28 Şubat 2023 Salı

Deprem Teorileri

 

Deprem Teorileri

 

İnsan neslini çağlar boyunca en çok etkileyen doğa olaylarının başında deprem gelmektedir. Orman yangınları, sel felaketleri vb. felaketler arasında her zaman en çok korktuğumuz bir felaket olarak karşımıza deprem çıkar.

Deprem, normal zamanlarda aklımıza bile gelmez.

Çünkü diğer felaketler gibi belirli emarelerle önceden kendini belli etmez.

Ani bir sarsılmasıyla bizi şaşkına çevirir.

Bu yıkıcı gücü karşısında çaresiz kalırız.

Can vermeyip sağ kalırsak, korkutucu etkisi aylarca sürer.

Bu korku, ilkel atalarımızdan bu yana başlayan ve nesiller boyunca süre gelen insanın en arkaik endişelerinden biridir.

Her ne kadar korku verici olsa da, devasa binaların, yapılaşmanın olmadığı bir ortamda deprem, çoğunlukla insan ve canlılara zarar vermeyen bir yer hareketidir.

Hatta toprağın alt üst olmasını sağlar, yeni ve zengin minerallerin ortaya çıkmasına vesile olur ve daha verimli ürünler yetişir söz konusu topraklarda…

Bu nedenle tarımın başladığı toprakların ilki olan Anadolu’da, tapınım gören bereket tanrıçası Kibele, aynı zamanda deprem tanrıçasıdır.

Ana Tanrıça kültünün simgesidir, korkulan ama büyük saygı gören bir idoldür.

 

Eski Çağlarda Deprem İnancı

 

İlk Çağ Uygarlıkları rasyonel akıl yürütmenin öncesinde, dünyanın kökenini ve doğasını açıklamaya çalışırken genellikle tanrılara ve mitolojilere başvururlardı.

Deprem ve benzeri doğa olaylarını tanrısal bir eylem olarak görürlerdi.

İnanç temeline dayanan bu düşünce sistemi MÖ. 6. yüzyılın başlarında değişime uğradı. İlk deprem teorisi olarak adlandırabileceğimiz bu düşünce sistemi, yüzyıllar boyunca bir korkunun evrim geçirerek bugünkü bilgilerimize nasıl temel oluşturduğunu açıklamaktadır.



Aristoteles ve Platon




Batı Anadolu topraklarında bulunan Milet (Miletos) şehri, ilk deprem teorilerinin biçimlendiği Antik Çağ kentidir.

Doğayı rasyonel bir şekilde açıklamaya çalışan ilk düşünür Miletoslu Thales’dir.

Thales’ten önce depremler, Olympos tanrıları içerisinde en çok korkulan Poseidon’a atfedilirdi. Trident adı verilen üç dişli mızrağını yere vurduğunda toprağı sarsan, denizde fırtınalar yaratan Poseidon’a, Enosigaios ‘’toprağı sarsan’’ da denirdi.

Thales, tanrılara atfedilen bilgiyi doğaüstü referanslara başvurmadan, natüralist bir bakış açısıyla açıklamaya çalıştı. Thales’e göre dünya, suyun üzerinde durmaktadır. Yeryüzünün bir gemi gibi yüzdüğünü ve suyun kımıldamasıyla da depremlerin veya yersarsıntılarının olduğunu düşündü. (Walther Kranz, 1984. Antik Felsefe, Sosyal Yay., 2009, İstanbul, s. 29)

Thales’in öğrencisi Anaksimandros, Thales’ten farklı olarak dünyanın her hangi bir şeyin üzerinde durduğu tezini kabul etmez. O, dünyanın davul şeklinde olduğuna inanmaktaydı. Anaksimandros, dünyanın çok ağır bir kütle olduğu fikrini benimseyip dünyanın kendi ağırlığının altında ezilerek kırıldığını ve böylece depremlerin meydana geldiğini söylemiştir. 

Milet geleneğinin sonuncu filozofu Anaksimenes, ilk deprem oluşum modelini ortaya atmıştır. Yeryüzünün içindeki boşluklu yapı yağmurun yağmasıyla beraber dolar, yağmur mevsimi bitince sıcaklık yeryüzünü kurutur ve toprağın çatlamasına sebep olur. Oluşan bu çatlamalar da depremlere sebebiyet verir.

Milet’in doğa felsefesi ekolünü M.Ö. V. Yüzyılda yaşadığına inanılan Atinalı bilgin ve aynı zamanda Sokrates’in de hocası olan Archelaus’un deprem hakkındaki düşünceleri izler. Archelaus, depremlerin oluş sebebini yeraltında esen şiddetli rüzgârlara bağlar.

 

Aristoteles ve İlk Çağ Felsefesinin Sonu

Thales ve diğer düşünürlerin depremle ilgili teoremleri Aristoteles’le birlikte sistemli bir hale getirildi. Platon’un öğrencisi olan ve Büyük İskender’e hocalık yapan Aristotales, Meteorologica isimli eserinde yıldızların hareketlerinden kuyruklu yıldızlara, rüzgâr, yağmur, gök gürültüsü gibi hava olaylarının yanında depremlere de yer verir.  

