Gıda Arkeolojisi
Gezegenimizde insan türünün beslenme alışkanlığı anne karnında
başlar. Yaşam boyu sürüp giden bu gereksinme, tıpkı diğer canlılarda olduğu
gibi yaşamsal bir zorunluluktan doğmaktadır. Dolayısıyla insanlar varoluşundan
bu yana, tüm canlılar gibi kesintisiz bir biçimde besin maddelerini bulma,
üretme ve tüketime hazır hale getirme çabası içinde olmuşlardır.
Bir birey olarak insan varlığı üzerine yoğunlaşan Jean-Paul Sartre’ın varoluşçu
felsefesinden, Hans Werner Ingensiep’in
antropolojik gözlemlerine kadar insanın insan olma sürecini beslenme faktörüne bağlayan
görüşler gıda arkeolojisiyle doğrudan ilintilidir.
Bu nedenle karakterler varoluş koşullarının süreçleri içinde
zorunluluklara uyma, karşı koyma, arayış, boyun eğme gibi insanlık durumlarıyla
var olagelmişlerdir.
Arkeolojik araştırmalar, avcı-toplayıcı topluluklardan ilk
tohumun toprağa atıldığı neolitik devrime kadar uzanan süreçte insanın neyle ve
nasıl beslendiği üzerinde yoğunlaşmıştır. Buluntulardan katmanlar arasındaki besin
kalıntıları ve insan dışkıları ayrı bir önem kazanmıştır.
İnsan Ne Yerse Odur
Tam bu noktada sözü Hans Werner Ingensiep’e bırakalım.[1]
Mesele oldukça popüler olan ve genellikle yanlış anlaşılan “İnsan ne yerse odur!” ifadesinin
anlamlandırılması olduğunda Alman filozof Ludwig
Feuerbach önemli bir çıkış noktasıdır. Feuerbach 1850 yılında Hollandalı
kimyager Jakob Moleschott’un gıda
bilimi konusundaki yeni ve sıra dışı çalışmasına bir eleştiri yazısı yazmıştı.
Moleschott, Justus von Liebig’in yeni organik kimya ve fizyolojisine dayanarak
kaleme aldığı kitabında halkı doğru beslenme konusunda bilgilendirmek
istemiştir, bu amaç kitabın isminden de açıkça anlaşılmaktadır: “Gıda Öğretisi.
Halk İçin.” Vatandaş ve fizyolog Moleschott kendi döneminin toplum
eleştirmenliği yapmış olan felsefecileri Feuerbach,
Karl Marx veya Friedrich Engels ile benzer şekilde insanın yalnızca materyalist
bir zeminde anlaşılabileceği kanısındaydı. İnsanın yalnızca maddeden ibaret
olduğunu, başka hiçbir şey olmadığını düşünen Fransız felsefeci ve hekim Julien
Offray de La Mettrie’nin 18.
yüzyılda çoktan düşündüğü üzere insan, fiziksel bir makinedir ve insanın düzgün
çalışması için gerekli olan tek şey maddenin doğru karışıma sahip olmasıdır.
Metabolizmaya ilişkin rasyonel, diğer bir ifadeyle bilimsel bilgi nihayetinde
insana doğada yeni bir kimlik de kazandırır. Yani burada Tanrı ve din
olmaksızın, insana ve doğaya materyalist bir bakış söz konusudur. Bu sebeple,
doğru beslenme sayesinde insanın sağlıklı, keskin düşünebilen ve enerjik
olabileceği ve hatta doğru beslenmenin halkın kendisini sömüren ve kendisine
zulmedenlere karşı siyasi bir devrim yapabilmesi için temel olduğu inanışı
geçerliydi. Bundan dolayı Feuerbach; sadece patatesle beslenen İrlandalıların
tam da bu kötü bitkisel beslenmelerin sebebiyle biftek yiyen İngilizler
karşısında emperyalizmden kurtulma şanslarının olmadığı kanaatindeydi. Bu
sebeple gerçek bir siyasi devrim ancak bilimsel temelde doğru bir beslenme ile
mümkün olabilirdi. Bundan dolayı Feuerbach yazdığı eleştiri için “Bilim ve
Devrim” başlığını seçmiştir. Eskilerin ünlü “Yemek ve içmek bedeni ve ruhu bir
arada tutar” ifadesi felsefe alanında da yepyeni bir anlam kazanmış ve
Feuerbach “Alman materyalizminin babası” kabul edilmiştir.[2]
Ingensiep, Feuerbach’ın “insanların bitkisel gıdalarla beslenen
vejetatif kesimi güçsüzdür” tezine katılmasa da, insanın kendi türdeşlerinden
farklı biçimde evrimleşerek nasıl insan olabildiğini yine büyük oranda beslenme
faktörüyle açıklamaktadır.
