29 Ocak 2008 Salı

ÜNYE’DE PASTACILIK VE ŞEKERCİLİĞİN TARİHİ


Hizmet Gazetesi, 21 Ocak 2008, Yıl 3, Sayı, 108


ÜNYE’DE PASTACILIK VE ŞEKERCİLİĞİN TARİHİ

BÖLÜM I

ŞEKERİN TARİHİ


Şeker, hayatımızın vazgeçilmez tatlarından biridir, hatta tat sözcüğünün müsebbibidir. Mutfağımızın bu temel tüketim maddesini, şekeri; meyve, sebze ve hububat gibi karbonhidratlı yiyeceklerde bulunan şekerle karıştırmamak gerekir.
Meyve ve sebzelerdeki şeker früktozdur. Süt şekeri ise galaktoz.
Endüstriyel bir ürün olarak şeker; fabrikalarda rafine edilmiş, beyazlatılmış ve kristalize edilmiş halde bulunur. Kimyasal adı sakarozdur. Şeker; toz, kesme ve küp şeker olarak, çay ve limonata gibi içeceklerimize, pasta ve şekerleme çeşitlerine, dondurmadan lokuma, sayısız tatlı çeşitlerine katılır.
Şekerin ham maddesi şeker kamışı ve şeker pancarıdır. Şeker kamışından şeker elde ederek kullanan ilk topluluk, Hintlilerdir. Milattan önce 3000 yılında Hindistan’da ve Çin’de şekeri tatlandırıcı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Belki bu nedenle olacak, Büyük İskender’in fetihleri sırasında ilk kez şekerle tanışan Batılılar şekere “Hint Tuzu” yahut “Asya Balı” adını vermişlerdir. Şekeri rafine ederek ticari anlamda kullananlar ise Araplardır.
Endüstriyel olarak şeker, yüzyıllar sonra İspanya’da Endülüs Emevileri’nin kurduğu rafinerilerde, İspanyol kaşiflerinin Latin Amerika’dan getirdiği şeker kamışlarıyla buluşması gerekiyordu. Anında Güney Fransa sahillerine, oradan da tüm kıta Avrupa’sına yayılan şeker rafinerilerinin, tüm dünyaya şeker göndermesi 19. yüzyıl ortalarını bulur.
Osmanlı Mutfağı, şekerle bu dönemde tanışır ve Batı’dan ithal eder. Türkler Anadolu’ya gelmezden önce tatlı çeşitlerini fazla kullanmamışlardır. İbn-i Batuta Seyahatnamesi’nde kendi eliyle yaptığı helvayı Türklerin yemediğinden söz eder.