Aristoteles’e göre ıslaklık ve kuruluk toprakta buharlaşmaya neden olur. Depremler, bu gerçeğin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Aristoteles, dünyanın içyapısını boşluklarla dolu olarak, büyük ve küçük sayısız mağara odalarının bulunduğu bir sistem olarak düşünür.

Aristoteles’in geliştirdiği bu sistem, depremleri odalar (kompartıman) ve fay hatları üzerinden açıklayan günümüzün modern teorilerinin orijini sayılmaktadır.

Aristoteles dünyanın yüzey yapısının aslında kuru olduğunu ancak yağmur sonrasında nemlendiğini daha sonra da güneşin ve dünyanın kendi iç ısısı ile toprağın ısınıp, hem içinde hem dışında rüzgârlar oluşturduğunu söyler. Bu buharlaşma genellikle ilk olarak başladığı yönde sürekli bir gövde üzerinde hareket eder ve buharlaşma sonucunda oluşan rüzgâr, içeriye ya da dışarıya doğru aktığı için çoğunlukla küçük sarsıntılar meydana getirirdi. Bazen eş zamanlı olarak esen rüzgârlar da görülürdü. Bunlardan biri dünyanın boşluklu katmanlarının içine girer ve burada rüzgârların eşlik ettiği bir depreme sebep olurdu.

(Ayrıntılı bilgi için bkz. Seneca, 2010. Natural Questions, Translated; Harry M. Hine, The University of Chicago Press, London.)

Çin kaynaklı deprem-dev kurbağa

Japon kaynaklı deprem-dev kedi balığı


Ortaçağ’a gelindiğinde antik çağ bilginlerinin teorileri terk edilmiş veya Batı dünyasının Hristiyan inanç sistemine uyarlanmaya çalışılmıştır. Her ne kadar depremlerin nedenleri ve oluşum mekanizması Aristoteles’in görüşlerine dayandırılsa da, Ortaçağ’ın yazarları tanrıyı depremlerde ilk veri kabul etmekteydi. Aristoteles’in doğal nedenleri ikincil geliyordu.

Aristoteles felsefesi Doğu dünyasında da egemendi ama sonuç farklı değildi.

Batı’nın Skolastik karanlığına karşılık, Ortaçağ’da Doğu’da muhteşem bir rasyonellik yaşanıyordu.

Ama çok sürmedi…

İbn-i Sina, El-Bîrûnî, Hârezmî, İbn-i Heysem ve Ömer Hayyamların hükmü, tiran artığı monarkların ve istilacı Moğolların yıkımına uğradı, Doğu rasathaneleri yerle bir edildi.

Aydınlanma Çağı’na kadar dünya yeniden karanlığa gömüldü.

 

Dünya Düz mü, Öküzün Boynuzunda mı?

 

Soru buydu işte…

Dünya düz mü? Yoksa öküzün boynuzunda mı duruyor?

Bilim dışı çevrelere göre depremler dünyayı taşıyan öküzün kıpırdanmasıyla oluşuyor.

Yahut dünya sudaki balığın sırtındadır…

Eski Çin kaynaklarında depremler dev kurbağaya, eski Japon kaynaklarında ise dev kedi balığına bağlanmaktaydı.

Hiç bir gözleme dayanmayan, bilim dışı bu ve benzeri saptamalar, zamanla “hakikat” olmayıp “mecaz” anlamıyla yorumlanmalıdır, denilerek revize edildi.

Oysa 17. Yüzyıl’da Katolik Kilisesi’nin dünyayı düz kabul edişine karşı Galileo, “E pur si muove” (yine de dönüyor) diyerek verdi cevabı. Çok geçmeden bilim, Ortaçağ karanlığına galip geldi, depremler bilimsel yöntemlerle açıklanmaya başlandı.   

“Deprem söz konusu olduğunda” diyor, değerli bilim insanı Tayfun Uzbay, “hayatta kalmanın şifresi bilimsel doğrulara “uyum” sağlamakla mümkündür.”

Doğru uyumun şifresi ise “eğitim”dir.

 “İnsan dediğimiz varlık bir çevrede dünyaya gelir, yaşamını sürdürür ve zamanı gelince ayrılır. Yaşadığı süre içinde çevresi ile sürekli bir etkileşim halindedir. Bu etkileşimde çevre insanı, insan da yaşadığı çevreyi değiştirir. Hayatta kalmak, konforlu ve sağlıklı yaşayabilmek için insanın çevreye uyum sağlayabilmesi çok önemlidir. Buna “adaptasyon” da deriz.  Uyum sağlayabilen ve çevrenin kendisinde oluşturabileceği zararlı değişimleri en aza indirenin hayatta kalma şansı daha yüksektir.” (Prof. Dr. Tayfun Uzbay)

Deprem karşında aciz kalışımızı “kader planı”na bağlamak, yanlış eğitimin yahut yanlış yönetimin bir sonucu olsa gerek.      

 

Kaynaklar:

 

Övünç Şahin, Antik Çağ’dan Orta Çağ’a Kadar Depremlerin Oluşumuna İlişkin Öne Sürülen Teoriler, Mavi Gezegen / Jeoloji Mühendisleri Odası Yayını-Yıl 2019 Sayı 27, s. 7-13

Walther Kranz, 1984. Antik Felsefe, Sosyal Yay., 2009, İstanbul, s. 29

Seneca. Natural Questions, Translated; Harry M. Hine, The University of Chicago Press, 2010 London

Prof. Dr. Tayfun Uzbay, Dünya düz mü? Yoksa öküzün boynuzunda mı duruyor? Eylül 2017 


01.03.2023, Ünyekent

22 Şubat 2023 Çarşamba

Felaketin Boyutu

 


Felaketin Boyutu

 

Kullandığım ilacın raporunu yenilemek amacıyla devlet hastanesindeydim.

Kan verme ünitesi önünde beklerken, iki kişinin sohbetine tanık oldum...

“Kıyameti yaşadım!” diyen depremzedenin dehşet anlarını anlatıyorlar.

Bu sözlerle felaketin boyutunu özetliyorlar…

500 yıl önce de bölgede benzer bir durum yaşandığına değiniyorlar.

 

Gerçekten de Anadolu coğrafyası 1100'lü yıllardan itibaren çeşitli zamanlarda 7 ve üstü büyüklüklerde onlarca depremle sarsılmış, bu depremlerin hepsinde devlet, devleti yönetenler; iktidar ve sair “siyasi” çevreler iyi bir sınav verememiştir.

Yüzyılın felaketi olduğu netleşen 6 Şubat 2023 Depremi’nde muhalefet, felaketin boyutunu göz ardı ederek, iktidarı “yetersiz” göstermeye çalışmıştır.

İktidar ise, ilk andan itibaren sahaya inerek depremzedelerin imdadına yetişmekte aciz kalmıştır. Oysa bilim çevreleri söz konusu bölgede büyük bir deprem beklendiğini bangır bangır bağırmışlardı.

Ve her zaman olduğu gibi halk, felakete uğrayanların feryadına koşan ilk ve tek unsur olarak ülkemizin makûs talihinde değişen bir şey olmadığını teyit etmişlerdir.

Tarih bir kez daha tekerrür etmiştir...  

 

Kahramanmaraş ve Çevresinde Depremler


Doğu Anadolu Fay Hattı (DAF) üzerinde sırasıyla 1114,  1513,  1544, 1789, 1795, 1866, 1872,  1874,  1875,  1893, 1905 ve 1971 yıllarında büyük depremler olmuştur.

1114 ve 1795’te meydana gelen iki büyük deprem, Maraş’ı tamamen harap etmiş ve binlerce insan ölmüştür…

29 Kasım 1114‘te Maraş büyük bir depremle sarsıldı.  Ermeni tarihçi ve keşiş Urfalı Mateos bu depremde şehirde yaşayan hiç kimsenin depremden sağ kurtulamadığını ve yaklaşık 40 bin kişinin öldüğünü yazmıştır. Deprem çok geniş alanda hissedilmiş, mevsimin kış olması nedeniyle kayıplar büyük olmuştur.

1513 veya 1514 yılında, tarihi tam olarak belirlenemeyen büyük bir deprem Tarsus, Adana ve Malatya hattında meydana gelmiş ve Maraş’ı da etkilemiştir. Aynı yıllarda Mısır-Kahire’de olan depremle bağlantısı bilinmemektedir.   

1544 Elbistan Depremi: 1544 yılının Ocak ayında meydana gelen depremde Elbistan'ın yarısı toprağa gömülmüş, Sacur Çayı'nın akışı değişmiş ve sarsıntılar Gaziantep’in güneyine kadar yıkıma neden olmuştur.  Artçı depremler altı ay sürmüş, Zeytun (Zitun-Süleymanlı) adlı yerleşim tamamen yıkılmış ve dağların altına gömülmüştür.

27 Haziran 1583:  Doğu Anadolu’da başlayan sarsıntının ardından meydana gelen ana şok Erzincan’ın neredeyse tamamının yıkılmasına ve 15 bin kişinin yaşamını yitirmesine neden olmuştur. 5 bin kişinin enkaz altında can verdiği bu deprem Maraş ve çevresinde çok sayıda binanın yıkılmasına neden olmuştur. Maraş ilindeki insan kaybı kesin olarak bilinmemektedir.

29 Kasım 1795 Maraş Depremi: Sabahın erken saatlerinde Maraş yine büyük bir depremle sarsılmıştır. Soğuk ve yağışlı, fırtınalı bir havada gerçekleşen depremim süresi oldukça uzun sürmüş, şehrin büyük bir bölümü harap olmuş, evlerin neredeyse tamamı yıkılmıştır. İnsanlar uzun süre geçici yerleşimlerde, çadırlarda yaşamak zorunda kalmışlardır.

1874 Elazığ merkezli 7,1 büyüklüğündeki deprem bölgede yıkıma yol açmıştır. Bir yıl sonra, yine Elazığ’da 6,7 büyüklüğünde meydana gelen depremde de yıkım olmuştur.

1893 ve 1905 yıllarında Maraş ve çevresinde etkili olan depremler yıkıma sebep olmuş, mal ve can kaybı meydana gelmiştir.

