29 Mart 2023 Çarşamba

Uzak Geçmişe Dair

Uzak Geçmişe Dair

 

Yaklaşık iki ay önce, 18 Ocak’ta “Gıda Arkeolojisi”ni yayınladık.

Ardından, 25 Ocak’ta “Anadolu Neolitiği”ni…

08 Şubat’ta “Anadolu’da Tarım”  adlı makale yayınlandı.

Devam niteliğindeki son yazı “Türkiye'de Buğdayın Öyküsü” olacaktı…

Olmadı…

Araya 6 Şubat Deprem’i girdi.

Konu değişti, doğal olarak…

 

Ve bu hafta…

Buğdayın Öyküsü’ne geçmeden önce, konuyu toparlayalım istedik.

 

“Uzak Geçmişe” yeni bir başlangıç yaptık.

O kadar uzak ki, tarihöncesine…

Dünyanın, hatta evrenin varoluşuna kadar gittik.

 

Kozmogoni

Kosmoz’un yani evrenin ortaya çıkışı; günümüzden yaklaşık 15 milyar yıl öncesine rastlıyor.

“Yaklaşık” diyoruz, çünkü bilim dünyası eldeki verilere göre belirliyor bu tarihleri…

Galaksiler, günümüzden yaklaşık 12 milyar yıl önce…

Samanyolu Galaksisi 5 milyar yıl[1]

Dünya ise günümüzden sadece 4,5 milyar yıl önce ortaya çıkmış…

Bu tarihler, mevcut bulgular ve kullanılan yöntemlere göre değişiyor.

Evrenin (kosmoz), saf enerjiden ibaret küçük, yoğun ve sıcak bir noktanın yoğunlaşarak patlaması sonucu oluştuğu ileri sürülüyor. (Bkz. Stephan Hawking. “Big Bang”- Büyük Patlama.)[2]

Gözlenebilir Evren'de, Samanyolu veya Andromeda Galaksisi gibi "büyük" galaksilerden 225 milyar civarında, cüce galaksi olarak tanımlanan daha ufak galaksilerden ise 7 trilyon kadar bulunduğu tahmin ediliyor.

2022 yılında yeni keşfedilen ve genişliği şimdiye kadar bilinenlerden çok daha fazla olan, 16 milyon ışık yılı genişliğindeki Alcyoneus Galaksisi şimdilik bilinen en geniş ve büyük galaksi kabul edilmektedir.

Evrenin üçte biri yaşındaki Dünya, Güneş Sistemi içinde ve Samanyolu Galaksisinde bir yıldız patlaması (süpernova) sonucu ortaya çıkmış. Güneşin yörüngesinde bir gezegen olarak, gaz ve toz bulutunun (nebula) yoğunlaşmasıyla oluştuğu ileri sürülmektedir.

Dünyanın dış kabuğunun (litosfer) oluşması, günümüzden yaklaşık 4,2 milyar yıl önce gerçekleşmiş.

Ardından su buharı ve denizler oluşmuş.

İlk organik moleküller 4 milyar yıl önce su kürede (hidrosfer)  ortaya çıkmış...

İlk tek hücreli canlı, 3,6 milyar yıl önce suda oluşmuş.

Ve çok hücreli organizmalar 1,7 milyar yıl önce yine suda oluşmuştur.



 Jeolojik Zamanlarda Dünya

 

Prekambriyen (İlkel Zaman)- Günümüzden 4,5 milyar yıl öncesinden – 545 milyon yıl öncesine kadar sürer. Kıta çekirdekleri, Arabistan Yarımadası, tek hücreli canlılar, antrasit oluşumu bu zamana aittir.[3]

Paleozoik (Birinci Zaman)- 545 milyon yıl önce-251,4 milyon yıl önce. Pangea (tek kıta), karalar oluşuyor. Dev bitkiler, dinozorlar, taş kömürü. Masif (depreme dayanıklı) yer kabuğu. Kıvrım hareketleri (Kaledoniyen, Hersiyen) Apalash, İskandinav ve Ural Dağları. Türkiye’de; Istranca, Zonguldak, Taşeli, Bitlis, Menteşe, Kırşehir yöresi yüzey şekilleri.

Mezozoik (İkinci Zaman) 251,4 myö-65.5 myö Üçüncü zamana hazırlık. İç kuvvetler pasif, dış kuvvetler aktif, Yoğun aşınma (peneplenleşme), Süper kıta Pangea iki kısma ayrılıyor (Gandvana, Laurasia) ve Tetis (okyanus) oluşumu ve çok sözü edilen gökcismi çarpması, dinozor ve diğer Paleozoik canlıların sonu.

Tersiyer (Üçüncü Zaman)- 65,5 myö-1,81 myö. En hareketli dönem, Alpler, Himalaya, Kayalık, And Dağları oluşumu. K. Anadolu dağları, Toroslar. Atlas, Hint Okyanusu. Oragenez. Linyit, petrol, Bor, Kaya Tuzu; Anadolu toptan yükseliyor. Dağda deniz kabuğu. Eosen; İlk insansının (Primat) ortaya çıkışı. Oligosen (Antropoidler), Miyosen (Hominid), Pliyosen (Hominin).

