Göçmen Sorunu
Tarih öncesinden bu yana Anadolu,
üzerinden geçen yüzlerce kavime, onlarca uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Afrika’dan
yola çıkan ilk insanların yolculuğu Anadolu üzerinden geçer. Homeros’un İlyada
ve Odysseia destanları, Apollonius’un Argonautikası,
Mısır hiyerogliflerindeki Deniz Kavimleri, Anadolu’nun antik geçmişini anlatır.
İskender’in fetih yolculuğu Anadolu’dan geçer. Perslerin ardından Anadolu’nun
yeniden Helen kültürüne açılması, Ksenophon’un Anabasis’i, hepsi Anadolu’ya
dairdir.
Roma egemenliğinin ardından Anadolu Türk yurdu olur…
Bir zamanlar bu topraklarda yaşayan Luvilerin, Hititlerin,
Kaşkaların varlığını ancak arkeolojik kazılardan ve bu kazılarda ele geçen kil
tabletlerden öğreniyoruz.
Bugün de savaşlar, istilalar, göçler devam etmektedir.
Anadolu’nun etnik yapısı her geçen gün farklılaşmaya devam
etmektedir.
Tarihin çeşitli dönemlerinde olumlu kültürel gelişmelere ve uygarlıklara
beşiklik eden Anadolu, kimi zaman da bu karmaşadan olumsuz etkilenmiştir.
Örneğin Deniz Kavimleri istilası (MÖ. 1200), tarihin ilk
imparatorluğu olan Hititlerin dağılıp gitmesine neden olmuş, Anadolu
coğrafyasında yazının kullanımı bu zaman diliminde 0rtadan kalkmış, adeta
unutulmuştur.
Nispeten yakın tarih diyebileceğimiz Yıldırım Beyazıt’ın 1402
Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilmesi, Osmanlı’ya 13 yıl süren Fetret Devrini
yaşatmış, Osmanlı’nın yükselişi Fatih Dönemine kadar duraksamıştır.
Günümüze Gelirsek…
Göç denildiğinde, yakın bir tarihe kadar kırsal kesimden kentlere yapılan göçü anlıyorduk. Ancak son dönem Yakındoğu’da, Ortadoğu’da ve komşu ülkelerde meydana gelen karmaşa, ülkemize doğru yeni bir göç dalgası başlatmıştır. Tıpkı Osmanlı’nın son yüz yılında dışarıdan gelen göçlere benzeyen bir demografik yapı ortaya çıkmış, sayısını kesin olarak bilemediğimiz sığınmacılarla ilgili sorunlar ülkemizi ekonomik ve siyasi yönden etkilemiştir.
Hatta bu sığınmacıların büyük kesimine yurttaşlık verildiği,
seçimlerde oy kullandırıldığı yolunda iddialar mevcuttur.
Kimilerine göre bu durum etnik
ayrımcılığı körüklemektedir.
“Ensar” olduğumuz gerekçesiyle sığınmacıları göndermeyeceğini
ifade eden bir iktidara karşın, bu topraklar için şehit düşen atalarının
torunları olarak bu duruma karşı çıkan bir kesim bulunmaktadır.
Kim Haklı?
Kimin haklı olduğunu tespit etmeden önce, çeşitli nedenlerden
ötürü bir zorunluluk haline gelen göç olgusuna insani (hümanist) açıdan bakmak
gerekir. Göç Hukuku da
diyebileceğimiz uluslararası kabul gören
bu olgunun, Birleşmiş Milletler
çatısı altında özel bir yeri vardır. Acil durumlarda yardım, mültecilerin yeni
bir ülkeye yerleştirilmesi, gönüllü geri dönüşlere yardım, göçmen sağlığı, para
gönderme ve yasal göç seçeneklerinin desteklenmesi gibi alanlarda faaliyet
gösteren Uluslararası Göç Örgütü, Birleşmiş
Milletler sisteminin önde gelen uluslararası kuruluşlarından biridir.
Madalyonun
bir yüzünde göçmenlerin yaşadığı içler acısı durum vardır.
Madalyonun
diğer yüzünde ise, gittikleri ülkeye yaşattıkları tarihsel dram söz konusudur.
Göçmen
sorununun günümüzde insani boyutu
kadar tarihsel konumu da önemlidir. Örneğin
yakın tarihte yaşanan bir Ortadoğu ülkesinin sığınmacılarla ilgili dramatik
öyküsü, bu konuda oldukça ders vericidir.
