Depremin 38. Günü
6 Şubat Depremi’nin üzerinden 38 gün geçti.
Artçı sarsıntıların halen sürdüğü bu depremde kaç insanımızı kaybettik?
Kaçımız sakat kaldı, evsiz aşsız yaşıyor…
Resmi kayıtlarda bile netlik yok…
Toz toprak içinde enkaz kaldırma çalışmaları sürüyor…
Yaşamını yitirenlerin (resmi kayıtlarda) 50 bine dayandığı
söyleniyor.
Haber bültenleri hala depremle başlayıp, gidiyor…
Yaralar sarılamadı.
Deprem bölgesinde hava yeniden soğudu, yağışlar geldi.
Felaketin ortasında yaşıyoruz.
Görünen tam da böyleyken…
Yaklaşan seçimlerin sıcaklığı deprem felaketinin önüne geçti...
Siyasi çekişmeler deprem bölgesine taşındı.
Ya iktidarın propagandasıyla bakıyoruz olan bitene…
Yahut eleştirel bir bakış açısıyla sorguluyoruz!
Deprem acıları üzerinden inanılmaz senaryolar yaşıyoruz.
En kötüsü de…
Deprem acıları üzerinden siyaset yapıyoruz.
Tüm Bunları Neden Yazdım?
6 Şubat Depremi’nden bu yana, 4 haftadır yazıyorum:
Ünye’de Deprem Riski
Felaketin Boyutu
Deprem Teorileri (Eski Çağlarda
Deprem İnancı)
Çağdaş Deprem Teorileri
Ve bugünküyle beşinci
olacak…
Hepsinin ortak paydası, depremlerin ilahi bir güç (Tanrı)
tarafından, bir mesaj amacıyla oluşmadığı, doğal bir afet olduğu yolunda
açıklamalardı.
Kasım 1755 Lizbon
Depremi sonrası, Batı’da insanlar depreme doğal yoldan bir açıklama getirmeye
çalışmış ve buradan sismoloji bilimi
doğmuştu.
Bizim toplumda da benzer çabalar olmuştur şüphesiz…
Örneğin II. Mehmet
(Fatih) döneminde Ayasofya Medresesi
ve İstanbul'un ilk Türk yükseköğretim kurumu olan Sahn-ı Seman Medresesi'ne müderris olarak atanan Ali Kuşçu; Astronom, matematikçi ve
kelâm âlimi olarak önemli bir çığır açmıştır.
Maveraünnehir’de gelişen matematik ve astronomi geleneğinin
temsilcisi olarak Semerkant’tan İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’ya Fatih Sultan
Mehmet özel ilgi göstermiş ve İstanbul’da rasathane ile görevlendirmiştir. Molla Hüsrev’le birlikte Semâniye
medreselerinin programını hazırlayan Ali
Kuşçu, İstanbul’un boylamını 59 derece, enlemini de 41 derece 14 dakika
olarak belirledi. İstanbul'un enlem ve boylamını bugünkü değerle bire bir
hesaplamış, Güneş saatleri icat etmiş, gezegenler arası uzaklıkları hesaplayıp
Ay'ın ilk haritasını çıkarmıştır. Çıkardığı Yıldız haritaları Kristof Kolomb'a Amerika kıtasının
keşfinde yardımcı olmuştur. Ali Kuşçu’nun
astronomi çalışmalarında kullandığı Güneş
Saati ise Fatih Camisi’ndedir.
Ali Kuşçu’nun soyu İstanbul’dan sonra fermanla Kahramanmaraş’a
yerleşmiş olup, bugün büyük felaketin yaşandığı kentte O’nun soyundan gelenler
bulunmaktadır.
16. Yüzyıl’da Mimar Sinan’la başlayan imar teknolojisi devam
ettirilememiş, Ali Kuşçu’nun ardından yaşanan doğal afetlere ve 18. yüzyıl İstanbul
depremlerine rağmen Osmanlı toplumunda müspet ilimlere yönelim yeterli olmamıştır.
Bugün deprem bölgesindeki yapıların, özellikle yeni inşa
edilen rezidansların çoğu insanlara mezar olurken, Mimar Sinan’dan kalan yapılar sapasağlam ayaktadır.
Cumhuriyet’le birlikte başlayan bilim ve teknolojideki yenileşme
hareketi ise zamanla hızını kesmiştir.
Bugün afet karşısında yaşadığımız şaşkınlık, 1755 Lizbon
Depremi döneminde yaşananlardan farksızdır.
Mesele Sarsılmak Değil Yıkılmamak!
Bu başlığı değerli hocamız Nevzat Çevik’ten aldım. Geçtiğimiz hafta yayınlanan Antalya
Muratpaşa Belediyesi’nin Antsanat isimli dergideki makalesinin başlığıdır.
