21 Haziran 2023 Çarşamba

Göçmen Sorunu

 


Göçmen Sorunu

 

Tarih öncesinden bu yana Anadolu, üzerinden geçen yüzlerce kavime, onlarca uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Afrika’dan yola çıkan ilk insanların yolculuğu Anadolu üzerinden geçer. Homeros’un İlyada ve Odysseia destanları,  Apollonius’un Argonautikası, Mısır hiyerogliflerindeki Deniz Kavimleri, Anadolu’nun antik geçmişini anlatır. İskender’in fetih yolculuğu Anadolu’dan geçer. Perslerin ardından Anadolu’nun yeniden Helen kültürüne açılması, Ksenophon’un Anabasis’i, hepsi Anadolu’ya dairdir.

Roma egemenliğinin ardından Anadolu Türk yurdu olur…

Bir zamanlar bu topraklarda yaşayan Luvilerin, Hititlerin, Kaşkaların varlığını ancak arkeolojik kazılardan ve bu kazılarda ele geçen kil tabletlerden öğreniyoruz.

Bugün de savaşlar, istilalar, göçler devam etmektedir.

Anadolu’nun etnik yapısı her geçen gün farklılaşmaya devam etmektedir.

Tarihin çeşitli dönemlerinde olumlu kültürel gelişmelere ve uygarlıklara beşiklik eden Anadolu, kimi zaman da bu karmaşadan olumsuz etkilenmiştir.

Örneğin Deniz Kavimleri istilası (MÖ. 1200), tarihin ilk imparatorluğu olan Hititlerin dağılıp gitmesine neden olmuş, Anadolu coğrafyasında yazının kullanımı bu zaman diliminde 0rtadan kalkmış, adeta unutulmuştur.

Nispeten yakın tarih diyebileceğimiz Yıldırım Beyazıt’ın 1402 Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilmesi, Osmanlı’ya 13 yıl süren Fetret Devrini yaşatmış, Osmanlı’nın yükselişi Fatih Dönemine kadar duraksamıştır.

 

Günümüze Gelirsek…

Göç denildiğinde, yakın bir tarihe kadar kırsal kesimden kentlere yapılan göçü anlıyorduk. Ancak son dönem Yakındoğu’da, Ortadoğu’da ve komşu ülkelerde meydana gelen karmaşa, ülkemize doğru yeni bir göç dalgası başlatmıştır. Tıpkı Osmanlı’nın son yüz yılında dışarıdan gelen göçlere benzeyen bir demografik yapı ortaya çıkmış, sayısını kesin olarak bilemediğimiz sığınmacılarla ilgili sorunlar ülkemizi ekonomik ve siyasi yönden etkilemiştir.

Hatta bu sığınmacıların büyük kesimine yurttaşlık verildiği, seçimlerde oy kullandırıldığı yolunda iddialar mevcuttur.

Kimilerine göre bu durum etnik ayrımcılığı körüklemektedir.

“Ensar” olduğumuz gerekçesiyle sığınmacıları göndermeyeceğini ifade eden bir iktidara karşın, bu topraklar için şehit düşen atalarının torunları olarak bu duruma karşı çıkan bir kesim bulunmaktadır.

 

Kim Haklı?

 

Kimin haklı olduğunu tespit etmeden önce, çeşitli nedenlerden ötürü bir zorunluluk haline gelen göç olgusuna insani (hümanist) açıdan bakmak gerekir. Göç Hukuku da diyebileceğimiz uluslararası kabul gören bu olgunun, Birleşmiş Milletler çatısı altında özel bir yeri vardır. Acil durumlarda yardım, mültecilerin yeni bir ülkeye yerleştirilmesi, gönüllü geri dönüşlere yardım, göçmen sağlığı, para gönderme ve yasal göç seçeneklerinin desteklenmesi gibi alanlarda faaliyet gösteren Uluslararası Göç Örgütü, Birleşmiş Milletler sisteminin önde gelen uluslararası kuruluşlarından biridir.

Madalyonun bir yüzünde göçmenlerin yaşadığı içler acısı durum vardır.

Madalyonun diğer yüzünde ise, gittikleri ülkeye yaşattıkları tarihsel dram söz konusudur.

Göçmen sorununun günümüzde insani boyutu kadar tarihsel konumu da önemlidir. Örneğin yakın tarihte yaşanan bir Ortadoğu ülkesinin sığınmacılarla ilgili dramatik öyküsü, bu konuda oldukça ders vericidir.


