13 Mart 2010 Cumartesi

2010 Oscarları ve Ölümcül Tuzak



The Hurt Locker, aldığı 6 Oscar’ın ardından ülkemizde yeniden vizyona girdi. Diğer “Irak Savaş Filmleri” gibi, fazla gişe başarısı olmayan bu filmi izledim ve hakkındaki eleştirileri yeniden gözden geçirdim; Oscar’ı hak edecek ne yapmış, merakı içinde…

Filmin Oscarlı kadın yönetmeni Bigelow, aldığı ödülü deniz aşırı ülkelerde bin bir güçlükle görev yapan Amerikan askerlerine adadığını söylese de, filmin Irak savaşıyla doğrudan bir ilgisini kuramadım. Irak işgalini baz alması, bu işgale yönelik bir mesajı olduğu anlamına gelmiyor, çünkü yok. Savaş’a (Irak işgaline) karşı tavrı net değil. Savaş karşıtı bir film olmadığı gibi, filmin apolitik tavrının arkasında, acaba inceden işlenen bir Amerikan savaş propagandası mı vardı… Yoksa, ustaca çekilmiş gibi görünen ve gerilim dozu yüksek sahneler mi Akademi Jürisini cezbetmişti…

Bu 6 önemli ödül, filmin neresine verilmişti?

Senaryo

Filmin senaryosunu yazan Mark Boal, bu öyküden dolayı Oscar'la ödüllendirilenler arasında. Boal'ın bir başka öyküsünden uyarlanarak yapılan In The Valley of Elah (2007), yine Birleşik Devletler Ordusunu ve Irak Savaşını baz alır. Irak’ta görev yapmış bir gazeteci olan Mark Boal’in elinden çıkan öykü, Paul Haggis’in ellerinde Birleşik devletler yönetimine ve Irak işgaline karşı yönelmiş rafine bir eleştiri niteliğindedir. Merak unsurunu sürekli ayakta tutan film, ağır temposuna karşın Hurt Locker’dan daha fazla ilgiyi hak ediyor ama kimse oralı değil.

Savaş karşıtı Hollywood yapımları

Savaş karşıtı Hollywood yapımlarının hiç birinde doğrudan emperyalist/kapitalist sistem ve Amerikan çıkarları hedef alınmaz. Yine de yoğun bir ilgi, önemli mesajlar ve toplumsal içerik taşırlar. Bu yönüyle her biri Amerikan Sinema Akademisi’nin kolayca ıskalayamayacağı yapımlardır. Çoğunda yalın bir savaş aleyhtarlığı ve savaşın yarattığı bireysel (psikolojik) sorunlar irdelenir. Yarattığı toplumsal etki küçümsenemeyecek düzeydedir.

The Hurt Locker filmi bu kategoride yer alsa da; kiminle, nerede ve niçin savaşıldığı sorusu önem taşımamaktadır. Olayları pekala Birinci Dünya Savaşı'na yahut Troya Savaşı'na uyarlamak mümkün ama bu haliyle yapım daha ucuza kotarılmış.

Oliver Stone- Platoon (1986) [Müfreze]

Filmin başında belirlenen “savaş bir uyuşturucudur” belirlemesi, kulağa yabancı gelmiyor. Oliver Stone’un Platoon (1986) [Müfreze] filminde ana tema “savaşta önce masumiyet kaybedilir” ile paralellik içeriyor. Klasik model “iyi” ile “kötü” arasındaki çekişmeyi ön plana alan Platoon’a karşılık, The Hurt Locker böyle bir karşıtlığa dayanmıyor. İki film arasında diğer benzerlik, her ikisi de savaş koşullarını oyuncularına olanca gerçekliğiyle yaşatmaya çalışmış. Bigelow’un filmi Ürdün’ün Irak sınırı yakınında, oldukça reel bir ortamda çekilmiş.

Francis Ford Coppala- Apocalypse Now (1979) [Kıyamet]

Savaş karşıtı filmler kategorisinde Platoon gibi Vietnam Savaşı’nı baz alan Francis Ford Coppala’nın Apocalypse Now (1979) [Kıyamet], savaşın şiddet yanını epik bir dille anlatan önemli filmlerin başında gelmektedir.

Bu tür yapımların en yaygınları, savaş sırasında yahut sonrasında ortaya çıkan travmayı anlatanlardır.

