18 Ocak 2023 Çarşamba

Gıda Arkeolojisi




Gıda Arkeolojisi

 

Gezegenimizde insan türünün beslenme alışkanlığı anne karnında başlar. Yaşam boyu sürüp giden bu gereksinme, tıpkı diğer canlılarda olduğu gibi yaşamsal bir zorunluluktan doğmaktadır. Dolayısıyla insanlar varoluşundan bu yana, tüm canlılar gibi kesintisiz bir biçimde besin maddelerini bulma, üretme ve tüketime hazır hale getirme çabası içinde olmuşlardır.

Bir birey olarak insan varlığı üzerine yoğunlaşan Jean-Paul Sartre’ın varoluşçu felsefesinden, Hans Werner Ingensiep’in antropolojik gözlemlerine kadar insanın insan olma sürecini beslenme faktörüne bağlayan görüşler gıda arkeolojisiyle doğrudan ilintilidir.

Bu nedenle karakterler varoluş koşullarının süreçleri içinde zorunluluklara uyma, karşı koyma, arayış, boyun eğme gibi insanlık durumlarıyla var olagelmişlerdir.

Arkeolojik araştırmalar, avcı-toplayıcı topluluklardan ilk tohumun toprağa atıldığı neolitik devrime kadar uzanan süreçte insanın neyle ve nasıl beslendiği üzerinde yoğunlaşmıştır. Buluntulardan katmanlar arasındaki besin kalıntıları ve insan dışkıları ayrı bir önem kazanmıştır.

 

İnsan Ne Yerse Odur

 

Tam bu noktada sözü Hans Werner Ingensiep’e bırakalım.[1]

Mesele oldukça popüler olan ve genellikle yanlış anlaşılan “İnsan ne yerse odur!” ifadesinin anlamlandırılması olduğunda Alman filozof Ludwig Feuerbach önemli bir çıkış noktasıdır. Feuerbach 1850 yılında Hollandalı kimyager Jakob Moleschott’un gıda bilimi konusundaki yeni ve sıra dışı çalışmasına bir eleştiri yazısı yazmıştı. Moleschott, Justus von Liebig’in yeni organik kimya ve fizyolojisine dayanarak kaleme aldığı kitabında halkı doğru beslenme konusunda bilgilendirmek istemiştir, bu amaç kitabın isminden de açıkça anlaşılmaktadır: “Gıda Öğretisi. Halk İçin.” Vatandaş ve fizyolog Moleschott kendi döneminin toplum eleştirmenliği yapmış olan felsefecileri Feuerbach, Karl Marx veya Friedrich Engels ile benzer şekilde insanın yalnızca materyalist bir zeminde anlaşılabileceği kanısındaydı. İnsanın yalnızca maddeden ibaret olduğunu, başka hiçbir şey olmadığını düşünen Fransız felsefeci ve hekim Julien Offray de La Mettrie’nin 18. yüzyılda çoktan düşündüğü üzere insan, fiziksel bir makinedir ve insanın düzgün çalışması için gerekli olan tek şey maddenin doğru karışıma sahip olmasıdır. Metabolizmaya ilişkin rasyonel, diğer bir ifadeyle bilimsel bilgi nihayetinde insana doğada yeni bir kimlik de kazandırır. Yani burada Tanrı ve din olmaksızın, insana ve doğaya materyalist bir bakış söz konusudur. Bu sebeple, doğru beslenme sayesinde insanın sağlıklı, keskin düşünebilen ve enerjik olabileceği ve hatta doğru beslenmenin halkın kendisini sömüren ve kendisine zulmedenlere karşı siyasi bir devrim yapabilmesi için temel olduğu inanışı geçerliydi. Bundan dolayı Feuerbach; sadece patatesle beslenen İrlandalıların tam da bu kötü bitkisel beslenmelerin sebebiyle biftek yiyen İngilizler karşısında emperyalizmden kurtulma şanslarının olmadığı kanaatindeydi. Bu sebeple gerçek bir siyasi devrim ancak bilimsel temelde doğru bir beslenme ile mümkün olabilirdi. Bundan dolayı Feuerbach yazdığı eleştiri için “Bilim ve Devrim” başlığını seçmiştir. Eskilerin ünlü “Yemek ve içmek bedeni ve ruhu bir arada tutar” ifadesi felsefe alanında da yepyeni bir anlam kazanmış ve Feuerbach “Alman materyalizminin babası” kabul edilmiştir.[2]