 

Bir Zamanlar Lübnan…

Ünlü tarihçimiz İlber Ortaylı’nın vurguladığı gibi Lübnan, Ortadoğu dünyasının İsviçre’siydi. Lübnan'ın başkenti Beyrut ise, Ortadoğu’nun Paris’i...

Lübnan; yani Fenike bir deyimiyle de Medyen diyarı, Akdeniz’in en üst ülkelerinden biri. Bugün yaşadığımız medeniyetin önemli bir kısmını Fenikelilere borçluyuz.

Kullandığımız camdan, gemiciliğimizden, birçok kimyevi maddelerden, kumaş sanayiinden tutunuz da ticari pratiğe kadar. Akdeniz’in kökeni Fenike alfabesi, o da bir Sami dil alfabesi... Bu aynı zamanda Akdeniz’in limanlarındaki yarı korsanlık ve köleliği de yaşatan bir medeniyetti. Bugün Atlas Okyanusu’na kadar uzanan Cádiz Akdeniz’in her tarafındaki eski şehirler (Kartaca, Leptis Magna, Malta adasının belirli yerleri) bu ırkın eseridir.

İlber Hoca’n ın makalesiyle devam edelim:

Osmanlı devrinde Yavuz Sultan Selim Han’ın fethinden beri Lübnan 400 sene boyunca Türk idaresinde kaldı. Birinci Cihan Harbi’nden sonra Fransız mandası kontrolüne geçti. Manda yönetimi Lübnan’da zaten var olan Fransız kültürünü ve Fransızca düşkünlüğünü geliştirdi ve Lübnan’a eski statüsünü verdi; yani Osmanlıların en başta Keçeçizâde Fuad Paşa’nın, Cevdet Paşa gibilerin Cebel-i Lübnan Nizamnamesi’yle verdiği statüyü; çok milletliliği.

Cebel-i Lübnan ve aşağıda da Beyrut Vilayeti bu ülkeyi oluşturuyordu. 1940’lardaki uzlaşma ve kuruluş çalışmaları bu anlaşma üzerindedir. Cumhurbaşkanı Hıristiyan, Başbakan Sünni olacak. Meclis Başkanı ona göre bir başka gruptan olacak. Şiilerle Dürzilerin payı aynı olacak. Her kalabalık cemaatin bir ya da birkaç bakanlıkla temsiline dikkat edilecek. Mahalli meclisler Lübnan Parlamentosu’nda buluşacak.

Bankacılık ve dünya ticaretinin bütün kilit noktaları oradaydı. Bu mutluluk devam ettikçe mesele yoktu ama 1960’larda başka akımlar ortaya çıktı. O zamana kadar Lübnan’da dengeli bir demografik yapı vardı. Nüfusunun yarıdan fazlası Müslüman, yüzde 40'tan fazlası Hristiyan ve geri kalanı da diğer dinlerden olan insanlardı. Etnik olarak ise nüfusun büyük çoğunluğu Arap'tı.

Nüfusun çoğunluğunu oluşturan Arapların yarıdan fazlası Müslüman, yüzde 10 kadarı Dürzi, geri kalanı ise Marunî Hristiyan'dı. Yönetim Maruni’lerin elindeydi. Ama üst kimlik Lübnanlı olmak olduğu için, Lübnanlılar bir Hristiyan'ın Cumhurbaşkanı olmasını önemsemiyorlardı. Aynı zamanda Lübnan, Arapça konuşmasına rağmen kendini Arap hissetmeyen Batı tandanslı bir ülkeydi, barış içinde yaşıyorlardı, demokrasi vardı… Kimse kimsenin yediğine, içtiğine, giydiğine karışmıyordu... Ama…

Bundan sonrasını medyadan bir alıntıyla verelim.



Lübnan’ın Hazin Öyküsü

 Lübnan’daki barış günleri uzun sürmedi. Aslında Lübnan, İsrail'in kurulduğu 1948 yılından beri Filistinli mültecileri alıyordu. 1948-1968 yılları arasında, Lübnan'a yaklaşık 200 bin Filistinli mülteci gelmişti. Bu rakam bile Lübnan'ı zorlamaktaydı.

1967 yılında İsrail'in zaferi ile sonuçlanan 6 gün savaşının ardından, İsrail'i terk eden Filistinli mülteciler de Lübnan'a sığınmaya başladılar. Gelenler Araplardı...

Lübnanlıların hem ümmet kardeşleriydi, hem de soydaştılar.

Lübnan halkı Ensar, gelenler muhacirdi...

Üstelik Avrupa ve BM de Lübnan'a mülteciler için para veriyordu...

Birkaç yıl içerisinde, Lübnan'a yüzbinlerce Filistinli mülteci yığıldı.