Kuaterner (Dördüncü Zaman)-1,81 myö-günümüz. Buzullar eriyor, İklim Düzene giriyor, İnsanın ortaya çıkışı. Boğazlar; İstanbul, Çanakkale, Haliç. Karadeniz’in oluşumu. Genç oluşumlar, fay kırlıkları, deprem, volkanizma. Denge profiline gelmemiş akarsular, Anadolu yüksek platosu (epirogenez). Austrolopithecus, Homo Habilis, Homo Erectus, Neandertal, Homo Sapiens…

 

Tarih Öncesi Çağlar (Prehistorya)

 

“Tarih yazının icadıyla başlar” anlayışı, bugün bazı yönleriyle tartışılmaktadır. Toplumsal bir varlık olan insanın hafızasını ve tüm olan biteni yansıttığı, doğrudan bilgi kaynağı olduğu için tarihi yazıyla başlatmışlar. Yazı, diğer bulgulardan daha değerli görülmüş. Bu nedenle yazının icat edildiği M.Ö. 3500-4000 yıllarından öncesine, Tarih Öncesi Çağlar (Prehistorya) denmiş.[4]

Prehistorik çağlar, insanlık tarihinin %99’undan daha uzun bir dilimini kapsamaktadır.

Protohistorik Çağ (Ön Tarih) ise, Tarih Öncesi Çağlar ile Tarihi Çağlar arasında kalan bir geçiş dönemidir.

İnsanlık tarihi dendiğinde, insanın ilk ortaya çıktığı Üçüncü Zaman (Tersiyer) kastedilmektedir ve günümüzden yaklaşık iki, hatta üç milyon yıl öncesine kadar gitmektedir.  

 Protohistorik çağlar ise, insanlık tarihinde yeni bir döneme işaret etmektedir. Bu dönem Yeni Taş Çağı (Neolitik) olarak ifade edilir.

Protohistorik çağlardan günümüze kadar geçen süre, insanlık tarihinin son %1’lik dilimi içinde yer alır ve tarihin en çok tartışılan dönemidir.

Arkeolojik araştırmaların geldiği son noktada, bugün tarih kavramı yeniden tanımlanmak zorundadır.   

 


Tarih öncesi Çağlar ve Arkeolojik Dönemler

 Paleolitik Dönem, insan neslinin ilk kez ortaya çıktığı yaklaşık üç milyon yıl önce başlayan tarihöncesi dönemdir. Bu dönemde insanlar, tamamen doğa koşullarına bağlı olarak yaşamlarını avcılık ve toplayıcılıkla sürdürmüşlerdir. Bu dönemin sonu anlamına gelen Epi-paleolitik evreyle örtüşen Mezolitik Dönem, yerleşik topluma geçişin ve tarımla ilgili denemelerin söz konusu olduğu “arayış” dönemidir.

Bu dönemde sosyo-ekonomik yapılanmada devrim niteliğinde bir değişim gözlenir. Birbirinden farklı iki temel yaşam biçimi ortaya çıkmaktadır.

1. Avcı-toplayıcı, konar-göçer yaşam biçimi. (Prehistorik Çağlar: Paleolitik-Epipaleolitik-Mezolitik Çağ.)

2. Yerleşik yaşama geçiş: İlk köylerin kurulması, besin üretimi ve hayvan evcilleştirilmesinin başlaması (Protohistorik Çağların başlangıcı, Neolitik Çağ.)

Neolitik Dönem, günümüzden yaklaşık 10 – 11.000 yıl önce Önasya’da başlayan tarihöncesi sürecin son aşamasıdır.


Bu sürecin başladığı topraklar Bereketli Hilal adı verilen coğrafya parçasıdır.

Bugünkü Irak, Suriye, Filistin, Lübnan, Mısır ve Ürdün’le birlikte Anadolu’nun güneydoğusu ve İran’ın batısını kapsar.

Yeryüzünde toprağa ilk yerleşim işte bu coğrafyada başlıyor ve insanlar tarımsal üretime geçiyor.


Güneydoğu Anadolu Bölgesi yabani tahılların ataları bakımından Yakındoğu’da bulunan en zengin alanlardandır. Tahıllar açısından zengin olması ise yüksek yağışlara bağlıdır. Şanlıurfa ve Diyarbakır arasında bazalt ve sönmüş bir volkanik dağ olan Karacadağ’da görülen en eski tahıl, einkorn buğday çeşididir.

Son dönem arkeolojik kazılarında saptandığı gibi, Buğdayla ilgili ilk tarımsal faaliyet Urfa Karacadağ civarında başlamıştır.

İnsanlığın uzak geçmişindeki en önemli devrim Anadolu topraklarında gerçekleşmiştir.

 

Devam edecek: Türkiye'de Buğdayın Öyküsü

 


[1] Galaksi adının kökeni eski Yunanca’da galaxias "süt dairesi" anlamındaki kyklos galaktikos terimidir. Bu terim ve dolayısıyla Batı kültüründe Samanyolu için kullanılan Milky Way ("Süt Yolu") terimi eski Yunan mitolojisindeki bir mitostan kaynaklanır: Bir gece, Zeus ölümlü bir kadından yaptığı oğlu Herakles'i, fark ettirmeden uykuya dalmış olan Hera'nın göğsüne koyar. Bebek Herakles, Hera'nın memelerinden akan sütü içecek ve böylece ölümsüz olacaktır. Fakat Hera gece uyanıp tanımadığı bir bebeği emzirdiğini fark edince onu fırlatıp atar ve boşalan memesinden çıkan süt de gece gökyüzüne fışkırıp akar. Hikâyeye göre, işte geceleyin gökte sönük bir ışıkla pırıldar halde gördüğümüz “Süt Yolu” (Türkçe’de Samanyolu) denilen kuşak böyle oluşmuştur. Antik çağda Grek filozofu Democritus (450–370 M.Ö.) gece gökyüzünde görünen Süt Yolu denilen ışıklı bölgenin uzak yıldızlardan oluşuyor olabileceğine dikkat çekmişti.