İşte birkaç örnek:

Martin Scorsese- Taxi Driver (1976) [Taksi Şoförü]

Michael Cimino- The Deer Hunter (1978) [Avcı]


Hal Ashby – Coming Home (1978) [Eve Dönüş]

Oliver Stone- Born On The Fourth of July (1989) [Doğum Günü 4 Temmuz]

Savaş temasını işleyen yapımların başta ABD olmak üzere tüm dünya kamuoyu üzerinde yarattığı etkiyi önemsememek elde değil. Yukarıdaki örnekler yanında, doğrudan kamuoyunu hedef alan yapımlara iki örnek daha:


Milos Forman- Hair (1979)

Barry Levinson- Good Morning Vietnam (1987)

Levinson’un filmiyle aynı yıl gösterime giren Jonh Irvin’in filmi, savaşın anlamsızlığını vurgular.
John Irvin- Hamburger Hill (1987) [Hamburger Tepesi]

Kubrick'in filmi ise, Coppola ve Scorsese gibi, Birleşik Devletler savaş mekanizmasını yeren, militarizmin yarattığı bireysel bozukluğu irdeleyen bir yapımdır. Stanley Kubrick, Spartacus’ün yaratıcısı bu dahi yönetmen, Full Metal Jacket ile savaş filmlerinin belki de en önemlisine imza atmıştır.

Stanley Kubrick – Full Metal Jacket (1987)


1998 Yılının Oscar çekişmesinde ödülleri Spielberg topladı. 2. Dünya Savaşı'nda akan kanı ve dehşeti gözlerimizin içine soktu. Ödüllerin diğer adayı Malick; kopan bacakları, dökülen kanı göstermeden, insanın savaşta uğradığı erozyonu gösterdi. Malick’in yarattığı etki bence daha derin ve kalıcıydı ama Oscarları diğer yapım aldı.

Steven Spielberg – Saving Privete Ryan (1998) [Er Ryan’ı Kurtarmak]

Terrence Malick- The Thin Red Line (1998) [İnce Kırmızı Hat]


Ve diğer yapımlar

Diğer yapımlardan kasıt, savaş kışkırtıcılığı yapan, Pentagon propaganda filmleri… Eğer “avantür” tabir ettiğimiz aksiyon yapımlarını bir kenara bırakırsak, “Soğuk Savaş” döneminde de devam eden ABD-Sovyet karşıtlığının ifadesi “kaba” propaganda yapımlarından söz ediyoruz. John Wayne’nin The Alamo’su gibi Amerikan tipi avant-garde kahramanlık öykülerine bu alanda örnek The Green Berets’tir.

Ray Kellogg, John Wayne ve Mervyn LeRoy- The Green Berets (1968) [Yeşil Bereliler]

Silvester Stallone’un Rambo’su yahut Rambo türevi yapımlarla The Hurt Locker’ın karşılaştırılması, hem öyküyü yazan Marc Boal’a hem de kadın yönetmen Bigelow’a haksızlıktır.

Sam Mendes- Jarhead (2005) [Kavanozkafa]

Son dönem Irak savaş filmlerinden biri olan Sam Mendes'in Jarhead'i (2005), Amerikan askerini anlatan sağlam yapımlardan biridir.



The Hurt Locker

Ülkemizde “Ölümcül Tuzak” adıyla gösterime giren film, Irak’ta bir Amerikan bomba imha ekibinin durumunu yalın bir dille anlatıyor. Leitmotivin Irak seçilmesi, işgal altındaki Irak’ı oldukça düzgün yansıtmasına karşın, mekanı irdelemiyor. Niçin orada olunduğunu sorgulamadığı gibi, oradaki sivillerin konumuyla fazla ilgili değil. Sadece 2004 yılının Irak’ını görüyoruz. Savaşın harabeye döndürdüğü; somurtkan, korku dolu, yıkılmış, toz toprak içinde ve patlayıcı tuzaklarıyla dolu bir Irak…


Daha önceki bir imha operasyonunda Çavuş Matt Thompson (Guy Pearce) görev zayiatına uğrayınca, yerine adrenalin bağımlısı William James (Jeremy Renner) getiriliyor. Gözünü budaktan esirgemeyen James’in imha ettiği patlayıcı sayısı rekor seviyede. Hemen bu noktada, işte filmin savaş makinesi (Rambo) sonucuna varırsanız, hata yaparsınız. Kendi hayatını sürekli tehlikeye atan bu askerin imha ettiği sadece infilak üzere kurulmuş öldürücü mekanizmalar. Rutin bir iş. Bu mekanizmaları devre dışı bırakıp, insan öldürmelerine engel oluyor. Canlı bombaların bile taşıyıcısıyla birlikte imha edilmesine gönlü razı değil. Üstelik bir çocuk babası ve huzurlu bir ev ortamı var. (Akademi jürisi de buraya takılmış olmalı…)


Bomba imha ekibinin diğer iki üyesi de daha farklı eğilimlerde. Kahraman Amerikan askeri imajı yok. Hayatta kalmaya çalışan, kaygılı ama Vietnam sendromunu aşmış tipler var.

