15 Aralık 2007 Cumartesi





BENİM KADINLARIM








Eşim Fatoş’a

8 Mart Dünya Kadınlar gününü böyle bir başlıkla karşılamak, bazılarına garip, hatta aykırı bile gelebilir.

Başlıktaki gibi; yazacaklarım bana ait ve beni bağlar. Benim dışımda hiç kimse, yazacaklarımdan sorumlu değildir.

Medyada sıkça işlenerek, bir tüketim nesnesi haline getirilen diğer "bilmem ne" günleri gibi, 8 Mart'ın anlamı ve önemi de törpülenmiştir. Che Guevara posterlerinin başına gelenler, maalesef "Kadınlar Günü" nün de başına gelmiştir.

8 Mart'ın öyküsü günümüzden çok öncelere dayanır. 8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanması, uluslararası düzeyde kabul gören bir hal alması 1970'lere rastlasa da, bu tarihe kaynaklık eden olay ve dünya kadınlarının ortak bir gün olarak kutlanma isteğinin gündeme gelişi 1800'lerin ortasını bulur.

ABD'nin New York kentindeki Cotton tekstil fabrikasında çalışan işçi kadınlar, 1800'lü yılların ortalarından beri daha iyi çalışma koşulları, emeklerinin karşılığında hak ettikleri ücret ve daha iyi yaşam için mücadele vermektedir. Ama bunca yıllık mücadeleye karşın elde edebildikleri pek bir hak yoktur. En sonunda, 8 Mart 1908 günü, haklarını alabilmek için son çare olarak greve giderler. Ancak patronlar bu greve zalim bir şekilde müdahale ederler. 129 kadın işçi yanarak ölür.

Aynı yıl diğer endüstri kollarındaki kadınlar da mücadeleye devam ederler. Kadınların yürüttükleri mücadelenin temelinde seçme ve seçilme hakkı, günlük çalışma saatlerinin düzenlenmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve ücretlerin yeniden belirlenmesi gibi konular bulunmaktadır.

Ülkemizde ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlamaya başlayan 8 Mart, 1975 sonrası daha yaygın olarak kutlanmaya başlandı ve caddelerimize dek yayıldı.

"Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı" programı uyarınca, 1975 yılında "Türkiye 1975 Kadın Yılı" kongresi yapılmıştır. 8 Mart, 1980 askeri darbesinden sonra dört yıl anılmadı . 1984'ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından Dünya Kadınlar Günü kutlanmaya başlandı. Kadınlar 80'li yıllarda 8 Mart'ı izinli yürüyüş ve şenliklerle kutlayamamışlarsa da, küçük gruplar halinde mütevazi kutlamalarını sürdürdüler. 90'lı yıllarda kadın kuruluşlarının sayı ve çeşitliliğinin artması ile beraber 8 Mart daha geniş bir katılımla kutlanılır oldu. Ancak bu kutlamalar her defasında içeriğinden soyutlanarak, ülkemizdeki diğer sosyal hak arayışları gibi cılızlaştırılarak sürmektedir. Olay adeta medyatik bir gösteri, magazinel bir olay olarak lanse edilmektedir.

12 Eylül fırtınasının esas ezip geçtiği ve onarılması imkansız hale getirdiği olgu işte budur.

Tüm bunların yanında, "benim kadınlarım" diyebileceğim kadınlardan ikisini, 2006 yılında yitirdik. Ben bu günü kendimce, bu iki kadına adıyorum:

Duygu Asena ve Oriana Fallaci.

Her ikisi de gazeteci, yazardı. Mücadeleci ve dik duruşuyla, her ikisi de, 2007'nin 8 Mart'ında anılmaya değer insanlardı.

Duygu Asena, Clara Zetkin gibi, iş hayatına pedagog olarak başladı. Zetkin'in "Yaşamın sürdüğü her yerde mücadele vardır." deyişini doğrularcasına yazdı, yazdıklarının arkasında durdu. 1988'de "Kadının Adı Yok" adlı kitabı yasaklandı, ama boyun eğmedi. Yazdıklarından dolayı çeşitli sıfatlarla anıldı, yenik düşmedi. Ama beynindeki bir tümör, O'nu 30 Temmuz 2006'da yendi.

1929 Doğumlu Oriana Fallaci isimli İtalyan gazeteci, bir dönemin önemli gazetecisi ve "kadın"ıydı. Bir dönem sadece "kadın" değil, "insanlık" sesi ve vicdanı olarak ortaya çıktı. Doğmamış Çocuğa Mektup, Tarihle Söyleşiler kitabı, baş ucumuzda yerini alan ender kitaplardandı. 13 Kitabından 2'si dışında hepsi ingilizceye çevrilmiş, 26 dilde yayınlanmıştır.

Fallaci, ömrü ahirinde, "Aklın Gücü"nü yazdığı kitabında farklı bir kimliğe bürünüyor. 2002'de Hristiyanlığı, sonra da İslam dinini aşağılayan söylemlerini giderek ırkçı bir muhtevada ele alıyor. Ama bunlar bile, bu büyük gazeteci ve yazarın önemini bir çırpıda silip atamıyor.

15 Eylül 2006'da Rönesans'ın doğduğu Floransa'da hayata veda ederken, dünya O'nu "hak ettiği" nin çok altında bir ilgiyle uğurluyor.

8 Mart'ta bunca kadın varken, "neden bu iki kadın?" diye soranlara, özellikle "bu ikisi" diyorum. Clara zetkin, Rosa Lüksemburg, Aleksandra Kollantay gibi iz bırakan kadınları şüphesiz unutmuyoruz. 8 Mart'ı yaratan 129 kadın işçi başta olmak üzere, Nene Hatunları, Kara Fatmaları unutmak mümkün mü?

Şair'in dediği gibi:

"Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan
ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız."


Esenlikler,

Ahmet Derya Varilci
Ünye, 08/03/2007




Not: Sekiz ay önce Kadınlar Günü nedeniyle yazmıştım bunları... Bugün 15 Aralık, eşimin doğum günü. Yeniden anımsamaktayım kadınlar-ımız-ı...
ÇEKEREK KIYILARINDA



Cumhuriyet’in ilk yıllarında Çekerek kazası, Hacıköy adında bir köymüş. O tarihte Sivas’a bağlı olan Zile ilçesi’nin bir köyü iken, 1928’de Sorgun’a bağlanmış. 1944’te Yozgat’a bağlı bir ilçe olmuş. Adı, ilçeden geçen ırmakla anılmış: Çekerek.

Zekeriya Temizel’in yazdığı anı-roman türündeki son kitabı adını işte bu ilçeden alıyor:

Çekerek Kıyılarında.

Temizel’i aslında bir çok Ünye’li tanır.

1964’tü galiba. Aslen Fatsa’lı olan bir diş teknisyeni, bazı nedenlerden ötürü, ikamet etmek için Ünye’ yi tercih etmişti. Gelip, şimdiki Kabayel işhanı, Hizmet TV’nin olduğu binaya yerleşmişlerdi.. Biz ise, bu dişçi amcanın, Ali Faik Gündüz beyin kiraladığı yerin yanında, bitişiğinde oturuyoruz. Eşi Gülten Abla neredeyse okul öğrencisi yaşında. Ablama arkadaş gelmişti. Zeki adında kundakta bir oğulları vardı. Sonra üç oğlan çocukları daha olacaktı.

Sevgili ağbeyim Zekeriya, işte bu dişçi amcamın kayınbiraderiydi. Gülten ablamın bir iki yaş küçüğü. Gerçi aile arasında biz ona daha çok Fikret derdik. Aslen Sivas’ın Yıldızeli kazasındandı. O dönemde Lisedeydi. Yıllarca referans kaynağım oldu. İlk kulaç atarak yüzme stilini bana o öğretti, Şimdi iskeleti kalmış eski iskeleden köprüye yüzmeyi, kavgada neden yürekli olunmasının gerektiğini bana o öğretti. Önüme geniş bir ufuk açtı. Sağ olsun.

Temizel, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okurken, eniştesi Fatsa’ya döndü. Belki bu nedenle birçok defa Fatsa’ya ve köyleri olan Kabakdağ’a gidip, kaldım.

Temizel’in çalışkanlığı yanında keskin zekasından ve gözlemciliğinden etkilenmemek mümkün değildi.

Hiç unutmam, aya ilk ayak basıldığı tarihte Fatsa’da, Zekeriya ağabeyle beraberdik ( Temmuz 1969 ). Onun memuriyet, benimse Üniversite yıllarımda ve sonrasında bağlantımız tamamen koptu. Gülten ablalarla, benim ailemin ilişkileri zaman zaman kesintiye uğrasa da hiç kopmadı.

Derken, İstanbul Defterdar’ı, Gelirler Genel Müdür’ü oldu. Ardından, Ecevit Hükümeti'nde Maliye Bakanlığı yaptı.

Her Cuma günü Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinden yazmaktadır.

Çekerek Kıyılarında, işte bu insanın gözlemlerine dayanan bir anı-roman.

Ünye ile Zile arasında uzanan bir coğrafya.

Ülkemiz ne kadar küçük değil mi? Tıpkı insan yüreği gibi; küçücük.

Ama bu yüreğin kucakladığı kocaman bir dünya var. O küçücük yüreğe gerektiğinde tüm dünya sığmakta.

Üstelik ağız, dil bilmeden. Sınırları, mayınlı tarlaları aşarak.

Henüz Çekerek Kıyılarında’yı edinemedim, okumadım. Ya Cücür’den sipariş vereceğim, yahut internetten satın alacağım. Kitaptan ufacık bir bölüm buldum, bir yerden ve işte onu aktarıyorum…

Nınadüğ ile Esme nene adında, iki yaşlı kadının öyküsü var, bu kısa alıntıda. Mekan Çekerek Irmağının kıyısı:

“Nınadüğ ile Esme Nene’nin günlerce ne konuştukları herkesin merak konusu olmuştu. Esme Nene, Kürtçe’den başka, Ninadüğ de çerkesçe ve Rusça’dan başka bir dil bilmezdi. (….) Bazen Esme Nene, bazen de Ninadüğ konuşurken gözlerinden sicim gibi yaş boşalıyor, diğeri de sanki anlatılanı anlamış gibi gözyaşı dökmeye başlıyordu. (…) Kucaklaşmaları da bir garip olurdu. Esme Nene, Nınadüğ’e kollarının yetiştiği yerden, yani belinden sarılır, Nınadüğ de onun başını kollarıyla sarardı. Ne konuşuyorsunuz nına diye –çerkesçe- sorduğumda, Nına bana ‘Ne olacak küçüğüm sürgünümüzü’ derdi… ‘Ama o seni anlamıyor ki.’ ‘Olsun. O kendine, ben kendime anlatıyorum. Hikayelerimizin acıklı ve birbirine benzer olduğunu biliyoruz ya. Hem sürgün anlatılmaz ki, yürekte hissedilir.’

Kafkas Dağları’ndan sökülüp atılmış bir Çerkez nınası ile Dersim derelerinden koparılmış bir Kürt (Alevi) nenesini, kaderlerinin bir araya getirdiğine inanırdım. Bu iki dağlıyı burada birleştiren kader, bu birleşmeden mutlaka bir şeyler çıkarmasını planlamıştır diye düşünürdüm.”

Güzel düşünmüşsün sevgili ağbeyim, Eline yüreğine sağlık.

Ahmet Derya Varilci
Ünye, 18/04/2007


"Anlatmaya çalıştıklarım, aslında bizim kuşağın büyük çoğunluğunun ortak anıları. Yaşadıkları, ancak, anlatmaya değer bulmadıkları anılar. Zaten ne zaman bu konular konuşulsa hemen ortak noktalar çıkıverirdi. Bu anıları anlamlı kılan ise, yaşandıkları dönemin özelliğiydi. Bu dönem, çağdaşlaşmaya, sağlıklı bir ekonomik sistem kurmaya çalışan genç Türkiye’de parasal ekonomiye sistem sıkıntılarının yaşandığı dönemdi. Bu anıları yazarken, parasal ekonomiye geçişte toplumun geniş kesiminin çektiği sıkıntıları, ödenen bedelleri hatırlatarak, bazı kesimlere büyük haksızlık yapıldığına yönelik abartılı anlatımların haksızlığını da ortaya koymaya çalıştım." (Kitabın arka kapağından.)