[2] Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, 2017, Alfa Yayıncılık

[3] Sean Carroll, Zamanın Kozmolojik Tarihi, 2020, Alfa Yayınları

[4][4] Cyril Aydon, İnsanlık Tarihi, 2015, Say Yay.


29.03.2023, Ünyekent



 

22 Mart 2023 Çarşamba

Şiir Üzerine

 

Şiir Üzerine

 

Dün, 21 Mart Dünya Şiir Günü’ydü.

PEN Türkiye her 21 Mart günü,  Dünya Şiir Günü’nü anmak için bir şaire “ödül” veriyor ve günün anlamını içeren bir şiirini yayınlıyor.

2023 PEN Şiir Ödülü, 25. TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nda düzenlenen bir törenle Barış Pirhasan’a verildi.


Derneğin yöneticisi yazar Zeynep Oral durumu şöyle değerlendiriyor:

“Yaşama, onura ve özgürlüğüne bağlılığı için, iyi şiir, öncü, özgün ve özel bir şair olduğu için kendisine teşekkür ettik. Şiiri üzerine panel düzenledik.”

Zeynep Oral, Cumhuriyet’teki köşesinde Barış Pirhasan’ı 70’li yıllardan beri izlediğini belirterek, “Kalabalığa hiç karışmadan kalabalıktan biri gibi yazdı... Şiirin yüzünü güldürecek, okuru sevinçten ağlatacak şiirler yazdı.” diyor ve şairin bir şiirini yayınlıyor:

2023 Manifestosu

Şiir, Shakespeare’in “Julius Caesar” eserindeki Marcus Antonius’un tiradıyla başlıyor…

“I came to bury Caesar not to praise him.../ Sezar’ı övmeye değil gömmeye geldim...”

 Ve ardından LBGT dâhil, “aykırı” görünen ne kadar unsur varsa, hepsine bir selam sarkıtıyor.

Sonra hepsi için “nasıl bilirdik?” sorusunu yöneltiyor…

“İyi bilirdik! İyi bilirik!

Hakkımız helal olsun mu?

Helal olsun...”

Diyerek şiiri sonlandırıyor.

(Şiirin tamamını okumak isteyenler için bkz. Zeynep Oral, 19 Mart 2023 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, “Barış Pirhasan’a PEN Şiir Ödülü verildi: Öncü, özgün, özel bir şair”

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/zeynep-oral/baris-pirhasana-pen-siir-odulu-verildi-oncu-ozgun-ozel-bir-sair-2062504)


 

PEN Yazarlar Derneği

PEN’in açılımı; İngilizce, poets (şairler), playwrights (piyesçiler, tiyatrocular), essayists (denemeciler) ve novelists (romancılar) kelimelerinin baş harflerinden oluşmaktadır.

Merkezi Londra'da olan bu kuruluşun amacı, bütün politik sıfatlandırmaların uzağında durmaya çalışarak, özellikle düşünce, anlatım ve basın özgürlüğünün sağlanması, yazarların haklarının dünya ölçüsünde korunması için çaba göstermektedir.

Uluslararası PEN Kulübü (diğer söylemiyle yazarlar birliği ), 5 Ekim 1921'de İngiliz yazar C.A. Dawson Scott ile John Galsworthy ve arkadaşları tarafından Londra'da kurulmuştur. Önceleri arkadaş grubu olarak ortaya çıkan bu birliktelik, daha sonra kurumsal bir yapıya dönüşmüştür.

Merkezi halen Londra’da olan PEN’e 1926’da üye olan ülke sayısı 25 iken, günümüzde 102 ülkenin üye olduğu ve 144 merkezi olan bir Federasyon’a dönüştüğü bilinmektedir.

PEN International aynı zamanda UNESCO'nun insan hakları danışmanlığını yapmaktadır.

Yönetim kurulu başkanı bir Türk yazardır, Burhan Sönmez

Başkan yardımcıları Orhan Pamuk, Svetlana Alexievich, J.M. Coetzee gibi yazarlardan oluşmaktadır.  

(Ayrıntı için bkz. P.E.N International "Board and Vice Presidents" 2 Şubat 2018.)


 

Türkiye P.E.N Yazarlar Kulübü

Türkiye PEN’i, Merkezi Londra’da olan kuruluşun nüvesi olarak 1950'de Halide Edip Adıvar'ın girişimiyle kuruldu. Aralarında Yaşar Kemal’in de bir dönem başkanlığını yaptığı Türk PEN'i 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi üzerine kendi kendini dağıttı.

1989'da Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı Aziz Nesin'in girişimiyle Yeni bir "P.E.N Kulüp" kuruldu. Başkanlığını günümüzde Zeynep Oral yürütmektedir.

Her ülkenin PEN merkezi kendi içinde kendine has bir örgütlenme biçimine sahiptir. Uluslararası PEN Kongresi her yıl başka bir PEN merkezinin ev sahipliğinde düzenlenir. Kongre yapılabilmesi için ülkede insan haklarına saygılı demokratik bir rejim olması önem taşır.

