve Orta Demir Çağı (MÖ. 850-650) dönemleri boyunca herhangi bir yerleşim izlerine rastlanamamıştır. Buna rağmen, Kaşkalar’ın tıpkı Orta Asya’daki Türkler gibi konar-göçer topluluklar oldukları tahmin edilmektedir. Dolayısıyla mevcut iklim koşulları gereği, benzer konutlara sahip oldukları düşünülmektedir.
Karadeniz kıyılarına ulaşan Türk boylarının, bugün örneklerini ahşap camilerde, ahşap ayaklar üzerinde oturtulmuş ambarlarda (serender) ve yayla evlerinde gördüğümüz çantı tekniğini uygulayış biçimleri nereden gelmektedir?

1- Erken Tunç Çağı’nın başından itibaren, beş bin yıllık zaman diliminde bölgede yapılagelen (geleneksel) mimari bir tarzın, bölgeye dışarıdan gelenler tarafından uygulanışı mı?
2- Bu mimari biçim, Orta Asya’dan gelen Türklerin beraberinde getirdikleri bir uygulama tekniği mi?

Aslında bu yapı tekniği, birbirine oldukça benzeyen sosyal yapıların, benzer ekonomik koşullar altında aynı coğrafyada buluşmasından ibarettir.

Günümüze ulaşan Çantı Mimarisi

“Samsun yöresinde ahşap mimarinin Türkler’in Anadolu’ya girdikleri dönemde de devam ettiği görülmektedir. Samsun’un Çarşamba ilçesinde bulunan, 13. yüzyıla tarihlenen (Kuniholm 2000: 130) Göğceli/Gökçeli Cami çantı/çandı tekniğinin uygulanmış olduğu en ilgi çekici ve güzel yapılardan biridir.” [4]
Çarşamba’daki Göğceli Cami gibi, üzerinde araştırma yaptığımız bölgemizdeki ahşap camilerden Laleli Cami ve Kabadirek (Yaycı) Cami çantı uygulamasına ilgi çekici örneklerdendir. Kareye yakın ölçüleri ve çivi kullanılmadan Kurtboğazı biçiminde kenarlarından birbirine geçirilen kaba ağaç akşamıyla bu camiler bölgedeki mimari uygulamaların ayakta kalmayı başaran en eski örnekleridir.



[1] Şevket Dönmez, Emine N. Dönmez, Geç Kalkolitik Çağdan Günümüze
Orta Karadeniz Bölgesi Kıyıları Kıyı Kesiminde Geleneksel Ahşap Mimari, Belkıs Dinçol ve Ali Dinçol’a Armağan, Ege Yay, s. 219
[2] Ksenophon, Anabasis, On Binlerin Dönüşü, İş B. Yay. V, II, 25
[3] Vitruvius, Mimarlık Üzerine On Kitap, Alfa Yay., 4. Baskı, 2019, s. 63
[4] Şevket Dönmez, Emine N. Dönmez, age, s. 223







08.04.2020, Ünyekent

1 Nisan 2020 Çarşamba

Corona Günlükleri: 20. Gün


Corona Günlükleri: 20. Gün


Eve kapanalı 20 gün oldu.
Neyse ki antrenmanlıyım kapalı mekânlara…
Üstelik bundan çok daha zor koşullarda günün doğmasını bekledim.
Kaçıncı gündü, belli bir zamandan sonra saymayı bıraktığım…
Yaşamla ölüm arasında gidip gelmişliğimizdi.
“Bugün de ölmedim anne!” diyen, Ahmet Erhan’ın…
Alacakaranlıktaki ülkemizden bir gün…
Apansız çekip gitmesi gibi…
Dünyada ve ülkemizde ölenlerin sayısını tutuyoruz günbegün…
Günlüklerimizde.

****

Köşe yazılarında anlatılan fıkraları pek sevmem.
Kıssadan hissemize düşen olsa da, anlık bir durumdur.
Yedi adım gider, unutulur… 
Lakin bu aktaracağım farklı…
Ege’den bir okul arkadaşım, can dostum paylaşmış.

****

Adamın biri arabasıyla giderken yolda bir yolcu alır arabaya.
Adam arka tarafa biner...
Şoför...
- Eee hemşerim kimsin, nereye gidersin, der...
Yolcu:
- Ben Azrail’im, canını almaya geldim, der...
Şoför alaycı bir tavırla:
- Sen mi Azrail’sin der. Yav senin gibi Azrail olur mu hiç, der...
Yolcu sakin bir tavırla:
- Sen daha önce Azrail gördün mü de tarif ediyorsun der...
Ve ekler yolcu...
— İnanmadın bana öyle mi?
Şoför:
- İnanmadım tabi, der...
Yolcu:
- Öyle mi, bak 200 metre ileride bir adam daha alacaksın, sonra görüşürüz bu konuyu der.....
Gerçekten de adamın dediği gibi şoför 200 metre ilerde bir yolcu daha alır... Yolcu ön tarafa oturur... Olaylar bundan sonra daha da enteresanlaşır...
Şoför yanındakine...
- Eee sen kimsin nereye gidersin, der....
Öndeki:
- Ağabey beni merkezde bir yerde indirirsen çok sevinirim, adım falanca der...
Şoför:
- Yav, şu arkadaki adam bana Azrail’im diyor, görüyor musun şu herifi… Biz iyilik ediyoruz, bizimle dalga geçiyor zibidi, der...
Öndeki arkaya bakar:
- Abi arkada kimse yok ki, der...
Şoför hışımla arkaya bakar ve:
- Kör müsün be adam, arkada oturuyor işte!
Öndeki arkaya bir daha bakar:
- Abi senin kafan iyi mi, yoksa dalga mı geçiyorsun benimle, der...
Bu sefer arkadaki söze girer...
- Gördün mü der şoföre, öndeki beni ne duyabilir, ne de görebilir!
Şoförün bir anda dizlerinin bağı çözülür beti benzi atar....
Arkadaki şoföre:
- Hadi! Der, arabayı kenara çek, 2 rekât namaz kıl, canını alacağım! Der...
Şoför ağlamaklı çaresiz bir şekilde arabayı kenara çeker ve iner arabadan.
Sonra...
Sonra ne olmuş biliyor musunuz?

Adamlar arabayı aldığı gibi kaçmışlar!
(Şimdi bize söylenen, 200 m. ileride arabaya alacağımız adamda sıra!)

Daha sağlıklı bir yarında buluşmak umuduyla.


Ünyekent, 01.04.2020