Osmanlı Okumaları
Son Osmanlı Sultanı Vahdettin “hain miydi?” tartışması üzerinden yazdığımız iki makaleye doğrudan
olmasa da, yazıdaki bazı ifadelere “dolaylı” eleştiriler geldi.
Efendim, neden anlı şanlı tarihimizin altın harflerle
yazılan başarıları değil de, müşkül durumları anlatılıyor?
Ne demişiz “müşkül” durumlarla ilgili:
“Ecdadımızla ilgili övgü, böbürlenme ve şişinme ihtiyacını
“en iyiler” ile yapsak bile, kusurlarını görmezlikten mi geleceğiz?” demişiz…
“Örneğin Kanunî’nin
o muhteşem saltanatının 46 yılını sadece övgüyle mi dolduracağız? Taht uğruna öz evladını boğazlattığını yazmayacak
mı tarih?”
“İstanbul’un fethi, “Kardeş
Katlini” meşrulaştıran II. Mehmet kanunlarını
unutturacak mı?” demişiz ki, konuya ilişkin yazdıklarımızın hepsi bu kadar…
Sadece bu kısmına takılmışlar iki bölümlük makalenin…
Ne diyorlar?
Batı tarihinde de taht kavgaları olmuştur… Özellikle
derebeylerin iktidar savaşımı tarihe damgasını vurmuştur. (Games of Thrones Tv
dizisi, Shakespeare’nin Macbeth’i ve Kral Lear, verilen örnekler arasında.)
Okur daima haklıdır, diyemeyeceğim.
Zaten eleştirirken bile Osmanlı’nın “iyi” ve “muhteşem”
yanını görmüşüz, “fetih” olgusuyla birlikte ele almışız; daha ne yapalım, kusur
kısmını görmezden mi gelelim?
Aksine konu üzerinde biraz daha düşünelim, derim…
Muhteşem Yüzyıl’da Evlat Katliamı
Galiba Kanuni’nin oğlu Mustafa’yı boğdurması, Halit Ergenç’in başarıyla canlandırdığı bir TV dizisi falan zannediliyor. Sanki tarihte böyle bir olay yaşanmamış, senaryo gereği Şehzade Mustafa padişah babası Kanuni Sultan Süleyman tarafından öldürülmüş…
Oysa olay Şehzade Mustafa’yla bitmiyor, diğer oğlu Bayezid ve dahi evlatlarını
sığındıkları Acem sarayında boğduruyor.
Damadı İbrahim Paşa’yı ve Cem Sultan’ın torunlarını hiç
hesaba katmıyoruz...
Çünkü evlat katli,
ülke bekası için kardeş katlini meşru sayan Fatih Kanunlarından daha beter bir uygulamadır. Üstelik bu
evlat, tahtı ele geçirmek üzere kılıç kuşanmamış ve isyana yeltenmemiş bir
şehzadeyse eğer, gerçekten yazık!
Muhteşem Yüzyıl dizisinin en sevilmeyen yanı bu konulara da
el atmış olmasıdır.
Eski bir Türk-Moğol geleneğidir; iktidar için kardeş katli,
babanın bertaraf edilmesi sık görülür. Cengiz’in
kardeşini öldürmesi, Mete Han’ın
babası Teoman’ı öldürtmesi gibi…
Ancak evladını katleden hükümdara fazla rastlamıyoruz.
Saltanat verâseti hakkında Neşrî (1493), kardeş katlinin Osmanlılarda “âdet-i kadîme” olduğunu
işaret eder. Osman Gazi’nin amcasını öldürmesi, I. Murad’ın kendisine karşı ayaklanan kardeşleri Halil ve İbrahim’i
idam ettirmesi, oğlu Savcı’nın gözlerini kör ettirmesi ilk akla gelen
örneklerdir.
Fatih’in Kanûnname’sindeki
madde aynen şöyledir:
1. Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, 2.
Karındaşların nizâm-i âlem için katletmek münâsibdir, 3. Asker “ulemâ dahi
tecvîz itmişdir, 4. Anınla ‘âmil olalar.” (Halil
İnalcık, Devlet-i Aliyye, c. II, s. 82)
Sırf bu maddeden olarak, masumların bazıları dilsizler
tarafından ana kucağından koparılarak cellâda teslim edildi. Tarihi yarımadanın
türbelerinde çok sayıda küçük sandukanın yer alması bu yüzdendir.