Şöyle başlamış söze Nevzat hoca:
“Her sarsıntıda daha bir artan çaresizlik ve korku hüküm
sürüyor. Milyonlarca insanımız büyük kayıplar ve acılar içinde. Her ne kadar
olağanüstü şiddette ve devamlılıkta bir felaket olsa da ilkel şehircilik,
hatalı mühendislik ve mimarlığın bedelini toplumumuz çok ağır ödüyor. Bu hikâye
yeni olmadığı gibi, şaşırtıcı ve beklenmedik de değil. Bilim depremin zamanını
bilmese de varlığını ve yerini biliyor. Bu durum, ‘bile bile lades’ değil de
nedir.”
(Prof. Dr. Nevzat Çevik,
Akdeniz Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi)
Arkeoloji ve tarihte deprem gerçeğini yazan değerli hocamızın
makalesi, dört haftadan bu yana yazmakta olduğum yazılarla paralellik taşımaktadır.
“Aklın yolu birdir” denir ya, işte o kadar…
Her ne kadar okumuş olmayanların (cahillerin) ferasetine
güvenen akademisyenler olsa da, onları bir kenara bırakarak, hocamızdan bir
alıntıyla konuya devam edelim:
“Sarsıntı şoklarını absorbe eden bu tür inşai önlemler Roma ve
Bizans mimarları tarafından geliştirilmiş, Osmanlı mimarları da yapıyı
sarsıntılardan koruma ve sarsıntının etkisini ölçme konularında bazı yararlı
uygulamalar yapmışlardır. Mimar Sinan’ın Muradiye Camii’nde kullandığı terazi taşları, caminin sağlamlığını ve
depremde zarar görüp görmediğini göstermekteydi. Bunların en etkileyicisi
Divriği’dedir. “Anadolu’nun El Hamrası” olarak da nitelendirilen Divriği
Ulucami Dârüşşifâ kompleksi taç kapısındaki denge sütunu 700 yılı aşkın sürede
görevini yaptı. Ancak 1939’daki Erzincan depreminin etkisini gösteren son
görevinin ardından sıkışarak dönmez oldu. Aynı düzenek Diyarbakır’ın Sur
ilçesinde 1223 yılında Artuklular tarafından yapılan Mesudiye Medresesi’nde de
bulunuyor. 1975 Lice depreminin ardından bu sütunlar da sıkışıp görevini
tamamladı. Gaziantep’te 16’ncı yüzyılda yapılan Bostancı Camii’nin taç
kapısının iki yanındaki birer “dönen denge sütunu”, “deprem izleme düzeneği”
caminin zeminindeki sismik hareketlerin kontrol edilmesini sağlıyor. Osmanlı mimarisinde bu mekanizmanın
örnekleri çok sayıda yapıda kullanılmıştır. Ayrıca Bugüne dek hiçbir
depremden etkilenmeyen Selimiye Camii’nin Mimar Sinan dehasındaki sırrı hala
çözülmüş değildir. Bugünlerde revaçta olan izolatörlerin gördüğü işlevin bir
tür karşılığının o tarihte keşfedilmiş olduğu düşünülmektedir.” (Age. s. 11)
Nevzat hocanın sözünü ettiği “dönen denge sütunu” veya “deprem
izleme düzeneği” dediği inşai yapının bir örneği de Ünye’de bulunmaktadır.
Yıllar önce Ünye yerel tarih
çalışmaları kapsamında değerli çalışma arkadaşım Ahmet Kabayel’le birlikte
kaleme aldığımız bir makalede konuya değinmiştik.
Şimdilik bu kadar olsun diyerek, daha sonra söz konusu
ayrıntıya dönmek umuduyla deprem konusunu Nevzat hocanın ifadesiyle sonlandıralım.
“Sarsıntılarla yıkılan yapıların altında kalıp ağlayarak değil, sarsıntılarda yıkılmayacak yerlerde ve yıkılmayacak mühendislikte yapılar yaparak doğanın izin verdiği sınırlarda yaşamayı akıl etmek zorundayız. Halkın bilinçli olmasını sağlamak gerekse de temel çözümler halkta değildir. Devletin aşılmaz yasalarına bağlı olarak taviz vermeyen kontrol mekanizmasının hakkıyla işletilmesi zorunluluğu vardır. Millet de devlet de bilimi takip etmek zorundadır. Yoksa bilimden uzak kaldıkça ve bilimin yol göstericiliği izlenmedikçe çeşitli zamanlarda ve bir yerlerde yine aynı acıları yaşayacağımız ne yazık ki kaçınılmaz olacaktır.” (Age. s. 11)
“Coğrafya kaderdir” desek bile, yıkım kader değildir!
Hep birlikte, hep bir yürek… Yaralarımızı dayanışma ile sarmak
için depremin ilk gününden beri tüm imkânlarıyla seferber olanların yanındayız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder