17 Eylül 2025 Çarşamba

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - V

 


Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - V

                                                                               

 Bizans feodalizmi üç ayrı kurumla yönetilir; merkezi krallık, derebeylikler ve kiliseler. Her birinin kendine ait toprakları bulunur. Başlangıçtan itibaren Pagan inancına sahip Roma’nın ikiye bölünmesinde ve köleci üretim ilişkilerinden feodal sisteme geçişte Hristiyanlık kurumunun oldukça önemli bir işlevi vardır. Batı Roma’da Katolik Kilisesi feodalleşme sürecine başından itibaren katılırken, Doğu’da Ortodoks Kilisesi feodal bir unsur olarak daha geç devreye girdi.


 

Hristiyanlığın Doğuşu

 

Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu'nun, egemenlik alanına giren topraklar üzerinde ortaya çıkmış ve Anadolu topraklarında yayılım göstermiştir. İlk ortaya çıktığında Hristiyanlığın hukuki ve siyasi bir amacı yoktu, sadece vicdanları doğru yola sevk etmeyi amaçlıyordu.[1]

Hristiyanlık, vahye dayalı bir dünya görüşüne sahip olmadığı için, Roma düşüncesini ödünç almak durumunda kalmış, daha sonra bu düşünceden ayrıntılı bir teoloji ve metafizik oluşturmuştur. Hz. İsa, haksızlıkları eleştirmiş, sıkıntı çekenlere yardım elini uzatmış ama çözüme ilişkin bir çabası olmamıştır. Hristiyanlık öğretisinde ideal bir toplum düzeni yer almaz. Çünkü önemli olan dünya düzeni değildir, ruhun ait olduğu Tanrı'nın düzeni önemlidir.

Hristiyanlığın özellikle ilk dönemde “pasif” bir tavra yönelir. Çünkü iktidarla güç birliği yapan Musevilerin karşısında kendi varlıklarını koruma çabasındadırlar. Getirdiği hükümler toplum düzeninden çok toplumda ahlâkı yaymakla ilgilidir.

Hz. İsa, "Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı'nın hakkını da Tanrıya verin" (Matta, 22: 21; Markos, 12: 16-17; Luka, 24-25) derken, Hristiyanlığa gelinceye kadar var olmayan bir siyasî ve dinî iktidar ayrımını oluşturmuş bulunuyordu. Onun dönemindeki Hristiyanlığın, siyasî iktidar karşısındaki ilk tavrının bir tür pasifizm olduğu söylenebilir.[2]

Başlangıçta binbir güçlükle, gizli ibadetlerle sürdürülen Hristiyan inancı, “nereden nereye!” dedirtecek bir düsturla yayılıp genişledi. Ünye Kızılkaya gizli kiliseleri (kaya kovuğu) gibi örneklerini gördüğümüz bu dinin Ortaçağ boyunca genişleyip zenginleşmesi, insanlığa zulmeden bir hal alması tarihte ender görülen paradokslardandır.

Gördüğü baskıya rağmen Hristiyanlığın Roma imparatorluğu içinde hızla yayılması ve imparator Constantin zamanında bir tehdit oluşturması nedeniyle İmparator, siyasi liderliğin kendisinde kalması ve devlet işlerine karışmaması şartıyla Hristiyanlığı resmî din olarak kabul etti, dini liderliği de papaya bıraktı.[3]

Hristiyanlığı ve kiliseyi tanıyan devlet, kilise normlarını ve hayatın manevi hedeflerini de tanımak zorunda kalmış ve kendi yapısını kilisenin yapısı ile bütünleştirmiştir. Dönemin ünlü isimlerinden Aurelius Augustinus, Hristiyan inancı ile klasik Yunan-Roma düşünüşünü uzlaştırmaya çalışmış, Stoacıların ve Platon'un görüşlerinden yararlanarak Antik felsefeyi Hristiyanlığın temeli yapmıştır.[4]

Augustinus, ideal devlet olarak Tanrı devletini göstermekte, dünya devletinde insan arzularının, tanrısal devlette ise Tanrı sevgisinin hâkim olduğunu belirtmektedir. Bu felsefe ileride feodal sistem sahiplerinin işine yarayacaktır.



IV. yüzyıldan itibaren Hristiyanlığın hızla yayılmaya başlamasıyla birlikte, Avrupa'nın siyasî ve sosyal yapısında da köklü değişiklikler meydana gelmiştir. Kuvvetli derebeyleri karşısında çok defa acze düşen kralların, papalardan yardım istemeleri, kilise otoritesinin artmasına yardımcı olmuştur. Kilise otoritesinin artmasına yardım eden bu tür olayların yanı sıra kilise, kendine resmî bir doktrin oluşturmaya başlamıştır. Ruhanî iktidarın dünyevî iktidara üstün olduğu şeklinde ifade edilen bu iddianın temeli, insandaki ruh-beden ilişkisine dayandırılıyordu. Bu dönemden sonra yerleşen inanca göre, dinsel iktidar ruhu, bedensel iktidar ise bedeni yönetir. Ruh, bedenden üstün olduğuna göre, siyasî iktidar da dinsel iktidara boyun eğmelidir.[5]

Böylece kilise, devlete göre üstün ve belirleyici bir konuma geçti.

Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma imparatorluğu olarak ikiye bölünmesi, din ve siyaset ilişkilerinde iki farklı durum ortaya çıkardı.  

Batı Roma imparatorluğuna hâkim olan Katolik mezhebinin siyasetle ilişkisi, teokratik bir yönetim anlayışına büründü.

Ortodoks mezhebin hâkim olduğu Doğu Roma yani Bizans pratiğinde ise devlet, başlarda bütünüyle dine hâkimdi. Din, devlete bağlıydı. Patrik, imparatorun dünyevi iktidarını ve siyasî kararlarını destekler, buna karşılık olarak imparator, kiliseyi korur ve kilisenin resmi din görüşünü savunurdu. Bu anlayışta kilise, devletle birlikte vardır; fakat o, devletin dışında ya da üstünde değil, devlet düzeni içinde resmi bir kurum niteliğindedir.

X. yüzyıla gelindiğinde kilise, Batı Avrupa'da ekonomik yönden en güçlü kurumlardan biri olmuştu. Kilisenin kendisi, en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Paris’teki Notre Dame ve Hollanda’daki Saint Trond Abbeliği, Avrupa’nın en geniş yurtlukları arasında sayılıyordu. Bunlar içinde çiftlikler, bağlar, ormanlar, otlaklar, sayısız haralar, pek büyük sürüler vardı. Kilise prensleri, bundan başka aşar yani her köylünün gelirinin onda birini de alıyorlardı.[6]

Feodal toplumsal örgütlenmenin yerleştiği dönemde (X-XII. yy.) siyasî düşünce, kilise ile dünyevi iktidar arasındaki ilişkinin yeniden belirlenmesine yönelik olmuş ve bu süreç,  kilisenin dünyevi iktidar üzerindeki egemenliğinin kurumsallaştırılması sonucunu  doğurmuştur.

VII. Gregorius'un 1073'te papa olmasından sonra, kilisenin dünyevi iktidar üzerindeki üstünlük iddiaları daha açık ifade edilmeye başlanmıştır. Ona göre Hristiyanlığın ruhanî lideri papa, dünya üzerinde bir Hristiyan toplumunu kurmakla yükümlüdür. Papa, Petrus'un vekili sıfatıyla iman ve öğreti ile ilgili sorunlarda son sözü söyleme yetkisine sahiptir. Ancak yine ona göre papanın egemenlik alanı, kilise ile sınırlı değildir. Krallar ya da dünyevi iktidar sahipleri, iktidarlarını Hristiyanlığın amaçları doğrultusunda kullanmakla yükümlüdürler ve bu nedenle onlar da, papanın otoritesine ve emirlerine bağlı olmak zorundadırlar. Çünkü kralların iktidarları Tanrı tarafından verilmektedir. Dolayısıyla görevini yapmakta başarısız olan kralın yönetme hakkı, papa tarafından alınabilir. Yine bu görüşe göre, imparatorların Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi oldukları şeklindeki inancın yanlışlığı ilan edilmiştir.[7]


 

İki Kılıç Kuramı

 

Orta Çağ siyasî düşüncesini belirleyen temalardan bir diğeri, ruhani ve dünyevi iktidarlar arasındaki ilişkinin bir kez daha, ama farklı bir biçimde düzenlenmiş olmasıydı. İki kılıç kuramı şeklinde ifade edilen bu anlayışla birlikte, kiliseye hem dünya işlerini idare etme, düzeni ve adaleti sağlama ve hem de ruhsal alanı yönetme yetkisi verilmiştir. Dünya işlerini idare etmeye yarayan maddi kılıç kralların eline verilmekle birlikte, krallar bu kılıcı kilisenin buyruklarına uygun olarak kullanmak zorunda bırakılmıştır.[8]

İlk Hıristiyanlığın bütün iktidarların Tanrı'dan geldiği ve her türlü iktidara boyun eğmenin bu yüzden zorunlu olduğu yolunda Paulus’un, “direnenler lanetleneceklerdir" deyişiyle pekiştirilmiş anlayışı XI. Yüzyıla kadar geçerliliğini büyük ölçüde korumuştu. Örneğin, X. Yüzyılda (940'larda), Vercelli'li Atto, kralın Hıristiyanlığa düşman bir kimse olması halinde bile, krallığa karşı direnmenin dine saygısızlık olacağını yazmakta ve kötü iktidarın Tanrı tarafından iyileri sınamak için gönderildiğini belirtmekteydi: "Tanrı, riyakar olanın egemenliğini sağlamaktadır, çünkü insanlar günahkardır.[9]

Aziz Paulus yahut Pavlus, Hıristiyan Dünyası’nda Aziz (Saint) unvanı kullanılan isimlerden biridir, Tarsus doğumlu olup Musevi kökenlidir ve asıl ismi Saul’dur. Önceleri Hz. İsa taraftarlarını yok etmekle görevliyken, kendisi de bu dinin yayıcıları arasında yer almıştır. Damascus (Şam), Kudüs ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde çalışmalar yapmış, en son Tarsus’a geçmiş, Antakya ile temasta bulunmuştur. Pavlus, İsa’nın öğretilerine sempati duyanların hızla arttığı Antiocha’da (Antakya) Kudüs’teki kilise tarafından buraya yollanan Barnabas ile birlikte çalışmıştır. Antakya kentinde İsa öğretisine inananlar ilk defa Hıristiyan adını almışlardır. Pavlus ve Barnabas, Seleucia ve Kıbrıs’ı ziyaret ettikten sonra Anadolu’ya geçmişler, Pamfilia ve Pisidia’yı dolaşmışlardır.

İslami kaynaklar Pavlus’u semavi dinlerin getirdiği tevhid inancı ile putperestlik inancını sentezleyerek yeni bir inanç sistemi oluşturmakla suçladılar. Hatta Hıristiyanlığı bozmak ve Hıristiyanlar arasında ayrılık çıkarmak için Yahudiler tarafından görevlendirilen bir kişi olduğunu ileri sürenler oldu. Pavlus, son tahlilde müesses nizama karşı çıkanları “lanetli” sayması, Enternasyonal Marşı’na kadar girmiştir:

“Debout! les damnés de la terre!”

(Ayağa kalkın, yeryüzünün lanetlileri!)


 

Devam Edecek: Hristiyan Felsefesinin Antik Felsefeyle İlişkisi  

 

17.09.20215, Ünye Kent

 

Kaynaklar:

­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­

Ağaoğulları, M. Ali - Köker, Levent, 1991, İmparatorluktan Tanrı Devletine, İmge Kitabevi

Kışlalı, Ahmet Taner, 1987, Siyaset Bilimi, Ankara, İmge Kitabevi

Şenel, Alaaddin, 1990, Siyasal düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat Yay.

Zubritski, 1980. İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal Toplum, Sol Yay.

Büyük, Celal. 2004, Orta Çağ Batı Düşüncesinde Hıristiyanlık-Siyaset İlişkisine Genel Bir Bakış, Dini Araştırmalar, Dergi Park, Cilt: 7 Sayı: 19

Cassirer, Ernst. 1984, Devlet Efsanesi, Remzi Kitabevi


Dipnot:

[1] Ağaoğulları-Köker,1991; 112

[2] Kışlalı, 1987; 314

[3] Şenel, 1990; 291

[4] Şenel, 1990; 307

[5] Kışlalı, 1987; 315

[6] Zubritski, 1980; 218

[7] Büyük, 2004; 135

[8] Cassirer, 1984; 105

[9] Ağaoğulları-Köker,1991; 180