Bunların yanı sıra cumhuriyet döneminde yıkımı az olsa da bölgede çok sayıda deprem gerçekleşmiştir. Özellikle 1962 depremi, Nisan ayının başlarında başlamış Mayıs ayının ortalarına kadar sürmüş, bölgede uzun süre tedirginlik ve panik yaratmıştır.

Kahramanmaraş ve çevresindeki depremleri derlerken birkaç kaynaktan yararlandık. Bunlardan biri Erhan Afyoncu’dur; “Kahramanmaraş ve çevresini yıkan tarihi depremler”, Sabah, 12 Şubat 2023.




Erhan Afyoncu’nun yararlandığı kaynak, Yunan kökenli araştırmacı yazar Nicolas N. Ambraseys, Caroline F. Finkel’in “Türkiye'de ve Komşu Bölgelerde Sismik Etkinlikler 1500-1800” adlı Türkçe ’ye çevrilerek basılmış eserdir. Kitapta 1500-1900 arasında bölgede meydana gelen depremler yer gösterilerek, tarihleriyle verilmiştir. 

Diğer kaynak Adnan GüllüTarihte Elbistan Depremleri”, Maraş Gündem, 28 Ocak 2020; felaketten üç yıl önce yazılmış, tam da depremin merkez üssünde…

Değerli yazar makalesine “Amacımız deprem sözcüğü ile toplum üzerinde panik yaratmak değil, deprem konusunda geçmişte yaşadığımız Marmara depreminin acılarını unutmaya başladığımız şu yıllarda yeniden hatırlamayı faydalı görmekteyiz.” diyerek başlamış.

Makalenin alt başlığında Emerson’un bir deyişini kullanmış:

“Korkunun Kaynağı Bilgisizliktir.”

 


Tarih Tekerrür Ediyor


Bu makaleyi kaleme alırken, bir yandan deprem haberlerini izliyorum.

Arama kurtarma çalışmaları sonlanma aşamasına geldi.

Enkaz kaldırmaya başlandı.

Derken…

Hatay’da üç dakika arayla iki deprem daha oldu.

Hatay Defne’de 6,4, Samandağ’da 5,8 büyüklüğünde…

Oturulabilir, az hasarlı denilen binalar yıkıldı…

Canlı yayında izledik.

6 can kaybı ve yine yüzlerce yaralı.

 

Felaketin boyutu büyük…

Belirlenebilen resmi ölü sayısı 50.000’lere dayanmış durumda.

100.000’lerce yaralı…

Felaketin boyutu büyük, çok büyük!


 

Deprem devasa binaların, yapılaşmanın olmadığı ilk çağlarda çoğunlukla insan ve canlılara zarar vermeyen, doğal bir yer hareketiydi…

Korku verse de, günümüzdeki gibi öldürücü değildi.

Ne zaman ki insanlar taşı ve tuğlayı üst üste koyarak binalar inşa etmeye başladı…

Demiri, çimentoyu, kireci keşfetti…

Depremler kâbus olmaya başladı.

Bulunduğu bölgenin deprem risk durumuna uymayan binalar yıkılmaya mahkûmdur.

Günümüz için söylersek…

Deprem yönetmeliklerine aykırı binalar yıkılmaya yatkındır.

İşte bu koşullarda depremler insanlar için öldürücü oluyor.

Bütün mesele depreme karşı “uygun-tutarlı” binaların inşası için gerekli tedbirlerin alınıp alınamamasıdır.

Aksi halde felaketin boyutunu hesaplamak bile ıstıraptır, zulümdür.

  


22.02.2023, Ünyekent

https://www.unyekent.com/kose-yazilari/felaketin_boyutu-3741.html


15 Şubat 2023 Çarşamba

Ünye’de Deprem Riski

 

Ünye’de Deprem Riski

 

Ünye, Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde deprem kuşağında bulunan ve deprem riski bulunan yerleşimler arasında yer almaktadır. Bu nedenle, Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın devamı niteliğinde olan ve Doğu Anadolu-Güneydoğu Anadolu Hattı’nda gerçekleşen şiddetli depremle doğrudan ilintilidir.

Ünye, Orta Karadeniz’in diğer sahil kentleri Samsun, Sinop ve Ordu gibi Kuzey Anadolu Fay (KAF) hattı bölgesinde, 2-3. deprem bölgesi kuşağında yer almaktadır.

Ünye’nin Kuzey Anadolu Fay hattı üzerinde olması nedeniyle birinci derecede deprem kuşağı içerisinde yer aldığını söylemek mümkündür. Ancak Fay Hattı ile sahil kesini arasında güçlü bir set oluşturan Canik Dağları, hat üzerindeki hareketleri nispeten etkisiz kılmakta, dağın güney kesimi kadar depremlerden etkilenmemektedir.

Bu durum sahil şeridinde büyük bir depremin gerçekleşme ihtimalini zayıflatmakta, ancak ortadan kaldırmamaktadır.


Fay Hattı üzerindeki bağımsız depremlerden sahil kesiminin her zaman risk taşıdığını söylemek mümkündür. Örneğin 27 Kasım 1943, 00.20’de meydana gelen Tosya-Lâdik Depremi 7,2 büyüklüğündedir. Resmi rakamlara göre 4.000 kişinin öldüğü depremden Kastamonu, Sinop ve Samsun il sınırları içinde kalan yerleşimler etkilenmiştir.  