ÜNYE’DE ŞEKERCİLİK
13. Yüzyılda Ünye’ye gelen Türkler, diğer akrabaları gibi tatlı çeşitleriyle İslami yaşam tarzında (Muharrem ayında yapılan aşure, dini Bayramlar vb.) ve Bizans mutfağında tanıştılar. Meyve usaresi, bal ve meyve hoşafı gibi tatlıların yanına yeni tatlar eklendi. Daha önce meyvelerden elde edilen şurup, pekmez, şerbet, meyve ezmesi ve şıra gibi tatlılar, göçebe Türk boylarının toprağa yerleşmesiyle unlu mamullerin terkibine girdi. Buğday; ekmek, dürüm ve börek olmanın yanında çeşitlenerek helva oldu, lokum oldu, nihayet dondurma, baklava oldu.
Aile içi üretimden çıkarak pastacılık ve şekerciliğin pazar ekonomisine, dolayısıyla bir esnaflık zanaatına dönüşmesi 19. yüzyıla denk düşer. Batıdan ithal edilen şeker, diğer işliklerin yanında şekercilik ve pastacılığa ait imalathanelerin boy göstermesine neden olur. 1455 Ünye Tımar Defterleri’nde esnafın cüllah, kassab, hatdat ve hayyat olarak belirtilmesine karşın, pasta ve tatlı zanaatından söz edilmemesi boşuna değildir. [1]
19. yüzyılın sonuna doğru İstanbul’dan başlayarak, hızla Anadolu şehirlerine yayılan şekercilik ve pastacılık mesleği, geleneksel diğer meslekler gibi ahilik kurumuyla iç içe yahut gayri Müslim tebaanın faaliyet alanı olarak ortaya çıktı.
Ünye’de şekercilikle ilgili bilinen ilk isim 1 Temmuz 1867 doğumlu Tevfik Efendi’dir. Ünye nüfusuna kayıtlı birçok aile gibi, kışı Terme’de, yazları ise Ünye’de geçirmektedir.[2] Asıl mesleği ilaç yapıp satmak olan Tevfik Efendi’yi, eczacılığın yaygınlaşmadığı bir dönemde “alaydan yetişmiş” bir eczacı olarak nitelendirebiliriz. Şekercilikle olan bağlantısını, basit şurup olarak bilinen ve modern eczacılığın halen kodeks kayıtlarında yer alan uygulamaları gösterebiliriz. Tevfik Efendi’nin oğlu Ahmet Pişkin’in kızından aldığımız bilgiye göre anlatılan öyküsü şudur:
Bir bahar günü, Terme’deki iş yerine yarı çıplak bir adam gelir. Ünye’deki dergahtan çağrıldığını söyler. Tevfik Efendi bu çağrıya uymayıp, işine devam eder. Bu çağrı birkaç kez tekrarlanır. Bir sabah işyerine geldiğinde, dükkanını alt üst edildiğini görür. Çaresiz Ünye’den gelen çağrıya uyar, eski garajın karşısındaki dergaha yerleşir ve bir daha Terme’ye dönmez. Dergahın altına kurduğu atölyede, eskisi kadar ilaç işleriyle uğraşmayıp, şekerciliğe yönelir.
Ünye o dönemde Trabzon’dan sonra Karadeniz’in en önemli limanlarından biridir. Tarihi İpek Yolu’nun sahil şeridiyle bağlantısı Ünye üzerinde kurulur. Han, hamam ve sayısız meslek kollarının faaliyet alanı olan Ünye, henüz deve kervanlarının ve deniz ticaretinin odağı durumundadır. Tevfik Efendi’nin eski garaj karşısındaki, halen Han Boğazı olarak bilinen mevkiye yakın bir yerde, mütevazı bir atölyede yaptığı şekerlemeleri Niksar’a, hatta Tokat’a sevk ettiği, toptan ticaretini yaptığı bilinmektedir.
Ünye’de tespit edebildiğimiz ilk şekerleme dükkânı Tevfik Efendi’ye aittir.
Tevfik Efendi’den sonra oğulları Ahmet ve Tahsin (Pişkin) Efendiler, baba mesleklerini sürdürmüşler, şekercilik mesleğinin öncüleri olmuşlardır.

ŞEKERCİ – PASTACI AHMET (EREN) BEY


Ahmet Eren Bey


Ünye’de adı şekercilik ve pastacılıkla anılacak en önemli isimlerden biri, 1895 Ünye doğumlu Sofuoğulları’ndan Ahmet (Eren) Efendi’dir. İlköğrenimini Ünye Mekatib-i İbtidaiye Okullarından birinde yapar ve ailecek İstanbul’a göçerler. İstanbul’da Fransız idadisini bitiren Ahmet Bey, genç yaşta babasını kaybettiği için meslek hayatına erken başlar. Şehzadebaşı’nda kısa bir dönem manifaturacılık yapar. 1918 Büyük Fatih yangınında bir yorgan dahi kurtaramaz, maddi kayba uğrar. Manifatura mağazasını elden çıkarır. Aynı semtte pastacılık ve şekercilik yapmaya başlar. Daha çok yanında çalıştırdığı ustalar vasıtasıyla icra ettiği pastacılık sanatını yaklaşık 9 yıl sürdürdükten sonra, Ahmet Bey baba ocağı Ünye’ye döner. Orta Mahalle, eski adıyla Camcı Mahallesi’nde babasına ait eve yerleşir. O sırada kardeşi Niksar’da Nahiye Müdürlüğü yapmaktadır.

Ahmet Eren bey ailesi ve evinin önünde.

Ahmet Eren 1927 yılı Ünye Ticaret Odası kaydıyla, Halk Şekercisi namıyla Hükümet Caddesi No:9’da kendine ait bir mülkte faaliyete geçer.


TİCARET ODASI KAYDI FOTOĞRAFI

HALK ŞEKERCİSİ AHMET EREN BEY


İstanbul’da mahiyetinde çalışan ustalardan öğrendiklerini Ünye’de uygularken, başlangıçta hayli zorlanır. Bazen ateşte fazla bırakır, şeker esmerleşir… Buna “çifte kavrulmuş şeker” ismini vererek satar. Ateşte az kalanları “sakız şekeri” kategorine sokarak satar. Bu dönemde, Ünye’de faaliyet sürdüren Tevfik Efendi’nin oğlu Ahmet Pişkin, şekerci dükkanını Samsun’a taşıdığı için Ünye’de bildiğimiz tek şekerci dükkanı Ahmet Eren’e ait bu dükkandır. Yanına çırak olarak Niyazi Aktuğ’u alır. Niyazi Bey yanında 18 yıl bilfiil çalışır.
15.09.1958 yılı işyeri kapatma dilekçesinin verildiği tarihe kadar Ahmet Eren bu mekanda faaliyet göstermiştir. Bugün aynı yerde Yaman Kuyumcu bulunmaktadır. Bir dönem eskiye gidersek Mehmet Suyabatmaz’ın Roma Dondurması’na, ondan önce de şekerci Tevfik Bey’in oğlu Ahmet Pişkin’in damadı Reşit Pişkin’e ait şekerci dükkanına denk geliriz ki, Ahmet Eren bu dükkanı kapatırken malzemelerinin bir bölümü aynı mekanda kalmış, bir miktarı da, fırıncılıktan pastacılığa geçen Ali Gün’e devredilmiştir.
Ahmet Eren Bey, Ünye’de işyerini açtıktan kısa bir süre sonra, Seher Hanım’la evlenir. Dört kızı, bir oğlu olur. Yıllar sonra, 1958’de evini ve dükkanını satarak İstanbul’a giden Ahmet Bey’in bu kararında, oğlunun şekercilik ve pastacılığa pek ısınamaması rol oynamıştır. Anadolu eşrafının ve zanaatçılığının babadan oğla geçen zürriyeti maalesef Ahmet Bey’in oğluna sirayet etmemiştir. Futbol oynama yeteneği olan oğul İlhan Eren, Ünyespor’da top koşturmuş, Ünyespor sevgisi zaman zaman İstanbul’dan Ünye’ye gelmesine neden olmuştur.
Şekerci Ahmet Bey sadece icra ettiği pastacılık ve şekercilik zanaatıyla değil, Ünye’nin sosyal hayatına katılımıyla da dikkat çekmektedir. Ünye Belediyesi Meclis üyeliği, Halk Evleri yöneticiliği, avcılık gibi. Tam bir İstanbul Beyefendisi olan Ahmet Bey, konuşması, yürümesi ve giyimi kuşamıyla fark edilmekteydi.
Ahmet Bey’in asıl işi pasta ve çeşitleridir. Ünye’ye ilk poğaça onunla birlikte gelir. Acı badem, kurabiye, fındıklı kurabiye ve bütün pasta çeşitleri Ünye’ye O’nunla birlikte gelir. Şekerleme olarak; akide şekeri, susamlı şeker, nane şekeri, orta mektep şekeri, peynir şekeri, top şeker, halka şeker, kaynana şekeri, horoz şekeri, baston şekeri, elma şekeri, bergamot, kiraz şekeri, fondon şekeri çeşitlerinden bazılarıdır.
Ünye pastacılığında özel bir yeri olan Ünye lokumu, atom ve pandispanyanın ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz.
İspanyol ekmeği demek olan pandispanyanın, Padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın izniyle İspanya’daki Yahudilerin ülkemize gelmesiyle öğrenildiği sanılmaktadır. Ünye’de yaygın şekilde kullanımı Şekerci Ahmet Bey dönemine denk gelmektedir. 1940’lı yıllarda şekerci Ahmet Eren’in yanında çırak olarak çalışan Mehmet Yenin pandispanyanın tarifini şöyle yapar:
50 yumurta,1 kg. un,1 kg. şeker.
Mangal üzerinde bir saat çırpılarak 75 adet kalıplara dökülerek tavsız fırında yarım saat pişirildikten sonra, tanesi 10 kuruşa satılmaktadır.
Yerel Tarih Grubu vesilesi ile tanıştığımız Sofra Dergisi Yazarı Sayın Ayfer Ünsal Hanımefendi’nin kayınvalidesi Mehlika Hanım, çocukluk yıllarında ince pandispanyanın üzerine şerbet dökülerek tatlı olarak yediklerini anlatmıştı.
Şekerci Ahmet Bey’in dükkanı aynı zamanda çocukların oyuncak ihtiyacını görmek için cambaz, çıkrıklı araba, pıtık, tentürük, çember gibi oyuncaklar satılmakta, “şans, talih, kısmet, beş kuruş” adıyla bilinen çekilişler yaptırılmaktaydı.[3]
Şekercilik mesleğinin en önemli zamanlarından biri kuşkusuz dini bayramlardı. Özellikle Şeker Bayramlarından bir ay önce çalışmaya başlanırdı. Geceli gündüzlü tüm aile fertlerinin katılımıyla yapılan bu faaliyete, çoğunlukla komşular da katılır, hazırlanan bayram şekerleri, arife gününe yetiştirilirdi. Bayramdan sonraya ellerinde hiç şeker kalmazdı.
Ünye lokumu olarak bilinen tatlandırılmış mayalı hamur, rulo yapılarak avuç içine sığacak biçimde kesilir, fırında pişirilirdi. Evlerde yapılan Ünye lokumu, her bayram evlerden eksik olmaz, ancak o dönemde pastanelerde satılmazdı.
Pastanelerde bugünkü gibi oturma grupları olmadığı için, yeme içme işleri ayakta görülürdü. Limonata, salep gibi içecekler yanında, ayakta yenenler helva - ekmek ve poğaça çeşitleriydi.
Ticaret Odası belgelerine baktığımız zaman, o dönem işyeri açmak için istenen belgelerden biri de, eski ahilik geleneğinden kalma ustasından “el alma” işlemine benzer “referans” işlemiydi. Ustasından bu izni alamayan kişi işyeri açamazdı. Yanında 18 yıl çalışan Niyazi Bey’in ve Ali Gün’ün dükkan açma belgelerinde bizzat Ahmet Bey’in referansı olmuştur. (Bugün hala şeker kestiği mermer, Ali Gün’ün oğlu Şekerci Fikret Gün tarafından muhafaza edilmektedir.)