PEN kongrelerinde, öncelikle hükûmetlerin yazarlar karşısındaki tutumları, sansür ve cezaevinde bulunan yazarların durumları ele alınır. Yayımlanan çağrı ve bildirilerle kamuoyu yaratılmaya çalışılır.

Bu amaçla 1960 yılında Tutuklu Yazarlar Komitesi, 1990'da Sürgün Yazarlar Ağı kuruldu. Mağdur durumdaki yazarlar için insan haklarına saygılı ve daha güvenli ülkeler arandı. Bu durumdaki yazarların hayatlarını güvenle sürdürebilmeleri için ICORN gibi kuruluşlarla güç birliği sağlandı.

 

Şimdi Bunları Buraya Kadar Neden Anlattık?

PEN Kulübü ve Türk PEN’i böyleyken, yaşanan son ödül töreni ve ödül alan şairin manifestosu oldukça manidar görünüyor.

Öyle ya, depremde yaşamını yitirenlerin sayısı resmi kayıtlarda 50 bin kişiyi aşmışken, üstüne sel felaketi yaşanmışken, sansür ve benzeri uygulamalarla mevcut durum baskılanırken…

Böyle bir manifestonun anlamı var mıydı?


 

Barış Pirhasan Kimdir?

 18 Nisan 1951 doğumlu Türk yönetmen, senarist ve şairdir. Yazar Vedat Türkali’nin oğludur. Sanatçı Deniz Türkali’nin kardeşidir. Tıp Fakültesinde iki yıl okuduktan sonra yükseköğrenimini Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde 1976'da tamamladı. Daha sonra Londra'da The National Film and TV School’da yüksek lisans yaptı.

Sinemaya senarist olarak Badi (1983) filmiyle başladı. 1985 ve 1990 yılları arasında, Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı Adı Vasfiye, Aaahh Belinda, Değirmen, Asiye Nasıl Kurtulur, Kadının Adı Yok ve Bekle Dedim Gölgeye adlı altı filmin senaryosunu yazdı. 1989 yılında ilk yönetmenlik deneyimi olan Küçük Balıklar Üzerine Bir Masal filminin senaristliğini ve yapımcılığını üstlendi. Yönetmenliğini yaptığı diğer filmler; Usta Beni Öldürsene (1997), O da Beni Seviyor (2001), Adem'in Trenleri (2007)’dir.

1973 yılından itibaren Yeni Dergi, Militan, Sanat Emeği, Yazko-Edebiyat, Sanat Olayı, Hürriyet Gösteri, kitap-lık dergilerinde şiirleri yayımlandı. Ekim 1985'te Tarih Kötüdür ve Ağustos 1995'te Babam Benden Hiçbir Şey Anlamıyor adlı şiir kitapları yayımlandı.

“Hoşça Kal” adlı şiiri Kazım Koyuncu tarafından bestelendi.

Türkiye Yazarlar Sendikası ve Film Yönetmenleri Derneği üyesidir.

Ve 2023 Şiir Ödülü Barış Pirhasan’a verildi.

İsabetli bir karar, yerinde bir seçim…

Ödül aldığı kuruluş olan PEN Yazarlar Derneği, Pirhasan için “Şiirin yüzünü güldürecek, okuru sevinçten ağlatacak şiirler yazdı” açıklamasında bulundu, doğrudur.  

Pirhasan’ın Tarih Kötüdür adlı şiirinden bu sütunlarda daha önce söz etmiştik.

Şairliğine, senaryolarına ve sanatına bir sözümüz yok, severiz, takdir ederiz.

Hatta normal zamanlarda övgüyle andığımız bir sanatçıdır.

Ancak…

Aldığı ödül karşılığında…

İçinde bulunduğumuz atmosfere ilişkin, 2023 Manifestosu olarak Pirhasan’dan daha okkalı bir imge beklerdik.  


22.03.2023, Ünyekent

 

15 Mart 2023 Çarşamba

Depremin 38. Günü

 

Depremin 38. Günü

 

6 Şubat Depremi’nin üzerinden 38 gün geçti.

Artçı sarsıntıların halen sürdüğü bu depremde kaç insanımızı kaybettik?

Kaçımız sakat kaldı, evsiz aşsız yaşıyor…

Resmi kayıtlarda bile netlik yok…

Toz toprak içinde enkaz kaldırma çalışmaları sürüyor…

Yaşamını yitirenlerin (resmi kayıtlarda) 50 bine dayandığı söyleniyor.

Haber bültenleri hala depremle başlayıp, gidiyor…

Yaralar sarılamadı.

Deprem bölgesinde hava yeniden soğudu, yağışlar geldi.

Felaketin ortasında yaşıyoruz.

Görünen tam da böyleyken…

Yaklaşan seçimlerin sıcaklığı deprem felaketinin önüne geçti...

Siyasi çekişmeler deprem bölgesine taşındı.

Ya iktidarın propagandasıyla bakıyoruz olan bitene…

Yahut eleştirel bir bakış açısıyla sorguluyoruz!

Deprem acıları üzerinden inanılmaz senaryolar yaşıyoruz.

En kötüsü de…

Deprem acıları üzerinden siyaset yapıyoruz.         

    

Tüm Bunları Neden Yazdım?