Aynı şekilde Richter ölçeğine göre 7,2 (Moment magnitüd ölçeğine göre 7,9 şiddetindeki 1939 Erzincan depreminde 33.000 kişi öldü. Ünye’de bina yıkımına varan sonuçları oldu.  


20 Aralık 1942’de 17.05'te meydana gelen 7,0 şiddetindeki Niksar-Erbaa depreminde ise 3.000 kişi ölmüştür. Ünye’nin yakın tarihinde hissettiği en şiddetli deprem olması hasebiyle ilçe sınırları içinde mal ve can kaybı meydana gelmiştir. Ünye ile depremin merkez üssü Niksar-Erbaa arası kuş uçumu 85 km’dir.


2023’ün Şubatı’nda yaşanan Gaziantep-Kahramanmaraş Depremi ise, kuş uçumu 500 Km. mesafede olmasına rağmen Ünye’den hissedilmiştir.  

 

6 Şubat 2023 Gaziantep-Kahramanmaraş Depremi

 

6 Şubat gününün ilk saatleri…

Deprem bölgesindekiler gibi kan uykudaydık.

Saatler 04.17’yi gösterdiğinde yatağımdan hafifçe doğrulduğumu hatırlıyorum.

Midemde belli belirsiz bir bulantı…

Kalkıp lavaboya gittim, yüzüme su serptim.

Birkaç yudum su içme gereği duydum.

Mutfaktan oturma odasına geçtim.

Pencereden dışarı baktım.

Deniz, sahil yolu sakindi, her şey yolunda görünüyordu.

Pencere kenarındaki kanepeye oturdum.

Bir müddet sonra kalktım, yeniden yatmayı düşündüm.

Tam o sırada kızım yanıma geldi, “Duydun mu?” dedi…

Doğu’da deprem olmuş...

Kayseri’deki kuzeni paylaşmış bir sosyal medya hesabından…

Televizyonu açınca vahim durumu öğrendik.

O saatten sonra haberlere kitlendik.

Zaman geçtikçe durumun vahameti çığ gibi büyüyordu.

Deprem altında insanlar ne yapıyordu?

Ne yapılmalı, ne yapabiliriz?

Saatler ilerledikçe kayıp haberleri geliyor.

13.24’te bir yandan haberleri izliyoruz ve bir şeyler yemek için mutfaktaydık.

Evin ağır ağır sallanmakta olduğunu hissettik.

Hemen bir hayat üçgeni oluşturup, oracığa çömeldik.

Birbirimize kenetlendik.

500 Km. gibi uzak bir mesafeden hissettiğimiz sallantı bile korkunçtu.

Çaresizdik…

Hepimize korku ve panik hâkimdi.




 

Depremin Merkez Üssü ve Şiddeti

 

AFAD'ın verilerine göre saat 04.17’de Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinde 7,7; saat 13.24'te Elbistan ilçesinde 7,6 büyüklüğünde iki deprem meydana geldi.

Amerika Birleşik Devletleri Jeoloji Araştırmaları Kurumu'nun (USGS) verilerine göre, 9 saat arayla gerçekleşen bu iki deprem ve merkez üsleri sırasıyla Gaziantep'in Şehitkâmil ilçesi 7,8; Kahramanmaraş'ın Ekinözü ilçesi 7,5 büyüklüğündedir.

Sonuçta her iki depremin şiddeti o kadar büyüktü ki, Ünye sallandı…

Sarsıntıyı fark edince, depremin merkez üssünde yaşananları bire bir hissedebiliyorduk.

Neden ilk günden gönüllülerin deprem bölgesine koştuğunu ve yakınlarını enkazdan elleriyle nasıl çıkarmaya çalıştıklarını çok iyi anlıyorduk.

Keşke aynı duyarlığı resmi kurumlar da gösterebilseydi…

Görevliler ilk elden harekete geçip, ilk günden organize olabilselerdi.    

Neyse…

Deprem uzmanlarının “500 yılın birikimi olan bir gerilimin boşalması” dediği bu felakette yaşananları tarih yazacaktır.

Yüzyılın bu büyük felaketinde sözler tükendi…

Ama…

Çare tükenmedi.

Yaralar sarılacak!

Türkiye bu badireyi de atlatacaktır.

Sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.

Ülkemiz bu enkazdan çok daha güçlü bir biçimde çıkacak; basiretsiz, liyakatsiz, beceriksiz unsurlardan arınarak yoluna devam edecektir.

 


 15.02.2023, Ünyekent

https://www.unyekent.com/kose-yazilari/unyede_deprem_riski_-3732.html


7 Şubat 2023 Salı

Anadolu’da Tarım


Anadolu’da Tarım

 

 Tarihin akışını üç önemli devrim şekillendirdi, diyor Harari; “Yaklaşık 70 bin yıl önce başlayan Bilişsel Devrim, 12 bin yıl önce bunu hızlandıran Tarım Devrimi ve tarihi sona erdirip bambaşka bir şeyi başlatabilecek yalnızca 5 bin yıl önce başlayan Bilimsel Devrim.[1]

70 bin yıl önce insan, kendi benzeri olan insansılardan (primatlar) net olarak ayrışmış ve modern insanın atası sayılan homo sapiens, akıllı yaratık olarak ortaya çıkmıştır. Harari bu evreyi Bilişsel Devrim olarak nitelendiriyor. 

12 bin yıl önce yani MÖ. 10 binden sonra Holosen[2] ile artan hava sıcaklığı ve değişen iklim koşulları hızla Önasya’da ve Anadolu’da etkili olmaya başlıyor. İşte bu dönemde insan toprağa yerleşiyor ve tahılları evcilleştiriyor. Bu evreye de Gordon Childe’ın deyimiyle Neolitik Devrim yahut Harari gibi Tarım Devrimi diyoruz.

 

İlk Tarımsal Yapılar

Tarımın geliştiği ilk yer olarak Verimli Hilal adı verilen bölge gösteriliyor. Bu bölge Filistin’den başlayarak Batı ve Kuzey Suriye’yi, Güneydoğu Torosları, Kuzey Mezopotamya’yı ve Dicle Nehri’nin doğusunda kalan Zağros Dağları’nın batı eteklerini kapsar.

İnsanlar ilk kez bu topraklarda yabani tahılları evcilleştiriyor ve günümüzün modern tahıllarına ulaşıyor. Bilimsel araştırmalar tarımın geliştiği ilk yer olarak Filistin topraklarını; Levant Bölgesi, Jeriko yerleşimini gösteriyor.

Ancak son araştırmalar, ilk evcilleştirilen ürünün buğday ve arpa olduğunu, tarıma açılan ilk toprak parçası Urfa ve Diyarbakır arasındaki Karacadağ’da tespit edildiğini ortaya koyuyor.[3]   

Başta buğday, arpa gibi tahıllar ile mercimekgillerin tarımı Güneydoğu Anadolu’da, özellikle Karacadağ çevresinde başlaması bir rastlantı sonucu olmamıştır. Karacadağ’da yeni oluşan bu doğal çevre, avcılıkla geçinen kalabalık insan topluluklarının bir yerden diğerine göç etmeden rahatlıkla geçinebileceği bir ortamı sağlamış olmasındandır.

Ancak insanları bu bölgeye çeken tahıllar değil, av hayvanlarının bolluğu oldu; başka bir deyişle, insanlar çiftçi olmak için özel bir uğraş vermedi, yaşamlarını avcılıkla sürdürürken çevrelerindeki bitkilerden yararlanmaya başlayıp, zaman içinde tahıllara yöneldi. Güneydoğu Anadolu buğday, arpa, çavdar, fiğ gibi birçok tahıl ile mercimek ve baklagillerin yabani atalarının doğal yaşama alanıdır. Bunların bir kısmı, özellikle arpa ve çavdarın yabanıl ataları başka coğrafyalara da yayıldı, ancak buğday ve mercimek bu bölgenin yerli bitkileridir, dolayısı ile buğday tarımı sadece Güneydoğu Anadolu’da başlamış olmalıdır. Buna karşılık tahıl tarımı Yakındoğu’nun farklı kesimlerinde, kısmen birbirinden bağımsız, kısmen bölgedeki toplulukların bilgi ve deneyim paylaşımı ile Filistin ve Zagros’lara kadar olan bölgelerde de gerçekleşti.[4]

Yaklaşık 12.000 yıl önce bu bölgede tahılların evcilleştirilmesi, tarımın ortaya çıkmasına, modern toplumun ve modern ekonomik yapıların oluşmasına yol açmıştır. Neolitik yaşam tarzı yani tarım, Güneydoğu Toroslardan hızla Batı Anadolu’ya taşınmış, yeni çekirdek bölgeler oluşmuştur. Dolayısıyla Batı Medeniyetinin kökeni (Avrupa toplumunun ataları) Anadolu’nun ilk tarım işçileriyle bağlantılıdır. Bulgaristan topraklarındaki en eski toplumlardan biri, MÖ 6.500 yılına uzanan Neolitik Karanovo kültürü ve Yunanistan’ın MÖ. 5.500’lere tarihlenen Sesklo yerleşmesi kazılarından elde edilen genetik yapı sonuçları Anadolu Neolitiği ile birebir örtüşmektedir.

Bununla birlikte, tahıl bitkilerinin ortaya çıktığı tek bölge Anadolu ve Bereketli Hilal Bölgesi değildir. 12.000 yıl öncesinden itibaren meydana gelen modern tahılların eski akrabalarının birçok paralel evriminin olduğu iddia edilmektedir.

Dünyanın başka yerlerinde, örneğin Amerika kıtasında ve Güneydoğu Asya’da tarım birbirinden bağımsız olarak daha sonra başlamıştır. Tarım, Anadolu’da ve Ortadoğu’da yaklaşık günümüzden 12.000 yıl önce, Güneydoğu Asya’da günümüzden 8.000 yıl önce ve Orta Amerika’da ise günümüzden 5.000 yıl önce başlamıştır. Ancak bu bölgelerde tarımı yapılmaya başlanan bitki türleri farklıdır. Anadolu ve Ortadoğu’da arpa, buğday; Güneydoğu Asya’da pirinç ve Orta Amerika’da ise mısır tarıma alınan ilk bitkilerdir. Tarım bu merkezlerde başladıktan sonra hızla diğer bölgelere de yayılmıştır.

Özetle söylersek, genetik kanıtlar tahılların tek bir çekirdek alandan kaynaklanmadığını söylüyor ve birden çok coğrafi kökene işaret ediyor.[5]

Arkeobotanistler, yanlış başlangıçlar ve bazı yerlerde kökeni ve yayılmayı etkileyen hastalıklarla birlikte, tahıl evcilleştirme için birden fazla menşe merkezi olduğunu öne sürüyor. Levant'ın bir bölümünde evcilleştirilen tahıllar, diğer bölgelerde gelişmemiş olabiliyor.

 

Buğdayın Anavatanı Anadolu’dur

Değerli Arkeolog Prof. Dr. Fahri Işık, “Uygarlık Anadolu'dan Doğdu” derken haklıdır. Çünkü "Güneşin doğduğu yer" anlamındaki "anatol", J. Latac'a göre, "Avrupa kültürünün en güçlü köklerinin sürdüğü yerdir"; "Batı Uygarlığı'nın doğduğu yeri" çağrıştırır. Son araştırmaların ışığında Neolitik yaşam tarzının Batı’ya Anadolu üzerinden taşındığı ve ilk Anadolu’da yetiştirilen buğday ve arpanın Avrupa’ya ve diğer bölgelere bizim topraklardan taşındığını söylemek mümkündür.[6]

Güneydoğu Anadolu Bölgesi yabani tahılların ataları bakımından Yakındoğu’da bulunan en zengin alanlardandır. Tahıllar açısından zengin olması ise yüksek yağışlara bağlıdır. Şanlıurfa ve Diyarbakır arasında bazalt ve sönmüş bir volkanik dağ olan Karacadağ’da görülen en eski tahıl, einkorn buğday çeşididir. Einkorn türü buğday, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki bilinen yerleşim alanlarında yaşayan insanların besin gereksinimlerinin önemli bir kısmını karşılamıştır.

Buğdayla ilgili ilk tarımsal faaliyetin Urfa Karacadağ civarında başlaması; Diyarbakır, Batman ve Şanlıurfa civarında yapılan Çayönü, Hallan Çemi ve Göbeklitepe kazılarıyla da netlik kazanmıştır.[7]

Akeramik Neolitik Çağ olarak da kabul edilen Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem[8], yerleşik yaşama geçiş ve tarımsal denemelerin başladığı ilk dönemdir ancak toprak kökenli kaplar henüz bilinmemektedir. Tarımsal uygulamaların ilk olarak buğday, arpa, mercimek, bezelye, akdarı, burçak, keten ve kenevir gibi bitkilerle başladığı; ilk evcilleştirilen hayvanların köpek, koyun, keçi ve domuz olduğu arkeobotanik ve arkeozoonik çalışmalarla bilinmektedir.

Einkorn buğday çeşidinin yanı sıra keçi ve koyunun evcilleştirilen ilk örnekleri, Şanlıurfa’da bulunan Nevali Çori yerleşim alanında görülmüştür.[9]

 

Arpa ve Kadim İçki Bira

Buğdayın anavatanı olan Anadolu’da ilk ekimi yapılan diğer tahıl arpadır.

Yabani arpanın botanikteki adı Hordeum spontaneum'dur.  Filistin ve Ürdün'den Türkiye'nin güneyine, Kuzey Irak’a, İran'ın güneybatısından Yunanistan, Mısır, Tacikistan ve Himalayalar'a kadar Bereketli Hilal'de hâlâ yetişmektedir. Yabani arpa, İsrail'in kuzeyindeki Hayonim ve Ürdün'ün kuzeyindeki Wadi Hammeh gibi Natufian dönemi yerleşim yerlerinde (MÖ. 10.500- 9.300) bulunmuştur. Görünüşe göre arpa, Bereketli Hilal'deki farklı bölgelerde ayrı ayrı evrimleşmiş ve paralel evrim yollarında yolculuk etmiştir.[10]

Arpa ( Hordeum vulgare), dünya çapında yetiştirilen başlıca tahıl ürünüdür. Gıda maddesi, hayvan yemi olarak, kavurma ve malt yapımında bira ve viski gibi alkollü içeceklerin yapımında kullanılır.