Ahmet Kabayel - Ahmet Derya Varilci


Dipnot:
[1] Ünye Belediyesi Kültür Yayınları arasında çıkacak olan 1455 Ünye Tımar Defterleri, Nadir Eserler Uzmanı İrfan Dağdelen’in transkripsiyonuyla yayınlanacaktır. Hakkında bilgi edinme şansına sahip olduğumuz bu eser, Ünye hakkında bilinen – bulunan en eski tarihi yazılı belgedir.
[2] Trabzon Vilayeti Salnamesi, Cilt 13 (1888) ve Cilt 14 (1892)’ten alınan bilgilerle de doğrulanan bu bilgiler, şekerci Tevfik Efendi’nin oğlundan olma kızı tarafından nakledilmiştir.
[3] Cambaz oyuncağı, İstanbul’da gidip kendisini bulduğumuz Ahmet Eren Bey’in oğlu İlhan Bey tarafından halen hatıra olarak yapılmaktadır. Örnek bir tane de bize yapıp vermiştir. Ünye’de Ortaçarşı Caddesi’nde bir esnaf arkadaşa gösterdiğimiz “cambaz” oyuncağından ayniyle imal edilmiş olup, işyerinde satışa sunulmuştur.





Ahmet Eren Bey, İstanbul'da


1927 Ahmet Eren'in Ünye'ye Gelişi


Halk Şekercisi Ahmet Eren'in Hükümet Caddesi'ndeki Dükkanı



Ahmet Eren Bey komşusu Topçu Dondurma - Diktepe

A. Eren ve arkadaşları Atatürk büstü önünde

Ahmer Eren Bey'inKızı


Ailesiyle toplu resim.