Gelenler içinde, pek çok militan da vardı.

1970 yılına gelindiğinde 'Kara Eylül Olayları' ile Ürdün'den kovulan yüzbinlerce Filistinli mülteci, akın akın Lübnan'a yerleştiler.

Birkaç yıl içerisinde, Lübnan'a yerleşen Filistinli mülteci sayısı 1,5 milyona ulaşmıştı.

Filistinli mülteciler, artık Lübnan nüfusunun 3'te 1'ini oluşturuyorlardı.

Barış ve huzur içindeki bir ülkenin demografisi değişmişti.

Aslında, Lübnan halkı bu duruma büyük tepki gösteriyordu.  Mültecileri istemiyorlardı. Lakin ülkenin dini grupları "Onlar Bizim Ümmet Kardeşimiz" diyerek, halkı etki altına alıyordu. Ülkede ki hümanist aydınlar ise, batıdan ve İsrail'den aldıkları fonlar ile mülteci lehine konferanslar verip yazılar yazarak mülteci güzellemeleri yaptılar. Değişen demografi, sorunları da beraberinde getirdi.

Mültecilerden önce Müslüman-Hristiyan nüfusu dengede olan Lübnan'da, Müslümanlar büyük çoğunluk haline gelmişlerdi. Kaçınılmaz olarak dini çatışmalar başladı…

Bu dini çatışmalar, uzun yıllar sürecek olan Lübnan İç Savaşı'na dönüştü. Lübnan İç Savaşı ile birlikte ülkenin güneyi, İsrail tarafından kalan kısmı ise Lübnan hükümetinin çağrısı ile Suriye tarafından işgal edildi. Ülkede tam bir kaos hâkimdi.

Hristiyan militan gruplar, Sünni militan gruplar, Şii militan gruplar, bunların dışında Filistin kurtuluş örgütü ve diğer Filistinli militan gruplar, komünist militan gruplar, Baasçı militan gruplar, Dürzi militanlar. Her biri, bir silahlı güç, öte yanda İsrail ve Suriye ordusu...

Barış ve huzurun şehri, Ortadoğu’nun Paris'i Beyrut, tam bir harabe şehre dönmüştü. 1975-1990 yılları arasında süren bu iç savaş neticesinde, 300 bin kişi hayatını kaybetti. Bir o kadarı da yaralandı ve 1 milyondan fazla insan, Lübnan'ı terk etmek zorunda kaldı.

1990'dan bugüne değin hala belini doğrultamayan Lübnan, 2011 yılında başlayan Suriye iç savaşı ile birlikte 2. kez mülteci istilasına uğradı.

Suriye iç savaşı ile birlikte Lübnan, 1,5 milyon civarında mülteciden oluşan yeni bir mülteci istilası ile karşı karşıya kaldı.

Ve nihayet 6 milyon nüfuslu bu küçük ülke, 4 Ağustos 2020'de Beyrut limanında yaşanan patlamanın da etkisi ile resmi olarak iflas ettiğini ilan etti. Patlamada yaklaşık 215 kişi hayatını kaybetti, 6 binden fazla kişi yaralandı ve 300 bin kişi de patlama nedeniyle yerinden oldu.

 

Beyrut’ta yan yana olan Aziz George Maronit Kilisesi
 ve Mohammad Al-Amin Camisi




Lübnan’da Son Durum

Lübnan'da 1975 yılında sadece 1,5 milyon mülteci vardı. Bugün bu küçücük ülkede 3 milyon civarında mülteci bulunduğu sanılıyor.

Lübnan’daki süreci şu şekilde özetlemek mümkün:

Mülteciler, demografik işgal, demografik yapının değişmesi, demografinin bozulması, artan huzursuzluk, ekonomik sıkıntılar, iç savaş, terörizm, kaos ve iflas.

 

(Devam edecek.)

 


Yararlanılan Kaynaklar:

İlber Ortaylı, Ortadoğu’nun renkli ülkesi: Lübnan, Hürriyet, 27.11.2022

Mesut Parlak, Gelecek kuşaklara sorun bırakmayalım, Sözcü, 12.04.2022

B. J. Odeh, Lübnan’da İç Savaş, Belge Yay. 1985

M. Saleh, S. Haddah, Tall-El Zaatar Katliamı ve Lübnan İç Savaşı, Evren Yay. 1977

Claude Zazadze, Lübnan'daki Cennetim; Dhour Choueir, Gita Yayınları, 2021

Amin Maalouf, Doğu’dan Uzakta, Yapı Kredi Yay. 2019 

 




21.06.2023, Ünyekent