Neden Diğer Primatlar Evrimle İnsan Olamadı?
19. Yüzyıl Darwin’in
evrim kuramıyla çalkalandı. İngiliz
biyolog ve doğa tarihçisi Charles Robert Darwin’in
natural selection (doğal seçilim)
yoluyla evrim kuramını ortaya atması,
kutsal kitaplarda yer alan teolojik anlatıları alt üst etmişti. Aydınlanma
Çağı’nın düşünürleri karşısında konuyu fazla irdeleyemeyen kilise camiası,
sonunda bilimle uzlaşmayı seçti.
Bizde ise konunun tartışılması günümüze kadar sürdü.[3]
Neden günümüzün gelişmiş primatları (insana en çok benzeyen
yaratıklar, hominidler) evrimle insan olma yolunda mesafe kaydedemiyor?
Sorunun cevabı milyonlarca yıl önce başlayan “insan olma”
serüvenimizde yatmaktadır.
Homo sapiensler, ilk insan benzeri varlıklar olan insansılar
(hominid) grubunun bir parçasıdır. Arkeolojik ve antropolojik kanıtlara
dayanarak, insansıların 2,5 ila 4 milyon yıl önce Doğu ve Güney Afrika'da diğer
primatlardan evrimsel olarak ilk ayrılığın başladığı öne sürülmektedir. İnsansı
familyası arasında çeşitlilik olmasına rağmen, bipedalizm yani iki ayak
üzerinde yürüyebilme yeteneği hepsinde ortaktır.
Evrim teorisine göre ilk modern insan olan Homo sapiensler,
200.000- 300.000 yıl önce ilk insansı (hominid) atalarından evrilmişlerdir. Yaklaşık
70.000-100.000 önce Afrika'yı terk etmeye başlamışlar ve 50.000 yıl önce de dil
yeteneği geliştirmişlerdir.
Bu süreçte birçok insansı türü olmasına rağmen yalnızca Homo
sapiens neslini sürdürebilmiştir. Örneğin mağara insanı olarak bilinen Neandertaller ‘in nesli devam
etmemiştir.
Evrimleşme sürecinde insanla hayvan arasında yer alan, alet
yapımı olmasa da alet kullanımı konusunda mahir sayılan primatlardan bugün de
söz etmek mümkündür.[4]
Neslin tükenmesi evrimin normal bir parçası sayılmaktadır.
Diğer insansıların neden evrimleşemedikleri veya hayatta kalamadıklarına dair günümüzde
pek çok teori mevcuttur. Beslenme faktörü bunların başında gelir. Yemek bulmak
için rekabete girememe, vahşi yaşam koşulları, iklim değişiklikleri ve volkanik
patlamalar bunlardan bazılarıdır.
Göç Dalgası
Modern insanların (Homo sapiens) Afrika’dan göçmeye ne zaman
başladığı konusunda bazı belirsizlikler vardır. İlk göç dalgasının 100.000 ila
75.000 yıl önce gerçekleştiği tahmin edilmektedir. İnsanlar alet kullanma,
giyinme, konuşma, avcılık için disiplinli işbirliği yapma, ateş yakma ve
sığınak kullanma gibi pratiklerde kendisinden daha önceki insan türlerine
oranla daha becerikli ve dolayısıyla farklı habitatlara uyum sağlamada daha
başarılı oldukları için, bu denli geniş bir coğrafyaya yayılmayı
başarmışlardır.