Oğlu İlhan Eren



Ahmet Eren Bey arkadaşlarıyla.

Ahmet Eren Albümünde Burhan Hanhan

Avcı Ahmet Eren Bey



Referans Mektubu


18 Ocak 2008 Cuma

Güne Başlarken


Bu sabah başlarken güne, uzanıp baktım penceremden. Dışarıda günün ilk ışıkları. Taze bir başlangıcın habercisiydiler. Aklıma sen geldin.
Zaten pek gitmiyorsun aklımdan...
Deklanşörün o kendine özgü "klik" sesini duyduğumda, "sana göndermeliyim bu fotoğrafı" demiştim.
Henüz sana ulaştığından emin değilim.
...Ve nihayet gün bitti, birazdan ortalık tamamen kararacak.
Yine de yarın, güneşin doğacağından emin olarak ve tüm kalbimle inanarak gelecek güne, “daha paylaşacağımız kocaman bir dünya var” diyorum.
Gözlerinden öpüyorum.

15 Ocak 2008 Salı

O güzel insanlar, o güzel kağnılara binip gittiler. Şimdi meydanlar boş, varoşlar, dağ başları... Kimin nesisin ey dünya, ey kainat, ey kavga!!!


S O N K A Ğ N I L A R

Bir fotoğrafa rastlamıştım aylar önce, altında “Mustafa Kemal’in Kağnısı” yazıyordu. Devamında şiir’in kendisi, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya ait …

Siyah beyaz fotoğraftaki o görüntü bir kağnıya ait değildi. Yaylı tabir edilen at arabasıydı. Olsun, gene de amaç hedefine ulaşmış, çağrışım yerini bulmuştu.

Yıllar önce kulaklarımızın pasını gideren kağnı tekerleklerinin gacırtısı çocukluk anılarımızla birlikte belleklerimizden silinip gitti... Taşıma aracı olarak kullanılan bu aygıtların yerini daha modernleri aldı.

Cephane taşıyan kadınlar, işte bu taşıma araçlarını kullanmışlardı. Yalnızca yük ve insan değil, cepheye umut taşımışlardı.

Şimdi hiçbiri kullanılmıyor. Tedavülden kalkmış para gibi değersizler. Yahut “arkaik”; bu nedenle bulunması zor antik eserlerden sayılıyorlar.

Belleğimi zorladım, sanki birkaç yıl önce Ünye eski iskelenin başına dikilen sergen (ambar, ya da bizdeki tabiriyle “hambar”) gibi, kaldırımın kenarına serpiştirilmiş irili ufaklı kağnı arabaları vardı. Birileri kağnıları oradan aldı. Kim aldı, nereye götürdü, ne yaptı bilmiyoruz? Fazla net olmamakla birlikte belleğimde oldukça yeni bir görüntü olarak bir ya da iki kağnı silueti kalmış.

Gördüğüm fotoğraf, belleğimi tazeledi. Ünye’de kağnı arayışına girdim. Bulmam fazla zamanımı almadı. Meğer burnumun ucundaymış. Evimin tam karşısında sahildeki Yüzüncü Yıl Parkının bir köşesinde, yeşilliklerin içindeymiş. Penceremden dikkatlice baksam, görebileceğim kadar gözümün önünde. Sabah tatlı bir çiseyle birlikte inip parkın bir köşesindeki kağnıları buldum.



Neredeyse kalbura dönmüş kağnılardan biri biraz daha sağlamdı. Galiba yakın bir döneme ait… Diğeri, “yekpare meşeden tekerlekli olan”, yani cepheye mermi taşıyan kağnı daha kötü durumdaydı. Üstüne üstlük, üzerine ıslak bir paspas bırakılmıştı. Kaldırıp bir kenara koydum . Çürüyüp dökülen, dağılan bazı aksamlarını yerine oturtmaya çalışarak kağnıyı fotoğrafladım. Tekerlekleri, dingili ve iki kenar desteği dışında fazla bir aksamı kalmamıştı. Kenar desteklerinden biri iyice çürümüş, diğer yarısı dağılıp gitmişti.