Not: Bu yazının bir ay sonrasında gittiğim Ankara'da ilk işim kitabı aramak oldu. Kardeşim Leyla ve yeğenim Umut'la DNR'ın Kavaklıdere'de açılan yeni binasına gittik. Orada bulamayınca, çoğu kez yaptığım gibi Dost Kitabevi'nin yolunu tuttuk. Kitabı orada buldum, satın aldım, okudum. Yukarıda yazdıklarımda en küçük bir fazlalık olmadığını gördüm. Eklenmesi gereken bir çok konu vardı. Belki gelecek sefere...
(Foto: DNR'ın girişinde, "cafe" deyiz. Karşımızda Kuğulu Park.)

HOTEL RWANDA







HOTEL RWANDA



Yönetmen : Terry George
Senaryo: Keir Pearson, Terry George
Görüntü Yön: Robert Fraisse
Müzik: Rupert Gregson-Williams, Andrea Guerra
Yapım: 2004, Kanada, İngiltere, G. Afrika Cum. 110 dk.
Oyuncular: Don Chadle ( Paul Rusesabagina), Sophie Okonedo (Tatiana), Nick Nolte (Albay Oliver), Joaquin Phoenix (Gazeteci), Cara Seymour (Pat Archer)


Basit, hatta sıradan bir sinema filmi. Yönetmeni de oyuncuları da sıradan. Üstelik misafir oyuncular Nick Nolte'u ve Joaquin Phoenix'i saymazsak, fazla tanınan sanatçılar da yok. Ama Don Cheadle'a en iyi oyuncu dahil, üç dalda Oscar'a aday olan bu filmin etkileyici bir yanı var: Konusu.

Filmin adı:Hotel Rwanda , 2004 yılı yapımı.

Kuzey İrlanda'lı, 55 yaşındaki Terry George'un yazıp – yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği bir film.

Afrika'nın göbeğinde, Rwanda'da 1994' te yaşanan bir toplu kıyımı, insanlık dışı bir katliamı anlatıyor. Kigali'deki Rwanda Oteli çevresinde gelişen bu olaylarda, tarihin kaydettiği son 50 yılın en büyük katliamı, deyim yerindeyse soykırımı anlatılmaya çalışılmış…

Fransa ve İsviçre gibi bazı "uygar" Batı ülkelerinde yürürlükteki şu malum yasayı bilirsiniz. Ülkemizle ilgili 93 yıllık geçmişi olan bir olayı " soykırım" olarak değerlendirmemeyi "düşünce suçu" saymaktadır.

İki yıl önce vizyona girdiğine, ülkemiz sinemalarında da gösterilen, Hotel Rwanda'nın, VCD ve DVD'si raflardaki yerini aldı. İzlememiş olanların, edinip izlemelerini öneririm.

Önce Belçika'nın daha sonra Fransa'nın bizzat içinde yer alarak gerçekleştirdikleri bu katliam, bir milyon insanın caddelerde satırlarla parçalandığı bir soykırım olayıdır. Bir milyona yakın insan, yaşlı çocuk demeden hunharca katledilmiştir.

Olay çok eski değil. Yıl 1994. Aylardan Nisan ila Temmuz arası…( Kızımın doğduğu yıl.) Eğer o katliamdan kurtulmuşlarsa, katliam gününde doğan çocuklar, bugün kızım gibi 13 yaşında olmalı. Ve çoğumuzun hafızasında, ajans haberlerinde, Coşkun Aral'ın objektifinde… Bir elinde satır, diğer elinde Tutsi kabilesinden birinin kesik başını taşıyan kamyonet dolusu insanlar. Caddeler, tarlalar kesilmiş kol ve bacakla dolu… Başı koparılmış gövdeler, parçalanmış vücutlar…

Ruanda (ya da Rwanda ), Orta Afrika'da Göller Bölgesinde yer alan bir ülkedir. Engebeli coğrafyasından dolayı, ülkenin adı "Bin Tepe Ülkesi" anlamına gelmektedir. Haritada yeri zor bulunan bu küçük Afrika ülkesinin nüfusu 12 (eksi) 3 milyondur. Yani bu gün 9 milyon civarındadır. 13 yıl önceki nüfusu 13 milyondu. 2 milyondan fazla insan ülkeyi 13 yıl önce terk etti. 1 milyon kişi ise katledildi.