 

6 Şubat Depremi’nden bu yana, 4 haftadır yazıyorum:

Ünye’de Deprem Riski

Felaketin Boyutu

Deprem Teorileri (Eski Çağlarda Deprem İnancı)

Çağdaş Deprem Teorileri

Ve bugünküyle beşinci olacak…

Hepsinin ortak paydası, depremlerin ilahi bir güç (Tanrı) tarafından, bir mesaj amacıyla oluşmadığı, doğal bir afet olduğu yolunda açıklamalardı.

Kasım 1755 Lizbon Depremi sonrası, Batı’da insanlar depreme doğal yoldan bir açıklama getirmeye çalışmış ve buradan sismoloji bilimi doğmuştu.

Bizim toplumda da benzer çabalar olmuştur şüphesiz…

Örneğin II. Mehmet (Fatih) döneminde Ayasofya Medresesi ve İstanbul'un ilk Türk yükseköğretim kurumu olan Sahn-ı Seman Medresesi'ne müderris olarak atanan Ali Kuşçu; Astronom, matematikçi ve kelâm âlimi olarak önemli bir çığır açmıştır.



Ali Kuşçu'nun Gökbilim'e yaptığı en büyük katkılardan bir Yıldız Haritası

Maveraünnehir’de gelişen matematik ve astronomi geleneğinin temsilcisi olarak Semerkant’tan İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’ya Fatih Sultan Mehmet özel ilgi göstermiş ve İstanbul’da rasathane ile görevlendirmiştir. Molla Hüsrev’le birlikte Semâniye medreselerinin programını hazırlayan Ali Kuşçu, İstanbul’un boylamını 59 derece, enlemini de 41 derece 14 dakika olarak belirledi. İstanbul'un enlem ve boylamını bugünkü değerle bire bir hesaplamış, Güneş saatleri icat etmiş, gezegenler arası uzaklıkları hesaplayıp Ay'ın ilk haritasını çıkarmıştır. Çıkardığı Yıldız haritaları Kristof Kolomb'a Amerika kıtasının keşfinde yardımcı olmuştur. Ali Kuşçu’nun astronomi çalışmalarında kullandığı Güneş Saati ise Fatih Camisi’ndedir.


Ali Kuşçu’nun soyu İstanbul’dan sonra fermanla Kahramanmaraş’a yerleşmiş olup, bugün büyük felaketin yaşandığı kentte O’nun soyundan gelenler bulunmaktadır.

16. Yüzyıl’da Mimar Sinan’la başlayan imar teknolojisi devam ettirilememiş, Ali Kuşçu’nun ardından yaşanan doğal afetlere ve 18. yüzyıl İstanbul depremlerine rağmen Osmanlı toplumunda müspet ilimlere yönelim yeterli olmamıştır.

Bugün deprem bölgesindeki yapıların, özellikle yeni inşa edilen rezidansların çoğu insanlara mezar olurken, Mimar Sinan’dan kalan yapılar sapasağlam ayaktadır.

Cumhuriyet’le birlikte başlayan bilim ve teknolojideki yenileşme hareketi ise zamanla hızını kesmiştir.

Bugün afet karşısında yaşadığımız şaşkınlık, 1755 Lizbon Depremi döneminde yaşananlardan farksızdır.

 

Mesele Sarsılmak Değil Yıkılmamak!

 

Bu başlığı değerli hocamız Nevzat Çevik’ten aldım. Geçtiğimiz hafta yayınlanan Antalya Muratpaşa Belediyesi’nin Antsanat isimli dergideki makalesinin başlığıdır. Şöyle başlamış söze Nevzat hoca:

 

“Her sarsıntıda daha bir artan çaresizlik ve korku hüküm sürüyor. Milyonlarca insanımız büyük kayıplar ve acılar içinde. Her ne kadar olağanüstü şiddette ve devamlılıkta bir felaket olsa da ilkel şehircilik, hatalı mühendislik ve mimarlığın bedelini toplumumuz çok ağır ödüyor. Bu hikâye yeni olmadığı gibi, şaşırtıcı ve beklenmedik de değil. Bilim depremin zamanını bilmese de varlığını ve yerini biliyor. Bu durum, ‘bile bile lades’ değil de nedir.”

(Prof. Dr. Nevzat Çevik, Akdeniz Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi)  

 

Arkeoloji ve tarihte deprem gerçeğini yazan değerli hocamızın makalesi, dört haftadan bu yana yazmakta olduğum yazılarla paralellik taşımaktadır.

“Aklın yolu birdir” denir ya, işte o kadar…

Her ne kadar okumuş olmayanların (cahillerin) ferasetine güvenen akademisyenler olsa da, onları bir kenara bırakarak, hocamızdan bir alıntıyla konuya devam edelim:

 