Homo sapiens bu süreçte dilin gelişmesi sonucu organize
olmaya, plan yapmaya ve sorunlarını birlikte çözmeye başladı. Sorunların çözüm
yollarından biri de yeni yerler keşfetmekti. Afrika’dan ilk göç dalgasının
başlama nedeni kesin olarak bilinmese de, ilk akla gelen besin kaynaklarına
ulaşma mücadelesinin daha kolay olduğu yerler keşfetme öngörüsüdür. İnsanlar bu
gibi endişelerini dil aracılığıyla paylaşıp, plan yapabilmişler ve böylece yeni
yaşam alanlarına göç etmeye başlamışlardır. Avcı-toplayıcı topluluklar halinde yaşayan insanın bu ilk evresi
binlerce yıl sürmüştür ve insanlığın uzun dönemidir.
Günümüzden sadece 12.000 yıl önce insan, yerleşik toplumsal
yapıyı oluşturmayı başardı. O zamandan bu yana toprakta ürün yetiştiriyoruz, tarım-hayvancılık
yapıyoruz ve yerleşik olarak yaşıyoruz. Oysa insanın ilk ortaya çıkışı, bilinen
en eski aletlerin bulunmasıyla birlikte 3,4 milyon yıl öncesine çekildi. Kabaca
hesaplarsak, insan kronolojisinin yüzde doksan dokuzu avcı-toplayıcı toplum
yapısıyla yani insanın evrimleşme süreciyle geçmiş.
Bugün de aynı çabayı, insan olma abasını göstermiyor muyuz?
Neolitik Devrim
Gordon Childe’ın deyişiyle Neolitik Devrim günümüzden
yaklaşık 12.000 yıl önce başladı. Tarım Devrimi olarak da adlandırılan Neolitik
Devrim, göçebe yaşam tarzından yerleşik hayata geçişi ve orada doğal kaynakların
kullanmaya başlanmasıyla insanların tarımsal faaliyetlerinin temelini oluşturdu.
Neolitik dönem Son Buzul çağının bitimine, içinde bulunduğumuz
jeolojik devir Holosen’in ise başlarına denk gelir. İnsanların yaşam tarzını,
beslenme alışkanlıklarını ve birbirleriyle etkileşimini sonsuza dek değiştiren
bu dönemde, göçebe insan toplulukları avcı toplayıcılıktan daha yerleşik bir
düzene geçerek çiftçi oldular. Bu durum kısmen ve giderek daha fazla bitkinin
evcilleştirilmesinden kaynaklanmaktaydı.
Söz konusu geçişin tam olarak ne zaman ve neden gerçekleştiği
hala birer tartışma konusu olsa da, avcı toplayıcılıktan tarıma yöneliş tüm
dünyada belgelendirilmiş durumda. Tarımsal faaliyetlerin ilk kez, Orta Doğu
topraklarında yer alan Bereketli Hilal’de,
birden fazla insan grubu tarafından birbirinden bağımsız olarak
gerçekleştirildiği düşünülüyor.[5]
İnsanların neden göçebe hayatı bırakıp yerleşik düzene
geçtiğine dair çeşitli varsayımlar bulunuyor. Artan nüfusun yarattığı baskının
besin rekabetini artırıp yeni besinler yetiştirme ihtiyacını doğurması; tarıma,
yaşlı ve çocukları besin üretimine katmak için geçilmesi; insanların ilk
evcilleştirme uğraşları sırasında değiştirdikleri bitkileri besin kaynağı
olarak benimsemesi daha sonraysa bu bitkilerin insanlara bağımlı hale gelmesi
bu varsayımlardan yalnızca birkaçı.
İnsanlar tarımla haşır neşir oldukça, hayvanları evcilleştirip
onları bu uğraşa dahil etmeye başlamıştı.
Irak ve Anadolu’da koyun ve keçi güdüldüğüne dair 12.000 yıl öncesine
dayanan delillere rastlandı. Evcilleştirilen hayvanların iş gücü olarak
kullanılması daha kapsamlı tarımsal faaliyetleri mümkün kılmış ve istikrarlı
bir şekilde artan nüfusa et ve süt yoluyla ek besin sağlamıştı.[6]
İnsanlar 23.000 yıl önce gibi erken bir tarihte bitkileri ve
tohumlarını toplamaya başlamış, arpa gibi tahılları
ekip biçmeleri ise 11.000 yıl öncesi gibi yine erken bir tarihte meydana
gelmişti. Bu tarihten sonra, bezelye ve
mercimek gibi protein yönünden zengin diğer besinlere geçilmişti. İlk çiftçiler
yetiştiricilikte daha iyi hale geldikçe, depolanması gereken fazladan tohum ve
mahsuller de üretilmeye başlandı. Bu durum, daha tutarlı besin mevcudiyeti
sayesinde nüfus artışını teşvik etmiş, tohumları depolama ve mahsule bakma
ihtiyacı sebebiyle de daha yerleşik bir yaşam tarzı gerektirmişti.
İlk insanın tohumları
evcilleştirmesi, çekirdek bölge tabir edilen Bereketli Hilal’in kuzey
kesiminde yani Anadolu topraklarında
gerçekleşmiştir. Kaliteli tahılın
anavatanı binlerce yıldan bu yana Anadolu’dur.
Ne var ki, Anadolu insanı bugün yurtdışından ithal tahıl tüketiyor.
Devam edecek: Bir sonraki konu başlığı “Anadolu Neolitiği”
18.01.2023, Ünyekent
https://www.unyekent.com/kose-yazilari/gida_arkeolojisi_-3693.html
[1] Hans
Werner Ingensiep ( 1953 doğumlu ) bir Alman yazar, filozof ve bilimsel
literatür editörüdür. Duisburg-Essen Üniversitesi'nde profesördür.
Çalışmalarının odak noktası biyoetik, doğa felsefesi ve antropoloji
alanlarındaki konulardır. Ingensiep, Friedrich-Wilhelms-University Bonn'da
okudu ve burada 1983'te fitohormonların etkileri üzerine doktorasını yaptı.
1983 ve 1986 yılları arasında Bonn Üniversitesi Genetik Enstitüsü'nde araştırma
görevlisi olarak çalıştı, daha sonra 1990'dan 1996'ya kadar Essen'deki Kuzey
Ren-Vestfalya Bilim Merkezi'ne taşındı. 1995 yılında habilitasyon eğitimini
tamamlayarak felsefe ve bilim tarihi öğretme yetkisi aldı. Nihayet 2003 yılında
Duisburg-Essen Üniversitesi'nde misafir profesör oldu.
[2] Prof.
Dr. Hans Werner Ingensiep, İnsan Ne Yerse Odur-İnsan tabloları, beslenme biçimleri
ve kimlik arayışına ilişkin bir makale, 2018, Duisburg-Essen Üniversitesi,
Felsefe Bölümü.
[3] Bkz. Evrim
Aldatmacası, Evrim Teorisi'nin Bilimsel Çöküşü ve İdeolojik Arka Planı, Adnan
Oktar (Harun Yahya), Araştırma Yayıncılık, 7. Baskı, 2013
[4] Hans
Werner Ingensiep, Hayvanlaştırma ve insanlaştırma arasındaki büyük maymunlar, 4
Temmuz 2015, geçmişte ve günümüzde primat araştırması, " Etkili maymun –
Hayvanlarda zeka, empati ve ahlak hakkında " konferansındaki konuşma,
Rottenburg-Stuttgart Piskoposluk Akademisi, Weingarten konferans evi, 3.-4.
Temmuz 2015 (video belgeleri).
[5] Prof.
Dr. Mehmet Özdoğan, Neolithic in Turkey. Arkeoloji ve Sanat Yayınları.
İstanbul. 1999
[6] Erin
Blakemore. National Geographic. 5 Nisan 2019.