28 Eylül 2022 Çarşamba

Vatan yahut Vahidettin

 

Vatan yahut Vahidettin

 

Bilgisayarımın başında Zülfü Livaneli’nin “Kaplanın Sırtında” adlı eserinden bir takım notlar alırken, bir yandan da televizyondan Tarkan’ın İzmir Konseri’yle bağlantılı haberleri dinliyorum. İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer’in o konserdeki konuşmasına gelen tepkilere odaklanıyorum bir müddet.. .

Ne demişti Soyer:

 “100 yıl önceydi. Bu toprakları yönetenler gaflet, delalet ve hatta hıyanet içendeydi. Gençleri, kadınları ve geleceği hiç düşünmediler. Sadece saraylarındaki saltanatı korumak için bütün milleti ateşe attılar.”

Nutuk’tan alıntı yapar gibi aynen böyle demişti.

İktidar cephesi sert tepki verdi.

Bahçeli: “devşirme hastalığıdır” dedi.

Ak Parti Sözcüsü Ömer Çelik, Soyer’in Osmanlı devletini hedef almasını “şuursuzluk” olarak değerlendirdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan “köksüzler” dedi.

Kimileri ise  “Osmanlı'yı hain ilan ediyor ama işgalci Yunan'ın adını zikretmiyor” diyerek eleştirdi.

Tunç Soyer eleştirilere cevaben;

“Biz işgalcilerin gemileriyle kaçan saray erkanının değil, bağımsızlığımız için göğsünü siper eden Mustafa Kemal Atatürk'ün ve bu uğurda canını feda eden atalarımızın izinden yürümeye devam edeceğiz.” diyerek konuyu bir ileri boyuta taşıdı. 

Senin ne işin var Vahdettin’le, ihanetle filan diyebilirsiniz…

Okuduğum kitaba odaklanmamı önerebilirsiniz.

Sırası  gelince Livaneli’nin eserine değineceğim ancak bu konu iki açıdan önemli:

1- İşgalci düşmanın gemileriyle kaçan son padişah Vahidettin hain mi?

2- 100 yıl önceki saray zihniyetiyle, bugünün sarayı aynı nokta mı?

 

Karşı Cepheden Tunç Soyer’e Bakmak

 

Günümüzde aşınmış, gerçek anlamını yitirmiş de olsa, birini hainlikle suçlamak sıradan bir tanımlama değildir. Hele bu insan, ecdadımız saydığımız Osmanlı’nın son padişahı bir zat ise, “ihanet” ettiğini söylemek ağır bir hakaret sayılır. 

Konuyu bu zamanda böyle bir mecraya dökmek, gündem yaratmakla eş değerdir.

Atatürk’ün “Nutuk” adlı eserinden esinlenmiş de olsa vebali vardır, ağırdır, tepki alır…

Ülkenin üçüncü büyük nüfusuna sahip İzmir’in Şehri Emini Tunç Soyer’den gelirse bu tanımlama, durum daha vahimdir.

(Muhalefet liderlerinden biri söyleseydi o sözleri fazla sorun yoktu…)

Belediyeler ve yöneticileri, kimlerden oy aldığına bakmaksızın tüm halka hizmet götüren kuruluşlardır.

İcraatları böyle olunca, söylemleri de bu mecraya göre olmalı…

Belediye mensupları siyaset dışı davransınlar, demek istemiyoruz.

Her bireyin dünya görüşü, siyaset anlayışı elbet de olacaktır. Ama ağırlık daima bireyin makamı ve vermekle yükümlü oldukları hizmetle belirlenir. 

…….

Ama öyle olmuyor usta...

Özellikle büyük belediyeler siyasetin en ateşli odağında değil mi?

Yakın geçmişten bir örnek, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Erdoğan’dır.

Bu nedenle Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş adları gündemden düşmüyor.

Neyse, biz konumuza dönelim.

 

Vahdettin Hain miydi?


Rahmetli Ecevit’e göre değildi.

İlber Ortaylı’ya göre “hain” değil ama kandırılmış…

Bizzat Damat Ferit tarafından.

Ünlü tarihçiler bu konuda net tanımlamalardan kaçınıyor.

Halil İnalcık’ın da Vahidettin için “hain” türü bir tanımlaması yok.

Olması da gerekmiyor.

Ama hiç biri “ecdadımız” diye baş tacı etmiyor.

Fatih Sultan Mehmet’e gösterdikleri itibarı göstermiyorlar.

Ecdadımızla ilgili övgü, böbürlenme ve şişinme ihtiyacını “en iyiler” ile yapsak bile, kusurlarını görmezlikten mi geleceğiz?

Örneğin Kanunî’nin o muhteşem saltanatının 46 yılını sadece övgüyle mi dolduracağız? Taht uğruna öz evladını boğazlattığını yazmayacak mı tarih?

İstanbul’un fethi, “Kardeş Katlini” meşrulaştıran II. Mehmet kanunlarını unutturacak mı?

II. Abdülhamid’e gelirsek….

Osmanlı tarihinde en çok tartışılan padişah o…

Kızıl Sultan mı? Ulu Hakan mı?

İstibdatçı mı, hürriyetçi mi?

Muhafazakar mı, yenilikçi mi?

Ne olduğu bakış açısına göre değişiyor.

Ama hiç kimse O’na “hain” demiyor.

Livaneli, “Kaplanın Sırtında” adlı eserde Sultan hakkında söylenenlerin hepsine yer vermiş ama doğrudan ithamda bulunmamış.

O’nun daha çok insani yanına yönelmiş.

Diğer konuları daha çok Selanik Sürgününde sağlığıyla ilgilenmesi için görevlendirilen Doktor Atıf Hüseyin aracılığıyla sorgulanmış.

Yazar, kitabın son sayfasında dökümünü verdiği çok sayıda kaynaktan yararlanmış ve asla tarafgir davranmamış.

“Kaplanın sırtındayken her buyruğuna uyan o büyük güce egemensin, güçlüsün, mutlusun; ne var ki sırtından indiğin anda o kaplan seni pençesine düşmüş zavallı bir gazal gibi parçalar, hiç duraksamaz. Kaplanla birlikte yaşamanın tek koşulu onun efendisi olmaktır; ya efendisindir ya da kurban.” (Kitabın giriş bölümünden.)

Kitabı okurken, bir ara II. Abdülhamid’in 18. Yüzyılın ikinci yarısında değil de, aynı yerde Kanunî’nin yaşadığı Yüzyıl’da yaşasaydı, “sonu nasıl olurdu?” diye düşünüyorsunuz.

Yanlış zamanda, yanlış yerde mi bulunmuştu? 

Padişah Vahidettin’in 17 Kasım 1922'de İngilizlerin Malaya Zırhlısı ile İstanbul'dan Malta'ya kaçışını düşünüyorsunuz…

(Osmanlıya göre hünkâr, “vatan” demekti!)

Yanlış zamanda, yanlış yerde miydi?

İhanet bu muydu?

 


(Devam edecek: Bir sonraki mevzu Hiyanet-i Vataniye.)


 

28.09.2022, Ünyekent

https://www.unyekent.com/kose-yazilari/vatan_yahut_vahidettin-3481.html