“Sarsıntı şoklarını absorbe eden bu tür inşai önlemler Roma ve Bizans mimarları tarafından geliştirilmiş, Osmanlı mimarları da yapıyı sarsıntılardan koruma ve sarsıntının etkisini ölçme konularında bazı yararlı uygulamalar yapmışlardır. Mimar Sinan’ın Muradiye Camii’nde kullandığı terazi taşları, caminin sağlamlığını ve depremde zarar görüp görmediğini göstermekteydi. Bunların en etkileyicisi Divriği’dedir. “Anadolu’nun El Hamrası” olarak da nitelendirilen Divriği Ulucami Dârüşşifâ kompleksi taç kapısındaki denge sütunu 700 yılı aşkın sürede görevini yaptı. Ancak 1939’daki Erzincan depreminin etkisini gösteren son görevinin ardından sıkışarak dönmez oldu. Aynı düzenek Diyarbakır’ın Sur ilçesinde 1223 yılında Artuklular tarafından yapılan Mesudiye Medresesi’nde de bulunuyor. 1975 Lice depreminin ardından bu sütunlar da sıkışıp görevini tamamladı. Gaziantep’te 16’ncı yüzyılda yapılan Bostancı Camii’nin taç kapısının iki yanındaki birer “dönen denge sütunu”, “deprem izleme düzeneği” caminin zeminindeki sismik hareketlerin kontrol edilmesini sağlıyor. Osmanlı mimarisinde bu mekanizmanın örnekleri çok sayıda yapıda kullanılmıştır. Ayrıca Bugüne dek hiçbir depremden etkilenmeyen Selimiye Camii’nin Mimar Sinan dehasındaki sırrı hala çözülmüş değildir. Bugünlerde revaçta olan izolatörlerin gördüğü işlevin bir tür karşılığının o tarihte keşfedilmiş olduğu düşünülmektedir.” (Age. s. 11) 

 


Nevzat hocanın sözünü ettiği “dönen denge sütunu” veya “deprem izleme düzeneği” dediği inşai yapının bir örneği de Ünye’de bulunmaktadır.

Yıllar önce Ünye yerel tarih çalışmaları kapsamında değerli çalışma arkadaşım Ahmet Kabayel’le birlikte kaleme aldığımız bir makalede konuya değinmiştik.

Şimdilik bu kadar olsun diyerek, daha sonra söz konusu ayrıntıya dönmek umuduyla deprem konusunu Nevzat hocanın ifadesiyle sonlandıralım.

“Sarsıntılarla yıkılan yapıların altında kalıp ağlayarak değil, sarsıntılarda yıkılmayacak yerlerde ve yıkılmayacak mühendislikte yapılar yaparak doğanın izin verdiği sınırlarda yaşamayı akıl etmek zorundayız. Halkın bilinçli olmasını sağlamak gerekse de temel çözümler halkta değildir. Devletin aşılmaz yasalarına bağlı olarak taviz vermeyen kontrol mekanizmasının hakkıyla işletilmesi zorunluluğu vardır. Millet de devlet de bilimi takip etmek zorundadır. Yoksa bilimden uzak kaldıkça ve bilimin yol göstericiliği izlenmedikçe çeşitli zamanlarda ve bir yerlerde yine aynı acıları yaşayacağımız ne yazık ki kaçınılmaz olacaktır.” (Age. s. 11)


 

“Coğrafya kaderdir” desek bile, yıkım kader değildir!

Hep birlikte, hep bir yürek… Yaralarımızı dayanışma ile sarmak için depremin ilk gününden beri tüm imkânlarıyla seferber olanların yanındayız.

 


15.03.2023, Ünyekent

 

8 Mart 2023 Çarşamba

Çağdaş Deprem Teorileri

 


Çağdaş Deprem Teorileri


 

Depremin nerede, ne zaman ve kaç şiddetinde olacağı bilinmiyor...

Ancak…

Depreme neden olabilecek oluşumlar ve riskli bölgeler belirlenebiliyor.

Zamanları saptanamasa da…

Boyutu ve şiddeti tahmin edilebiliyor...

Riskli bölgelere dayanıklı yapılar inşa ediliyor.

Mal ve can kaybı büyük ölçüde engellenebiliyor.

Örneğin Japonya’da…

Artık 7-7,5 şiddetindeki depremlerde bile mal-can kaybı olmuyor…

Günlük yaşam aksamıyor.

Ülkemiz ne yazık ki, o seviyede değil…

Kahramanmaraş depreminin üzerinden bir ay geçti.

Hala çadır, konteynır ihtiyacı var.

Açlık ve hastalık söz konusu.

Depremin ardından karmaşa yaşanıyor.

Artçı sarsıntılar mal ve can kaybına sebep oluyor.

Can kaybı 45 bini aştı.

Yaşadığımız çağda dünya artık öküzün boynuzunda değil.

Bunu biliyoruz, bilimsel açıdan depremin nedenlerini, çeşitlerini ve nasıl oluştuğunu açıklayabiliyoruz. Ama ülkemiz neden hala bu durumda, bilemiyoruz…

Peki, dünya hangi konumda…

Deprem konusunda bilim insanları ne diyor?

 

Bilimsel Açıdan Depremler

 

Deprem hakkındaki düşünceler Kasım 1755 Lizbon Depremi’yle Avrupa’da köklü bir değişime uğradı. 1 Kasım 1755 Kutsal Azizler gününde Lizbon’daki tüm kiliseler tıka basa doluydu. Saat sabah 9.30 başlayan sarsıntılar 10 saniye içinde 8 civarında olduğu tahmin edilen Avrupa tarihteki en şiddetli depremlerden birine sahne oldu. Enkazın içinden sağ kurtulanlar kendini şehir merkezindeki alana attı. 30 dakika sonra dev Tsunami dalgaları depremin öldürdüğünden daha fazla insan öldürdü. Sularının çekilmesinin ardından çıkan yangınlar kesintisiz 5 gün sürdü. Yaklaşık 40 bin kişinin öldüğü tahmin edilen depremle birlikte şehir nüfusunun neredeyse dörtte biri yok oldu.

Deprem sonrası akılda kalan tek soru şuydu: Deprem neden oldu?

Kilisenin cevabı: "İnsanların günahları için Tanrı gazabını gönderdi" şeklindeydi.