Bu noktaya nasıl gelinmişti?

1890 Brüksel Konferansı…

Dünya bir avuç emperyalist güçlerce paylaşım alanlarına ayrılır. Bölgede neredeyse hiç Alman olmamasına rağmen, hâkim devletlerce Ruanda, Almanya idaresine verilir. Komşularına göre doğal kaynaklar açısından oldukça fakir, Afrika'nın denizle bağlantısı olmayan bu yöreye Almanya, 1907'ye kadar bir yönetici bile atamaz.

I. Dünya Savaşı'nın ardından (1918),Raunda yönetimi Belçika'ya verilir. Belçikalılar Ruanda'yla daha ilgilidir. Klasik sömürge insanının görevlerini O'nlar da üstlenir, kahve plantasyonlarında çalışma zorunluluğu getirilir. Emirlere uymayanlar kırbaçlanır.

Belçikalıların bir uygulaması daha vardır. Afrika'nın yerel yönetici unsurları, yönetilen unsurlardan ayrı olmalıdır. Sömürgeleri elde tutmanın en eski ve en garantili yöntemidir bu.

Daha önce aynı dili ve geleneği paylaşan, etik yapılanması ve kültürü aynı olan Raunda halkı bir tür yapay ırksal ayrımcılığa tabi tutuldu. Rwanda Oteli filminde değinildiği gibi, burun deliği mesafesi daha dar olanlar, ince ve uzun sayılanlar Tutsi, diğerleri Hutu olarak kabul edilip, herkese ırkını gösteren kimlikler dağıttılar. Sayıca az olan Tutsi'ler, Hutulara göre çok daha iyi işlerde çalışıp, daha rahat bir yaşam sürdüler. Eğitim ve diğer sosyal olanaklar, giderek Hutulara kapandı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası (1945), gelişen yeni sömürgecilik siyaseti gereği, Belçika Raunda yönetiminde bazı değişikliklere gitti. Ulusal Bağımsızlık ateşinin alevini hisseden diğer emperyalist güçler gibi, bazı reformlar yaptı. Diğer yandan sert tedbirler aldı. Sayıca fazla olmaları nedeniyle, seçimlerin galibi olabileceğinden, Hutular "siyaseten" önemsendi. Ülke yönetimi Birleşmiş Milletler'e bırakıldığı halde, Belçikalılar iktidara gelen Parmehutu hareketini, eski yönetimin uzantısı Tutsilere karşı her alanda destekledi. Tıpkı İngilizlerin Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki gibi, Belçika Raunda ve Brundi'yi sert, acımasız yöntemlerle sindirdi.

Tarih tersine dönmüş, bu defa Belçika desteğiyle Hutular terör estirmeye başlamıştır.20 ila 100 bin arası Tutsi öldürülmüş, 150-200 bin kadarı komşu ülkelere sığınmıştır.

1980'li yıllarda komşu ülkelerdeki Tutsi nüfüsu 500 bini aşmıştır. Eğitimli ve kalifiye olmaları nedeniyle, gittikleri yerde sivrilen, organize olan Tutsi muhacirleri, Raunda Yurtsever Birliği (RYB) ' ni kurarak, önce diplomatik kanallardan mücadeleye başlarlar. Politik bir çözüme ulaşılamayınca, Uganda'daki kamplarından çıkarak, 1990' da başlayıp iki yıl süren bir iç savaşa neden olurlar.

1992'de geçici bir barış anlaşması imzalandı. Interahamwe adı verilen, yerel yarı - askeri örgütler, bu aşamada sadece Tutsi olanları değil, ılımlı Hutuları da fişlediler. Silah alımına güçleri yetmediği için, Çin'den yüz binlerce satır sipariş ettiler.