Bu kış Ünye’nin yağmurlarına direnecek gücü kalmamış gibi görünüyordu.

Şimdi pencereden her baktığımda onu daha iyi görebiliyorum… Ağaçlar yapraklarını döktükçe, önüme daha bir açıklıkla seriliyor, varlığını daha yakından hissediyorum. Her geçen gün biraz daha parçalanıp dağıldığına tanık olarak...

Ünye’nin son kağnıları, alıp getirildiği yerde üretimin önemli bir faktörüyken, şimdi Yüzüncü Yıl Parkı’nın fırınında yakılacağı günleri bekliyor.

Bir zamanlar “Mustafa Kemal’in Kağnısı” olarak Dağlarca’nın dizelerinde şiirleşen kağnı, bir başka şairin dizelerinde Kurtuluş Savaşımızın destanını oluşturuyordu.

Ve yıllar öncesine, Bornova’daki bir eve gidiyorum. Metin Aydoğan’la bir uzunçalardan dinliyoruz. Ruhi Su söylüyor…

“Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine”

Hiçbir zaman hiçbir menzile erişmeyecekmiş gibi görünen koyu umutsuzluk günlerinde, büyük bir özveriyle, kanı ve canı pahasına bu vatanı kurtaranları ve Cumhuriyet'i kuranları saygıyla, şükranla anıyoruz..


Ahmet Derya Varilci
29 Ekim 2007

14 Ocak 2008 Pazartesi

Fotoğraf bir sanat mıdır? Resim, heykel ve sinema gibi görsel sanatlardan biri midir? Sanat eseri tanımı içerisinde bir fotoğraf karesinin yeri nedir?

FOTOĞRAF BİR SANAT MIDIR ?



Kim ne derse desin, yeni girdiğimiz yüzyılın başında fotoğraf; eşdeşi hareketli - sesli fotoğraf (video) gibi önemli bir iletişim aracı olduğunu çoktan kanıtlamıştır. Hızlı ve etkili bir biçimde, dünyanın bir ucundan tüm dünyaya sayısız kopyayla ulaştırılabilecek bu kadar güçlü bir başka malzeme yoktur. Mors alfabesinin telekse, radyonun televizyona terfi etmesiyle birlikte fotoğraf, basın organlarının gözde elamanı olarak evrimin daima odağında yer almıştır.

Gözde bir nesne olarak fotoğrafa hak ettiği değeri versek bile, bu onun bir sanat eseri olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaz.

En yaygın tanımıyla fotoğraf, an’ı tespit etmektir. Tuval, boya ve fırça gibi ekipmanlar aracılığıyla resim yapılırken, fotoğraf daha teknik bir malzemeyle ve her geçen gün teknolojinin nimetlerinden daha çok yararlanarak gerçekleştirilmektedir. Her resmin bir sanat eseri sayılamayacağı gibi, görselliğin ve teknolojinin bahşettiği bu muazzam ürünü, fotoğrafı, bir sanat eseri düzeyine çıkaran örnekler mutlaka vardır. Gerçeği soyut bir görselliğe dönüştüren fotoğraf sanatçısının dehası; an’ı yakalama, baktığı açı, ışık, renk ve çerçeveleme gibi özellikleriyle benzerlerinden ayırt edilirler.

Bir fotoğraf sanatçısının konuya getirdiği açıklama:

“Teknik malzeme arasından seçim yapmak durumunda kalan sanatçı, her zaman bu malzemelerin araç olduğunun tam bilincinde olarak, kendi amaçları için en uygun olan araçları seçer. Kişi, bu fotoğrafın büyüleyici teknik karışıklıkları ve güçlükleri arasında kaybolabilir ve bu yüzden bunları amaç durumuna getirebilir. Fotoğrafçılar arasında yaygın olan amaç karışıklığın yanı sıra, bu güçlükler nedeniyle de, binlerce fotoğrafçı arasında çok az sayıda fotoğrafçı tarihsel olarak önemli kalabilmiştir. Elbette bir çocuğa birkaç hafta içinde beğenilen nitelikte fotoğraflar çekmesi öğretilebilir; fakat amacın yetkinleşmesi için gerekli olan bir tekniğin kazanılması sorunu, herhangi bir sanat dalında olduğu gibi, bir yaşam boyu sürecek çalışma olarak düşünülmelidir.”
(Edward Weston 1886 – 1958, Fotoğraf Dergisi, AFSAD, s. 38)

Demek ki, her sanat edimi gibi, fotoğrafın da sanat olarak bir oluşum süreci, yeniden yaratımı söz konusudur.