Oysa depremle birlikte şehrin bütün kiliseleri yerle bir olmuş…

Genelevler sokağı ise en az hasarı almıştır.

Hapishaneler hala ayaktadır.

Tanrı suçluları ve günahkârları değil, kilisede ayin yapan insanları gazaba uğratmıştır.

Çünkü şehir merkezindeki kiliselerin hepsi eski nehir yatağı üzerindedir.

Çok geçmeden Aydınlanma Çağı’nı başlatan düşünürler depremin bir Tanrı gazabı değil, doğal bir oluşum sonucunda gerçekleştiğini açıklamışlardır.

Lizbon depremi sonrası insanların depreme doğal yoldan açıklama getirme çabası sismoloji biliminin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Nitekim Lizbon depremiyle aynı yıl gerçekleşen 1755 Boston depremi esnasında, bacasındaki tuğla hareketlerini gözlemleyen John Winthrop (Harvard’da bir astronom), “depremler yer içerisinde yayılan dalgalardır” tezini ortaya attı.

Cambridge’de yine bir astronom olan John Mitchell, 1760’da “depremleri yer içerisindeki kayaçların derinlere kayması nedeniyle oluştuğu” fikrini ileri sürmüştür. Hareket ateş ve buhar etkisiyle oluşmaktadır. Mitchell aynı zamanda depremlerin konumunu (lokasyon) belirmeye yönelik bir yöntem de geliştirmeye çalıştı.

1800’lü yılların başında Cauchy, Poisson, Stokes, Rayleigh ve diğer bilim adamları “Elastik dalga yayılım kuramı”nı geliştirilmeye başladı.

İrlandalı bir mühendis Robert Mallet, 1857’de Akdeniz’de deprem kuşaklarını haritaladı. Hasarlı bölgelerin eş şiddet (isoseismal) haritalarını yaptı. “Depremler, yer kabuğundaki ani eğilme ve kırılmaların neden olduğu elastik dalgalardır” tezini savundu.

Filippo Cecchi (1857) – Deprem sarsıntılarını kaydeden ilk sismografı icat etti. Çok geçmeden Japonya’daki İngilizler tarafından daha kaliteli cihazlar geliştirildi.

 

Sismoloji (Deprembilim)

 

John Milne (1891) Modern deprem çalışmalarının ve Sismoloji biliminin kurucusu olarak düşünülmektedir. 1876'da Japon hükümetinin daveti üzerine Tokyo'ya giden İngiliz jeolog, 22 Şubat 1880'de Yokohama'da meydana gelen depremden sonra geliştirdiği sismografı Japonya'daki gözlem noktalarında kullandı. Japonya'da 968 sismolojik istasyon kurdu ve Japonya depremlerini inceledi. Üç çeşit deprem hareketi tespit etti. 1) İleri – geri dalgalar (Pdalgaları) 2) Yukarı ve aşağı dalgalar (Sdalgaları) 3) Yan dalgalar (Ldalgaları).

Japonya'da Hakodate rahibinin kızı Tone Noritsune ile evlenen Milne,  1894'te eşiyle birlikte İngiltere'ye döndü. İngiltere’de sismik gözlem istasyonları ağını kurdu. "Depremler" (1883) ve "Sismoloji" (1898) adlı eserleri bulunmaktadır.

E. Wiechert (1898) Bir depremin süresini kaydedebilecek kapasiteye sahip viskoz sönümlü ilk sismometreyi keşfetti.

Galitzen (1900) Elektrik akımı üretmek için bir kömür içerisinde hareket eden sarkaç sistemli ilk elektromanyetik sismometreyi geliştirdi.

Richard Oldham (1900) – Sismogramlar üzerinde P, S, ve yüzey dalgalarının belirlenmesini açıkladı. 1906 yılında, 100 derecenin üzerindeki kaynakalıcı uzaklıkları için doğrudan gelen P ve S varışlarını kullanarak yerin çekirdeğini belirledi.

J. Andrija Mohorovicic (1909) – Kabuk ve mantoyu birbirinden ayıran bir hız süreksizliğinin bulunduğunu gözlemledi. Bu süreksizlik günümüzde “Moho” olarak adlandırılmakta ve deprem riskinin belirlenmesinde kullanılmaktadır.

Zöppritz (1907) – Yaygın bir şekilde kullanılan ilk seyahat zamanı tablolarını yayınladı.  Gözlemsel sismogramlar için zaman uzaklık tablosu kullanılarak seyahat zamanları elde edilmiştir.

Beno Gutenberg (1914) – Çekirdek fazlarını yayınladı ve doğru bir şekilde yerin sıvı dış çekirdeğinin derinliğini (2900 km) tahmin etti.

Inge Lehmann (1936) – Yerin katı iç çekirdeğini keşfetti.

Harold Jeffreys ve K.E. Bullen (1940) – Çok sayıda sismik faza ait seyahat zamanı tablolarının son şeklini yayınladılar. Bugün bile bu tablolar hala kullanılmaktadır.

 

Günümüzde Deprem Anlayışı

 

Günümüzde deprem, yerkabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsmasıdır.

Depremler bilimin konusudur. Depremin nasıl oluştuğunu, deprem dalgalarının yerküre içinde ne şekilde yayıldıklarını, ölçü aletleri ve yöntemlerini, kayıtların değerlendirilmesini ve deprem ile ilgili diğer konuları inceleyen bilim dalına Deprembilim "Sismoloji” denir.