6 Nisan 1994 'te tarihin gördüğü en kanlı katliamlardan birisi radyoda yapılan anonslarla başlar. O gün, bir Hutu olan devlet başkanının uçağı düşürülür. Interahamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak, eğitimli Tutsi ve ılımlı Hutular başta olmak üzere kıyıma başlarlar. Kanada ordusuna bağlı bir komutan, bizzat Birleşmiş Milletler Sekreteri ( Kofi Annan'ı arayarak) katliamı bildirmiş, ancak müdahale edilmemesi yönünde emir almıştır. Öldürülen 10 BM askerini sebep gösteren ABD ise, BM Barış Gücü askerlerinin çekilmesini sağlar. Katliam haberi üzerine Tutsiler (KYB) , ülkenin doğusundan girerek başkent Kigali'ye ilerlemektedir. Tam bu aşamada Fransa, katliamlara verdiği destekle yetinmeyip, bizzat askerleriyle Kigali'nin batısından Kongo'ya kadar olan bölgeyi ele geçirmiştir. KYB güçlerinin buraya girmesine engel olan Fransızlar, Hutuların Tutsileri katledişini organize etmişlerdir. İşte tam bu noktada katliamların ivmesi birden artar. O andaki olayları aktaran bir gözlemcinin anlattıkları aynen şöyledir:

"Hutu milisleri, neredeyse ellerine geçen her aletle, balta, bıçak, satır, taş ile Tutsileri öldürmeye başladılar. Parası olan Tutsiler kurşun parası vererek, acısız ölümü satın alıyorlardı, olmayanlar ise en acımasız şekilde öldürülüyordu. Öldürmekten yorulan Hutular, Tutsilerin kaçmasını önlemek maksadıyla aşil tendonlarını kesiyor, dinlendikten sonra katlimlarına devam ediyorlardı. Kilisede rahipler, hastanede doktorlar, ellerindeki Tutsileri cellatlarına teslim ediyorlardı."


100 gün içinde bölgede, bir milyona yakın insan katledilmiştir. Karşı katliamdan korkan 2 milyon Huttu ülkeyi terk etmiştir. İşlenen katliamların boyutu önce "soykırım" olarak nitelendirmekten kaçınan Batı dünyası önceleri BM'de soykırım sözcüğünü içeren tüm önergelerde değişiklik isteyerek, belgelerden çıkartılmasını istemişlerdir. Ardından olayı hafife alarak geçiştirmeye çalışmışlardır:

"Fransa ve ABD'nin özellikle bölgede katliamı başlatan Hutu'ların engellenebileceği zamanlarda Birleşmiş Milletler'i işlevsiz kılmaya yönelik diplomatik girişimleri bu iddialara temel teşkil eder. Ayrıca Fransa Eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand "O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil." şeklinde açıklamada bulunmuştur. ( Le Figaro, 12 Ocak 1998)
1992 yılında Ruanda Cumhurbaşkanlığı Muhafızları'nı eğitmek için bölgede bulunan emekli Ulusal Jandarma Müdahale Grubu Komutan Yardımcısı Thierry Prungnaud, devlet radyosu France-Culture'e verdiği mülakatta "1992 yılında Fransız askerlerinin Ruandalı sivil milislere atış eğitimi verdiğini gördüm." diyerek Fransa'nın henüz anlaşılamayan sorumluluğuna değinmiştir. Emekli komutan, mülakatı yapan gazetecinin 'Fransa'nın Ruandalı milisleri eğittiğini reddettiğini' hatırlatması üzerine "Fransa bunu her zaman inkâr etti, başka şeyler gibi. Ama önemli değil, ben doğruluyorum." şeklinde cevap vererek benzer iddialara destek vermiştir."

Batı Dünyası'nın kendi ağzı ile "soykırım" a bakış açısı budur.

Olay,günümüzün Irak'ından fazla ırak değil. Bosna ya da Çeçenistan duruyor hemen ardında…

Kim haklı, ölenler mi, öldürülenler mi? Onları böylesi bir vahşete kim yönlendiriyor?

Olayların ardında yatan gerçek ne?

1914 - 15'te Anadolu'da ne olmuştu? Kim ne iddia ediyor 93 yıl öncesine ait?

1994'te Ruanda'da ne olmuştu?

Evet 93 yıl ila 13 yıllık bir geçmiş...

13 yıllık geçmiş dün gibi, belleklerimizde...

Ya 93 yılın ardından görülmek istenen hesap nedir?

Hepimize güzel ve katliamsız bir dünya, iyi seyirler...




Ahmet Derya Varilci
Ünye, 17/03/2007