Bir
Zamanlar Lübnan…
Ünlü tarihçimiz İlber Ortaylı’nın vurguladığı gibi Lübnan, Ortadoğu dünyasının İsviçre’siydi. Lübnan'ın başkenti Beyrut ise, Ortadoğu’nun Paris’i...
Lübnan; yani Fenike bir deyimiyle de Medyen
diyarı, Akdeniz’in en üst ülkelerinden biri. Bugün yaşadığımız medeniyetin
önemli bir kısmını Fenikelilere borçluyuz.
Kullandığımız camdan, gemiciliğimizden, birçok kimyevi
maddelerden, kumaş sanayiinden tutunuz da ticari pratiğe kadar. Akdeniz’in
kökeni Fenike alfabesi, o da bir Sami dil alfabesi... Bu aynı zamanda
Akdeniz’in limanlarındaki yarı korsanlık ve köleliği de yaşatan bir
medeniyetti. Bugün Atlas Okyanusu’na kadar uzanan Cádiz Akdeniz’in her
tarafındaki eski şehirler (Kartaca, Leptis Magna, Malta adasının belirli
yerleri) bu ırkın eseridir.
İlber Hoca’n ın makalesiyle devam edelim:
Osmanlı devrinde Yavuz
Sultan Selim Han’ın fethinden beri Lübnan 400 sene boyunca Türk idaresinde
kaldı. Birinci Cihan Harbi’nden sonra Fransız mandası kontrolüne geçti. Manda
yönetimi Lübnan’da zaten var olan Fransız kültürünü ve Fransızca düşkünlüğünü geliştirdi
ve Lübnan’a eski statüsünü verdi; yani Osmanlıların en başta Keçeçizâde Fuad
Paşa’nın, Cevdet Paşa gibilerin Cebel-i Lübnan Nizamnamesi’yle verdiği statüyü;
çok milletliliği.
Cebel-i Lübnan ve aşağıda da Beyrut Vilayeti bu ülkeyi
oluşturuyordu. 1940’lardaki uzlaşma ve kuruluş çalışmaları bu anlaşma
üzerindedir. Cumhurbaşkanı Hıristiyan, Başbakan Sünni olacak. Meclis Başkanı
ona göre bir başka gruptan olacak. Şiilerle Dürzilerin payı aynı olacak. Her
kalabalık cemaatin bir ya da birkaç bakanlıkla temsiline dikkat edilecek.
Mahalli meclisler Lübnan Parlamentosu’nda buluşacak.
Bankacılık
ve dünya ticaretinin bütün kilit noktaları oradaydı. Bu mutluluk devam ettikçe
mesele yoktu ama 1960’larda başka akımlar ortaya çıktı. O zamana kadar Lübnan’da
dengeli bir demografik yapı vardı. Nüfusunun yarıdan fazlası Müslüman, yüzde
40'tan fazlası Hristiyan ve geri kalanı da diğer dinlerden olan insanlardı.
Etnik olarak ise nüfusun büyük çoğunluğu Arap'tı.
Nüfusun çoğunluğunu oluşturan Arapların yarıdan fazlası Müslüman,
yüzde 10 kadarı Dürzi, geri kalanı ise Marunî Hristiyan'dı. Yönetim Maruni’lerin
elindeydi. Ama üst kimlik Lübnanlı olmak olduğu için, Lübnanlılar bir
Hristiyan'ın Cumhurbaşkanı olmasını önemsemiyorlardı. Aynı zamanda Lübnan, Arapça
konuşmasına rağmen kendini Arap hissetmeyen Batı tandanslı bir ülkeydi, barış içinde
yaşıyorlardı, demokrasi vardı… Kimse kimsenin yediğine, içtiğine, giydiğine
karışmıyordu... Ama…
Bundan sonrasını medyadan bir alıntıyla verelim.
Lübnan’ın Hazin Öyküsü
1967 yılında İsrail'in zaferi ile sonuçlanan 6 gün savaşının
ardından, İsrail'i terk eden Filistinli mülteciler de Lübnan'a sığınmaya
başladılar. Gelenler Araplardı...
Lübnanlıların hem ümmet kardeşleriydi, hem de soydaştılar.
Lübnan halkı Ensar,
gelenler muhacirdi...
Üstelik Avrupa ve BM de Lübnan'a mülteciler için para
veriyordu...
Birkaç yıl içerisinde, Lübnan'a yüzbinlerce Filistinli mülteci
yığıldı.