Deprem bir doğa olayıdır. İstisnai durum; insan eliyle yaratılan depremlerdir ki, nükleer denemeler, baraj inşaatları, petrol kuyuları ve büyük köprü inşaatları gibi uygulamalardır. Örneğin 2008’de Çin'de Zipingpu Barajı'nın çökmesiyle 69.227 kişinin ölümüne sebep olan deprem yapay bir depremdir. 2010 ve 2011 yılları arasında Arkansas’ta meydana gelen deprem ise, açılan bir kuyuya gönderilen 95 milyon galon suyun 9 aylık bir süreçte yerin derinliklerinde bulunan kayaçlara ulaşması sonucu meydana geldiği düşünülmektedir.  

Depremler üç grupta incelenir: 1- Tektonik, 2- Volkanik ve 3- Çöküntü depremleri.

Yeryüzünde olan depremlerin % 90’ı, Türkiye’dekiler dâhil büyük çoğunluğu Tektonik depremlerdir. Tektonik depremler, yer kabuğunun içindeki levha ve levhacıkların hareketleri sonucu oluşur. Bu hareketlerin başlıca nedeni konveksiyonel akımlardır.  Levha Tektoniği veya Konveksiyon (Isıl Döngü) olayı, yer kabuğunun bir yapboz gibi birbirine tutturulmuş, levha denilen parçalı yapısından kaynaklanır. Kıtalar bu levhalar üzerindedir ve levhalar hareket ettikçe onlar da hareket eder. Mantodaki konveksiyonel akımlarının neden olduğu bu hareketler sırasında levhalar birbirinden uzaklaşır, birbirlerine çarpar veya birbirlerini sıyırırlar. Bu hareketler birbirlerine doğru ya da birbirinden uzaklaşır biçimde olabilir. Levha üzerinde oluşan kırık, çatlak ve kıvrımlar fay olarak adlandırılır. Jeolojik oluşumlar, yer kabuğundaki bu hareketliliğin sonucudur. Levha sınırlarında uzun zaman ölçeğinde yeni okyanuslar, yeni kıtalar, sıradağlar ve volkanik dağlar meydana gelir.

Günümüzde de yer kabuğundaki bu hareketlilik devam etmekte ve depremlere sebep olmaktadır.

Volkanik depremler, yerin derinliklerinde ergimiş maddelerin, yeryüzüne çıkışı sırasında fiziksel ve kimyasal olaylar sonucunda oluşan gazların yapmış olduğu patlamalarla meydana gelir. Yanardağlarla ilgili olan bu tür depremler, İtalya ve Japonya gibi aktif yanardağı olan ülkelerde olmaktadır.

Çöküntü depremleri yer kabuğundaki boşluklar nedeniyle olur. Yer altındaki boşlukların (mağara), kömür ocaklarında galerilerin, tuz ve jipsli arazilerde erime sonucu oluşan boşlukların tavanlarının çökmesi ile oluşan depremlerdir.

Deprem ölçümü ve kayıtları Deprem Çevrimi (Elastic Rebound) ve Deprem Odağı gibi kavramlarla açıklanmaktadır. Ülke topraklarımızın yarıya yakını birinci derecede deprem kuşağı içinde yer alır. Türkiye, Dünya’nın aktif kuşaklarından biri olan Alp - Himalaya kuşağı içinde kalır ve ortalama 5 – 10 yılda birçok yıkıcı bir deprem olmaktadır.

Bilinen ilk büyük deprem halk arasında Kıyamet-i Suğra (Küçük Kıyamet) olarak adlandırılan 10 Eylül 1509 İstanbul Depremi’dir. İstanbul ve civar şehirlerin 40 gün boyunca sallandığı bu depremde, 160.000 nüfusa ve 35.000 yerleşim birimine sahip olan İstanbul’da aralarında Osmanlı hanedanından kişilerin de bulunduğu 130.000 kişi ölmüş, 1070 ev tamamen yıkılmıştır.

Osmanlı döneminde gerçekleşen bu depremi 1719, 1766 ve 1894’te gerçekleşen İstanbul depremleri izlemiş. Çağımızın bilimsel yöntemleriyle belirlenmemiş olsa da, Osmanlı kayıtlarında bu depremlerin yıkıcı etkisi ve sebep olduğu can kayıpları korkutucu boyutlardadır.

1755 depremiyle Lizbon’un aldığı dersi, İstanbul yaşadığı onca depreme rağmen halen alamamıştır.

 

 

Kaynaklar:

 

David Bressan, 1 Kasım 1755 - Lizbon Depremi: Tanrı'nın Gazabı mı, Doğal Afet mi? Scientific American, Kasım 2011

Ayşegül K. Kaynar, Maraş Depremi, Türkiye’nin ‘Lizbon Depremi’ olur mu? Mavi Defter, Şubat 2023

Hugh Doyle, Seismology, 1995, Wiley; 1st edition (August 24, 1996)

H. Sezer, (1996). 1894 İstanbul Depremi. AÜ Tarih Araşt. Der. Sayı: 29 Cilt: 18.

Lemi Akın, Osmanlı'da İlk Deprem Kitabı (1720), Akademi Titiz Yay. 2020

Dr. M. Bahadır, Yerin Yapısı ve Özellikleri, Ondokuz Mayıs Üniv. Fen Fak.

 

 


08.03.2023, Ünyekent