Ingensiep, Feuerbach’ın “insanların bitkisel gıdalarla beslenen vejetatif kesimi güçsüzdür” tezine katılmasa da, insanın kendi türdeşlerinden farklı biçimde evrimleşerek nasıl insan olabildiğini yine büyük oranda beslenme faktörüyle açıklamaktadır.

 

Neden Diğer Primatlar Evrimle İnsan Olamadı?

 

19. Yüzyıl Darwin’in evrim kuramıyla çalkalandı. İngiliz biyolog ve doğa tarihçisi Charles Robert Darwin’in natural selection (doğal seçilim) yoluyla evrim kuramını ortaya atması, kutsal kitaplarda yer alan teolojik anlatıları alt üst etmişti. Aydınlanma Çağı’nın düşünürleri karşısında konuyu fazla irdeleyemeyen kilise camiası, sonunda bilimle uzlaşmayı seçti.

Bizde ise konunun tartışılması günümüze kadar sürdü.[3]

Neden günümüzün gelişmiş primatları (insana en çok benzeyen yaratıklar, hominidler) evrimle insan olma yolunda mesafe kaydedemiyor?

Sorunun cevabı milyonlarca yıl önce başlayan “insan olma” serüvenimizde yatmaktadır.

Homo sapiensler, ilk insan benzeri varlıklar olan insansılar (hominid) grubunun bir parçasıdır. Arkeolojik ve antropolojik kanıtlara dayanarak, insansıların 2,5 ila 4 milyon yıl önce Doğu ve Güney Afrika'da diğer primatlardan evrimsel olarak ilk ayrılığın başladığı öne sürülmektedir. İnsansı familyası arasında çeşitlilik olmasına rağmen, bipedalizm yani iki ayak üzerinde yürüyebilme yeteneği hepsinde ortaktır.

Evrim teorisine göre ilk modern insan olan Homo sapiensler, 200.000- 300.000 yıl önce ilk insansı (hominid) atalarından evrilmişlerdir. Yaklaşık 70.000-100.000 önce Afrika'yı terk etmeye başlamışlar ve 50.000 yıl önce de dil yeteneği geliştirmişlerdir.

Bu süreçte birçok insansı türü olmasına rağmen yalnızca Homo sapiens neslini sürdürebilmiştir. Örneğin mağara insanı olarak bilinen Neandertaller ‘in nesli devam etmemiştir.

Evrimleşme sürecinde insanla hayvan arasında yer alan, alet yapımı olmasa da alet kullanımı konusunda mahir sayılan primatlardan bugün de söz etmek mümkündür.[4] 

Neslin tükenmesi evrimin normal bir parçası sayılmaktadır. Diğer insansıların neden evrimleşemedikleri veya hayatta kalamadıklarına dair günümüzde pek çok teori mevcuttur. Beslenme faktörü bunların başında gelir. Yemek bulmak için rekabete girememe, vahşi yaşam koşulları, iklim değişiklikleri ve volkanik patlamalar bunlardan bazılarıdır.

 

Göç Dalgası

 

Modern insanların (Homo sapiens) Afrika’dan göçmeye ne zaman başladığı konusunda bazı belirsizlikler vardır. İlk göç dalgasının 100.000 ila 75.000 yıl önce gerçekleştiği tahmin edilmektedir. İnsanlar alet kullanma, giyinme, konuşma, avcılık için disiplinli işbirliği yapma, ateş yakma ve sığınak kullanma gibi pratiklerde kendisinden daha önceki insan türlerine oranla daha becerikli ve dolayısıyla farklı habitatlara uyum sağlamada daha başarılı oldukları için, bu denli geniş bir coğrafyaya yayılmayı başarmışlardır.

Homo sapiens bu süreçte dilin gelişmesi sonucu organize olmaya, plan yapmaya ve sorunlarını birlikte çözmeye başladı. Sorunların çözüm yollarından biri de yeni yerler keşfetmekti. Afrika’dan ilk göç dalgasının başlama nedeni kesin olarak bilinmese de, ilk akla gelen besin kaynaklarına ulaşma mücadelesinin daha kolay olduğu yerler keşfetme öngörüsüdür. İnsanlar bu gibi endişelerini dil aracılığıyla paylaşıp, plan yapabilmişler ve böylece yeni yaşam alanlarına göç etmeye başlamışlardır. Avcı-toplayıcı topluluklar halinde yaşayan insanın bu ilk evresi binlerce yıl sürmüştür ve insanlığın uzun dönemidir.

Günümüzden sadece 12.000 yıl önce insan, yerleşik toplumsal yapıyı oluşturmayı başardı. O zamandan bu yana toprakta ürün yetiştiriyoruz, tarım-hayvancılık yapıyoruz ve yerleşik olarak yaşıyoruz. Oysa insanın ilk ortaya çıkışı, bilinen en eski aletlerin bulunmasıyla birlikte 3,4 milyon yıl öncesine çekildi. Kabaca hesaplarsak, insan kronolojisinin yüzde doksan dokuzu avcı-toplayıcı toplum yapısıyla yani insanın evrimleşme süreciyle geçmiş.

Bugün de aynı çabayı, insan olma abasını göstermiyor muyuz?  

 

Neolitik Devrim

 

Gordon Childe’ın deyişiyle Neolitik Devrim günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce başladı. Tarım Devrimi olarak da adlandırılan Neolitik Devrim, göçebe yaşam tarzından yerleşik hayata geçişi ve orada doğal kaynakların kullanmaya başlanmasıyla insanların tarımsal faaliyetlerinin temelini oluşturdu.  

Neolitik dönem Son Buzul çağının bitimine, içinde bulunduğumuz jeolojik devir Holosen’in ise başlarına denk gelir. İnsanların yaşam tarzını, beslenme alışkanlıklarını ve birbirleriyle etkileşimini sonsuza dek değiştiren bu dönemde, göçebe insan toplulukları avcı toplayıcılıktan daha yerleşik bir düzene geçerek çiftçi oldular. Bu durum kısmen ve giderek daha fazla bitkinin evcilleştirilmesinden kaynaklanmaktaydı.

Söz konusu geçişin tam olarak ne zaman ve neden gerçekleştiği hala birer tartışma konusu olsa da, avcı toplayıcılıktan tarıma yöneliş tüm dünyada belgelendirilmiş durumda. Tarımsal faaliyetlerin ilk kez, Orta Doğu topraklarında yer alan Bereketli Hilal’de, birden fazla insan grubu tarafından birbirinden bağımsız olarak gerçekleştirildiği düşünülüyor.[5]

İnsanların neden göçebe hayatı bırakıp yerleşik düzene geçtiğine dair çeşitli varsayımlar bulunuyor. Artan nüfusun yarattığı baskının besin rekabetini artırıp yeni besinler yetiştirme ihtiyacını doğurması; tarıma, yaşlı ve çocukları besin üretimine katmak için geçilmesi; insanların ilk evcilleştirme uğraşları sırasında değiştirdikleri bitkileri besin kaynağı olarak benimsemesi daha sonraysa bu bitkilerin insanlara bağımlı hale gelmesi bu varsayımlardan yalnızca birkaçı.