Oscar mı?

Kim ne derse desin, benim bu yılki favorim James Cameron’un Avatar’ı idi. Hatta Ben-Hur’un Oscar rekorunu Titanic’le egale ettiği gibi, Cameron bu yıl da Oscar’a damgasını vuracaktı. Öyle olmadı. Eski eşi Kathryn Bigelow, Cameron’un yapımını, tüm zamanların en pahalı filmi Avatar’ı parşömen kağıdı gibi buruşturup çöpe attı.

Ve The Hurt Locker Akademi Ödülleri tarihinde bir ilki başararak, bir kadın yönetmene ilk kez bir Oscar heykelciği getirdi.

Oysa Avatar savaşı anlatan bir film olmamasına karşın, savaş karşıtı (olanca netliği ile anti militarist) ve çevreci bir yapımdı. Sinemanın ufkunu açan, teknik devrim sayılabilecek yeniliklerle doluydu.

Peki, Bigelow’a Oscar kazandıran neydi?

Irak cehenneminin patlayıcılardan, canlı bombalardan arınmış hali... Sakin bir Irak özlemi!
Seçim arifesinde Iraklılarla yapılan röportajlarda bu talep oldukça net dile getiriliyordu. Irak’a “demokrasi” vaadiyle giden Birleşik Devletler Ordusu bini aşkın Iraklının ölümü pahasına sonuçta hangi noktaya geldi?

Şimdi de bombalardan arınmış bir Irak imajı peşindeler. Tabi ki, işgal statüsü bozulmadan ve masum pozlarda ve Iraktaki Amerikan çıkarlarına bir halel gelmeden. Zaten ABD, bu “çıkarları” garanti altına alabilse, askerini niye burada tutsun?

Galiba filmin yakaladığı ana damar burası; Irak’ı bombalardan arındırma işi… Okul koridorunda yahut soyunma odasında bulunan kilitli dolapları Irak'a benzeten Bigelow, buraları temizlemek gibi zor bir görevi üstlenmiş. Bomba tuzaklarını hayli estetik bir kaygıyla verirken, imha sahnelerinde gereksiz gerilim efektlerine baş vurmamış. (Ne de olsa, önceki bazı filmleri gerilim türünde.)

Filmin bakış açısı, ABD'nin Irakta uygulamaya çalıştığı mistifikasyondur. Irak'ta yaşam, mümkünse hiç kimsenin burnu kanamadan stabilize edilmeli… Hatta futbol oynayan Beckham hayranı Iraklı çocuklara John Wayne gibi “yeşil bere” giydirilmeli.

Oscar'a giden yol bu olmalı...


2010 Oscarları

En iyi film: The Hurt Locker
En iyi yönetmen: Kathryn Bigelow (The Hurt Locker)
En iyi kadın oyuncu: Sandra Bullock (The Blind Side)
En iyi erkek oyuncu: Jeff Bridges (Crazy Heart)
En iyi yardımcı kadın oyuncu: Mo'Nique (Precious)
En iyi yardımcı erkek oyuncu: Christoph Waltz (Inglourious Basterds)
En iyi özgün senaryo: Mark Boal (The Hurt Locker)
En iyi uyarlama senaryo: Geoffrey Fletcher (Precious)
En iyi animasyon: Up
En iyi yabancı film: The Secret in Their Eyes (Arjantin)
En iyi belgesel: The Cove (Louise Psihoyos ve Fisher Stevens)
En iyi kurgu: The Hurt Locker (Bob Murawski ve Chris Innis)
En iyi sanat yönetmenliği: Rick Carter, Robert Stromberg ve Kim Sinclair (Set dekorasyonu) (Avatar)
En iyi görüntü yönetmenliği: Mauro Fiore (Avatar)
En iyi görsel efekt: Joe Letteri, Stephen Rosenbaum, Richard Baneham ve Andrew Jones (Avatar)
En iyi ses kurgusu: Paul Ottosson (The Hurt Locker)
En iyi ses miksajı: Paul Ottosson ve Ray Beckett (The Hurt Locker)
En iyi film müziği: Michael Giacchino (Up)
En iyi orijinal şarkı: The Weary Kind (Crazy Heart)
En iyi kostüm tasarımı: Sandy Powell (The Young victoria)
En iyi makyaj: Star Trek
En iyi kısa metrajlı film: The New Tenants
En iyi kısa animasyon: Logorama
En iyi kısa metrajlı Belgesel: Rabbit a la Berlin