Gelenler içinde, pek çok militan da vardı.
1970 yılına gelindiğinde 'Kara Eylül Olayları' ile Ürdün'den
kovulan yüzbinlerce Filistinli mülteci, akın akın Lübnan'a yerleştiler.
Birkaç yıl içerisinde, Lübnan'a yerleşen Filistinli mülteci
sayısı 1,5 milyona ulaşmıştı.
Filistinli mülteciler, artık Lübnan nüfusunun 3'te 1'ini
oluşturuyorlardı.
Barış ve huzur içindeki bir ülkenin demografisi değişmişti.
Aslında, Lübnan halkı bu duruma büyük tepki gösteriyordu. Mültecileri istemiyorlardı. Lakin ülkenin
dini grupları "Onlar Bizim Ümmet Kardeşimiz" diyerek, halkı etki
altına alıyordu. Ülkede ki hümanist aydınlar ise, batıdan ve İsrail'den
aldıkları fonlar ile mülteci lehine konferanslar verip yazılar yazarak mülteci
güzellemeleri yaptılar. Değişen demografi, sorunları da beraberinde getirdi.
Mültecilerden önce Müslüman-Hristiyan nüfusu dengede olan
Lübnan'da, Müslümanlar büyük çoğunluk haline gelmişlerdi. Kaçınılmaz olarak dini
çatışmalar başladı…
Bu dini çatışmalar, uzun yıllar sürecek olan Lübnan İç
Savaşı'na dönüştü. Lübnan İç Savaşı ile birlikte ülkenin güneyi, İsrail
tarafından kalan kısmı ise Lübnan hükümetinin çağrısı ile Suriye tarafından
işgal edildi. Ülkede tam bir kaos hâkimdi.
Hristiyan militan gruplar, Sünni militan gruplar, Şii militan
gruplar, bunların dışında Filistin kurtuluş örgütü ve diğer Filistinli militan
gruplar, komünist militan gruplar, Baasçı militan gruplar, Dürzi militanlar.
Her biri, bir silahlı güç, öte yanda İsrail ve Suriye ordusu...
Barış ve huzurun şehri, Ortadoğu’nun Paris'i Beyrut, tam bir
harabe şehre dönmüştü. 1975-1990 yılları arasında süren bu iç savaş
neticesinde, 300 bin kişi hayatını kaybetti. Bir o kadarı da yaralandı ve 1
milyondan fazla insan, Lübnan'ı terk etmek zorunda kaldı.
1990'dan bugüne değin hala belini doğrultamayan Lübnan, 2011
yılında başlayan Suriye iç savaşı ile birlikte 2. kez mülteci istilasına
uğradı.
Suriye iç savaşı ile birlikte Lübnan, 1,5 milyon civarında
mülteciden oluşan yeni bir mülteci istilası ile karşı karşıya kaldı.
Ve nihayet 6 milyon nüfuslu bu küçük ülke, 4 Ağustos 2020'de Beyrut
limanında yaşanan patlamanın da etkisi ile resmi olarak iflas ettiğini ilan
etti. Patlamada yaklaşık 215 kişi hayatını kaybetti, 6 binden fazla kişi
yaralandı ve 300 bin kişi de patlama nedeniyle yerinden oldu.
Lübnan’da Son Durum
Lübnan'da 1975 yılında sadece 1,5 milyon mülteci vardı. Bugün bu küçücük ülkede 3 milyon civarında mülteci bulunduğu sanılıyor.
Lübnan’daki süreci şu şekilde özetlemek mümkün:
Mülteciler, demografik işgal, demografik yapının değişmesi,
demografinin bozulması, artan huzursuzluk, ekonomik sıkıntılar, iç savaş,
terörizm, kaos ve iflas.
(Devam edecek.)
Yararlanılan Kaynaklar:
İlber Ortaylı, Ortadoğu’nun renkli ülkesi: Lübnan, Hürriyet, 27.11.2022
Mesut Parlak, Gelecek kuşaklara sorun bırakmayalım,
Sözcü, 12.04.2022
B. J. Odeh, Lübnan’da İç Savaş, Belge Yay. 1985
M. Saleh, S. Haddah, Tall-El Zaatar Katliamı ve Lübnan İç
Savaşı, Evren Yay. 1977
Claude Zazadze, Lübnan'daki Cennetim; Dhour Choueir, Gita
Yayınları, 2021
Amin Maalouf, Doğu’dan Uzakta, Yapı Kredi Yay. 2019