İnsanlar tarımla haşır neşir oldukça, hayvanları evcilleştirip onları bu uğraşa dahil etmeye başlamıştı.  Irak ve Anadolu’da koyun ve keçi güdüldüğüne dair 12.000 yıl öncesine dayanan delillere rastlandı. Evcilleştirilen hayvanların iş gücü olarak kullanılması daha kapsamlı tarımsal faaliyetleri mümkün kılmış ve istikrarlı bir şekilde artan nüfusa et ve süt yoluyla ek besin sağlamıştı.[6]

İnsanlar 23.000 yıl önce gibi erken bir tarihte bitkileri ve tohumlarını toplamaya başlamış, arpa gibi tahılları ekip biçmeleri ise 11.000 yıl öncesi gibi yine erken bir tarihte meydana gelmişti.  Bu tarihten sonra, bezelye ve mercimek gibi protein yönünden zengin diğer besinlere geçilmişti. İlk çiftçiler yetiştiricilikte daha iyi hale geldikçe, depolanması gereken fazladan tohum ve mahsuller de üretilmeye başlandı. Bu durum, daha tutarlı besin mevcudiyeti sayesinde nüfus artışını teşvik etmiş, tohumları depolama ve mahsule bakma ihtiyacı sebebiyle de daha yerleşik bir yaşam tarzı gerektirmişti.

İlk insanın tohumları evcilleştirmesi, çekirdek bölge tabir edilen Bereketli Hilal’in kuzey kesiminde yani Anadolu topraklarında gerçekleşmiştir. Kaliteli tahılın anavatanı binlerce yıldan bu yana Anadolu’dur.

Ne var ki, Anadolu insanı bugün yurtdışından ithal tahıl tüketiyor.

 

Devam edecek: Bir sonraki konu başlığıAnadolu Neolitiği”

 

18.01.2023, Ünyekent

https://www.unyekent.com/kose-yazilari/gida_arkeolojisi_-3693.html



[1] Hans Werner Ingensiep ( 1953 doğumlu ) bir Alman yazar, filozof ve bilimsel literatür editörüdür. Duisburg-Essen Üniversitesi'nde profesördür. Çalışmalarının odak noktası biyoetik, doğa felsefesi ve antropoloji alanlarındaki konulardır. Ingensiep, Friedrich-Wilhelms-University Bonn'da okudu ve burada 1983'te fitohormonların etkileri üzerine doktorasını yaptı. 1983 ve 1986 yılları arasında Bonn Üniversitesi Genetik Enstitüsü'nde araştırma görevlisi olarak çalıştı, daha sonra 1990'dan 1996'ya kadar Essen'deki Kuzey Ren-Vestfalya Bilim Merkezi'ne taşındı. 1995 yılında habilitasyon eğitimini tamamlayarak felsefe ve bilim tarihi öğretme yetkisi aldı. Nihayet 2003 yılında Duisburg-Essen Üniversitesi'nde misafir profesör oldu.

[2] Prof. Dr. Hans Werner Ingensiep, İnsan Ne Yerse Odur-İnsan tabloları, beslenme biçimleri ve kimlik arayışına ilişkin bir makale, 2018, Duisburg-Essen Üniversitesi, Felsefe Bölümü.

[3] Bkz. Evrim Aldatmacası, Evrim Teorisi'nin Bilimsel Çöküşü ve İdeolojik Arka Planı, Adnan Oktar (Harun Yahya), Araştırma Yayıncılık, 7. Baskı, 2013

[4] Hans Werner Ingensiep, Hayvanlaştırma ve insanlaştırma arasındaki büyük maymunlar, 4 Temmuz 2015, geçmişte ve günümüzde primat araştırması, " Etkili maymun – Hayvanlarda zeka, empati ve ahlak hakkında " konferansındaki konuşma, Rottenburg-Stuttgart Piskoposluk Akademisi, Weingarten konferans evi, 3.-4. Temmuz 2015 (video belgeleri).

[5] Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, Neolithic in Turkey. Arkeoloji ve Sanat Yayınları. İstanbul. 1999

[6] Erin Blakemore. National Geographic. 5 Nisan 2019.