Nizâm-i âlem için yapılan bu katliamlar karşısında halkın
tepkisini çekmemek için “kafes”
usulü getirildi. İki kez tahta oturtulan I.
Mustafa toplam 30 yıl, haremde bir dairede hapis tutuldu. Ömrünün 1 sene 6
ayını padişah, 30 yılını kafeste, 11 yılını da dışarda geçirmiş olan I.
Mustafa, öldüğünde 48 yaşındaydı. (M.
Kızılkaya, İki darbeyle gelip iki darbeyle giden padişah!, Habertürk,
02.10.2020)
Büyük kardeşe Osmanlı tahtını münasip gören ekberiyyet usulü de kardeş katlinin
önüne geçememiş. I. Ahmed’le
birlikte iktidarı büyük ve yetenekli olan kardeşe münasip gören Ekber ve Erşed dönemine geçilmiş olsa
da, Osmanlı sarayında kardeşkanı dinmemiş. Hiç erkek çocuğu olmayan IV. Murad, üç kardeşini idam ettirmiş,
yalnız İbrahim’i (Deli İbrahim)
hayatta bırakmıştır; hanedan onun çocukları yoluyla Osmanlı tahtını devam
ettirebilmiş. Hoşumuza gitmese de ecdadımızın tarihi böyle!
Üç Bin Yıllık Bekleyiş (2022)
Geçen ay gösterime giren Üç Bin Yıllık Bekleyiş adlı George Miller filminde, aynı tarihi atmosfer (bu defa masalsı bir tonda) karşımıza çıkıyor.
Filmle ilgili eleştirilere bakıyorum, yazdığımız makaleye
karşı tepkilerle neredeyse aynı.
“Osmanlı döneminde geçen kısımlar gerçekle pek ilgisi
olmayan fantezi sahnelerdi.”
“Osmanlı'yı haremden ibaret gibi göstermişler, kara
propaganda filmi tamamen, müzikler orta doğu ezgileri, bizi hep onlardan biri
gibi gösterme çabaları var maalesef...”
“Batı hâlâ Osmanlı Sarayı'nı bir sirk olarak ve olağanüstü
entrikaların döndüğü bir yer olarak biliyor herhalde... Türk tarihçilerin
eserleri hâlâ ellerine geçmemiş olmalı, batılı aptal tarihçilerin uydurma
hikayelerle doldurdukları ve vâkıf olamadıkları olaylarda hayallerinde
canlandırdıkları gibi yazdıkları kitaplarla yetiniyorlar anlaşılan.”
George Miller’ın Üç Bin Yıllık Bekleyiş (Three Thousand Years of
Longing) filminin konusu
ağırlıkla İstanbul’da geçiyor. Filmin senaryosunu Miller ile beraber Augusta
Gore kaleme almış ve A.S. Byatt’ın The
Djinn in the Nightingale’s Eyes isimli kısa hikayesinden uyarlanmış. Oyuncu
kadrosunda ise Tilda Swinton - İdris Elba ikilisiyle beraber Erdil Yaşaroğlu,
Zerrin Tekindor, Ece Yüksel, Oğulcan Arman Uslu, Burcu Gölgedar ve Seyithan
Özdemir gibi yerli isimler yer alıyor.
Mekan İstanbul ama pek “tanıtıma” yer verilmemiş.
Eleştirilere haklılık kazandıracak ölçüde de Osmanlı’nın
“arızalı” kısmı işlenmiş, diyerek konuyu şöyle özetlemeye çalışalım:
Kapalı Çarşı’dan alınan bir çeşmibülbüle hapsedilmiş bir cin
(Idris Elba) ile bilgin Alithea (Tilda Swinton), İstanbul'da Pera Palas’ın bir
odasında (Agatha Christie’nin kaldığı sır dolu oda) karşı karşıya gelirler.
Cin, eğer özgürlüğünü kazanmasına yardım ederse Alithea'nın üç dileğini yerine
getireceğini söyler. Böylece tarihte bir yolculuğa çıkarlar...