Urfa Göbeklitepe’deki kazılarda tek parça kireç taşının yontulmasıyla yapılan, maksimum 240 litre sıvı ile doldurulabilen, tekne şeklinde yedi adet büyük kap bulunmuştur. Bu kaplara yapılan kimyasal analizler sonucunda oksalik asit kalıntıları bulunmuştur. Oksalik asit tahıllara uygulanan suda bekletme, ezme ve mayalama işlemlerinin sonucunda oluşmaktır. Bulgular Göbeklitepe’deki insanların mayalanmış tahıldan yapılmış yiyecekleri yaptıklarını göstermektedir. Bulgular çok sayıda havanın varlığını da desteklemektedir. Bu havanların kayalara oyularak yapıldığı bilinmekte ve bira yapımında kullanıldığı düşünülmektedir.[11]

 

Çatalhöyük ve Boncuklu Höyük

İnsanlığın gelişiminde önemli bir evre olan yerleşik toplumsal hayata geçiş ve tarımın başlangıcı gibi önemli sosyal değişim ve gelişmelere tanıklık eden Çatalhöyük, Neolitik Dönemin ilk Anadolu Kenti olarak değerlendirilir. Neolitik yaşamın Yeni Çekirdek Bölgesi sayılan Çatalhöyük Güney Anadolu Platosu’nda yaklaşık 14 hektarlık bir alan üzerinde yer almaktadır. İki höyükten oluşan Çatalhöyük Neolitik Kenti’nin daha uzun olan Doğu Höyüğü, MÖ. 7400 ve 6200 yılları arasına tarihlenen 18 Neolitik yerleşim katmanından oluşmaktadır. UNESCO Dünya Miras Listesi'nde yer alan

Son dönem kazılarıyla gündeme gelen Boncuklu Höyük’te ise, Anadolu’da tarım ve hayvancılığın ilk izlerine rastlanmıştır. Çatalhöyük'e 9 kilometre mesafedeki bu yerleşimde Neolitik Çağ’a özgü orak biçimli aletler, tahılları işlemede kullanılan öğütme taşları, havanlar, dibekler, yüzeyleri ve kenarları sürtülerek düzeltilmiş ve parlatılmış taş aletler bulunmuştur. Çatalhöyük’ün bu yerleşimi terk edenler tarafından kurulduğu tespit edilmiştir. (Yaklaşık tarih: MÖ. 8.000)

Her iki yerleşimin en önemli bulgusu, arkeolojik kazılarda tespit edilen tohumlardır. Binlerce yıl bozulmadan günümüze kadar ulaşan tahıl tohumlarının öyküsü mucizevidir. Özellikle öğütücü eleklerden geçirilerek açığa çıkarılan tohumlar, Anadolu’da ilk ıslah edilen tahıl ürünlerinin serüvenini betimler. Hayvan dışkıları içinde gizlenen yahut yangın sonucu yapısını kaybetmeyip günümüze kadar ulaşmayı başaran tohumlar, yüzdürme (flotation) işlemi denilen yöntemle elekten geçirilen tohumlar, sulu ortamın yüzeyinde toplanırlar. Böylece insan neslinin binlerce yıl önce ekimini yaptığı ilk ürünlere erişim sağlanmış olur.    

 Devam edecek: Türkiye'de Buğdayın Öyküsü

 

6 Şubat günü ülkemizde meydana gelen deprem

 yüzyılın en büyük felaketlerinden biridir.

Tüm varlığımızla deprem mağdurlarının yanındayız.

Başın sağ olsun mahzun ve güzel ülkem.

 

08.02.2023, Ünyekent

https://www.unyekent.com/kose-yazilari/anadoluda_tarim-3724.html


[1] Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara SAPIENS, (İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi),  Kolektif Yay. s. 17

[2] Holosen, Kuvaterner devri içerisinde yer alan Pleistosen devrinin bitmesinden günümüze kadar sürmekte olan jeolojik devredir. Dönem Genç Buzul çağının bitmesiyle başlayan buzul durgun dönemine karşılık gelir. Adını Yunanca kelimeler olan ὅλος ve καινός sözcüklerinden alır ve "tamamen yeni" anlamına gelir.

[3] M. Özdoğan, “Neolitik Dönem: Günümüz Uygarlığının Temel Taşları”, 12.000 Yıl Önce “Uygarlığın Anadolu’dan Avrupa’ya Yolculuğunun Başlangıcı”, YKY Yay., İstanbul-2007, 9-20.

[4] M. Özdoğan, “Tarım nerede, neden, nasıl başladı? Yaşamda neleri değiştirdi?”Arkeoduvar, sayı 10, s. 10 Eylül-Ekim 2022

[5] Devereux, EJ; Antik Tahıllar: Modern mahsullerin evcilleştirilmesi, Akt. Eco Food Dev, Şubat 2021

[6] Devereux, EJ. (2021) Tarım Nasıl Başladı: 12.000 Yıllık Mahsul Yetiştirme,  EcoFoodDev

[7] Ahmet Uhri, Anadolu Mutfak Kültürünün Kökenleri, Arkeolojik, Arkeometrik, Dilsel, Tarihsel ve Etnolojik Veriler, Ege Yay. 2015

[8] ÇÇN-Çanak Çömleksiz Neolitik, PPN-“Pre Pottery Neolithic” olarak adlandırılan dönemdir.

[9] Nazmiye Mutluay, Anadolu Neolitik Çağ Uygarlığı. Alter Yay, 2010

[10] Devereux, EJ.(2021), "Arpa: Crop Evolutionary History & Future Food Sustainability", EcoFoodDev

[11] Karl Schmidt, (2007). Taş Çağı Avcılarının Gizemli Kutsal Alanı Göbekli Tepe. Arkeoloji ve Sanat Yayınları.

08.02.2023, Ünyekent