Aksiyon filmlerinin başyapıtı sayılan bir önceki filmi Mad Max: Fury Road ‘da gördüğümüz
karmaşayı aynen bu yapıma da taşıyan George
Miller’in bu filmi bizi daha çok Osmanlı tarihine bakış açısıyla
ilgilendiriyor.
Batılı Gözüyle Osmanlı
Oryantalizm, Yakın Doğu ve Uzak Doğu toplumlarının, kültürlerinin, dillerinin ve halklarının incelendiği Batı kökenli bir araştırma alanıdır. Sanat tarihini, arkeolojiyi, edebiyatı ve kültürel çalışmaları da içeren bir anlayışla Doğu dünyasına bakışı ifade eder ki, Doğu dünyası üzerinde hegemonya kurabilmeyi kolaylaştıran ve ön yargılardan beslenen bir düşünce sistemine dönüşmüştür.
Buna rağmen durumu batılı “aptal” tarihçilerin uydurma
hikayeleri olarak görmek ve vâkıf olamadıkları olaylar biçiminde yorumlamak
fevkalade yanıltıcıdır.
Osmanlı resmi tarihçileri (Vak’a Nuvis) ve Naîma gibi saray tarihçilerinin
eserleri, maalesef tarihi gerçekleri yansıtmaktan uzaktır. Tanzimat’la birlikte
başlayan Batılılaşma hareketi, tarih yazımına da yansıdı. Namık Kemal’in “Osmanlı Tarihi” gibi eserleri, bu dönemde Batılı
bir anlayışla kaleme alındı. Osmanlı tahrirleri, salnameler ve amal defterleri
ise ciddi anlamda ancak Cumhuriyet döneminde ve Atatürk’ün kurdurduğu Türk
Tarih Kurumu aracılığıyla okunmaya başlandı. Akademik çevrelerin de
etkisiyle Başbakanlık Arşivlerinde ve kütüphanelerde toplanan belgeler
değerlendirildi, Türk ve Osmanlı tarihi Batılı kaynaklarla karşılaştırılarak
yeniden yazıldı. Ne yazık ki, belli bir aşamaya kadar kendi tarihimizi Batılı
kaynaklardan öğrendik. Sıkça referans gösterdiğimiz Halil İnalcık ve ekibi bile Osmanlı-Türk Tarihini gidip Amerika’da
kurdukları bir kürsüyle teşrih masasına yatırmışlardır.
Günümüzde Osmanlı Okumaları
İki belirgin cephe çıkıyor karşımıza. Biri, son dönem Osmanlıcılığı ile öne çıkan eski metinleri okuma çabasıdır ki, daha çok dini pasajlar, şanlı tarih sayfaları ve eski mezar taşları ile ilgilidir.
Diğeri Osmanlı arşivlerini ve ilgili belgeleri bulup
çıkaran, çözümleyen ekoldür. Halil
İnalcık ekolü gibi…
İlk cephe, orta eğitim kurumlarına kadar yaygınlık gösteren
bir eğilimdir. İki örnekle açıklayalım:
Ali Dilmen Anadolu Lisesi öğrencileri 19 Mayıs Atatürk’ü
Anma Gençlik ve Spor Bayramı etkinlikleri çerçevesinde İlçe Millî Eğitim
Müdürlüğü konferans salonunda “Tarih Okumaları / Osmanlı Tarihinden Kesitler”
adlı panel düzenledi. (Ajanslardan alıntı.)
İkinci örnek “biksad”
adlı bir kuruluşun, 15 Mayıs 2018 tarihli faaliyeti; “Bu yılın son ‘Osmanlı
Türkçesi Okumaları’ dersi mezar taşı okumalarıyla sona erdi. Önümüzdeki yıl
için başvurulular başladı.”
Diğer cephe için fazla bir şey söylemeye gerek yok, başvuru
kaynağımızı daha çok bu cephe teşkil ediyor. Bu nedenle Prof. Dr. Taner Timur, 'Osmanlı Okumaları' hakkındaki not ve
özetlerini paylaşmak için internet sitesi açıyor.
Her iki cepheyi de yabana atmamak gerekiyor, konuya yeniden
dönmek umuduyla…
https://www.unyekent.com/kose-yazilari/osmanli_okumalari-3509.html