Deklanşöre basarken, neden bir Ara Güler yahut İsa Çelik olunamadığının, sanatsal yetenek açısından izahını ararken, bir başka cepheden gelen itiraza kulak verelim…

“Gerçeği kopya etmek güzel bir iş olabilir, ama gerçeği icat etmek daha iyi, çok daha iyidir.”
Guiseppe Verdi, (1813 - 1901) İtalyan besteci.

Sanat, ilk adımda taklit etmektir. Gerçeği soyutlama, bir başka biçime dönüştürmenin yolu taklitten geçer. Benzetme, gerçeği yansıtma yahut öykünme dediğimiz bu yeniden oluşum, basit bir taklitten ibaret değildir. Sanat yapında başat öğe, yeniden üretim süreciyle açıklanabilir. Oysa fotoğraf, anlık bir görüntünün film karesine yahut dijital konuma indirgenmiş halidir. Herhangi bir müdahale, deformasyon dahi, onu bir sanat yapıtı seviyesine nasıl yükseltebilir? Dijital ortamda yapılan müdahaleler, fotoğrafçılıkta yeni bir ufuk açmış da olsa, sanatsal konumunu yeterince açıklayabilecek miyiz?

Benzeri bir durum, sinema “sanat”ı için de söz konusudur. Fransız yönetmen Bertrant Blier gibi “Sinema bir sanat mıdır?” sorusunu ortaya atmamız boşuna değildir. Üstelik fotoğraf tamamen bireysel bir edim olarak, diğer sanat dallarına sinemadan daha yakın durmaktadır. Yedinci sanat olarak bilinen sinema, kolektif bir ürün, hatta günümüzde önemli bir endüstri olarak karşımıza çıkmaktadır. Yedinci sanatın sanatsal durumunu bir başka zamana bırakarak, yeniden fotoğrafa dönelim.

Günümüzde yaşama dair her eylemin bir sanat olduğu, özetle “yaşama sanatı”nın günlük yaşamımızda önemli bir yer tuttuğu düşünülürse, fotoğrafı bir sanat olarak algılamak zor olmasa gerek!

Üstelik fotoğraf, tüm sanat biçimleri içinde en dürüst olanıdır:

İlgisiz tüm çağrışımlardan uzak, yalnızca objenin anlık tespitidir.


Ahmet derya Varilci
Ünye, 14/01/2008




7 Ocak 2008 Pazartesi

Kabadayı filminde senaryo, yönetmen ve oyuncu sarmalı üzerine bir deneme yazısı.



KABADAYI


Kabadayı, 2007 yılı sonunda vizyona girdi. Yılın gişe rekortmeni Beyaz Melek’e yaklaşan gişe başarısıyla, adından hayli söz ettirdi. Bu ilgi 2008’in ilk ayında devam edecek gibi görünüyor.

Adından bunca söz ettiren bir yapıtın olumlu yahut olumsuz sayısız eleştiri almasında en önemli pay, şüphesiz yarattığı etkidir. Filmi çok başarılı bulanlar olduğu gibi, başarısız bulanlar da var.

Bir filmin lokomotifi yönetmendir. Senaryo ise, iyi bir filmin önkoşuludur...

Kabadayı filmi, bir yönetmen filmi midir?

Reklam filmleri çeken Ömer Vargı’nın yönettiği üçüncü sinema filmi Kabadayı’dır. Her Şey Çok Güzel Olacak (1998) ve İnşaat (2003), Vargı’nın yönettiği daha az ses getiren filmlerdi. Kabadayı’da ise Vargı, bir üst noktaya ulaşmış, çıtayı biraz daha yükseltmiştir.

Vargı'nın bu başarısının sırrı nedir? (Başarılı olduğunu baştan kabul edersek şayet...)
Şener Şen’in performansı mı, Yavuz Turgul’un varlığı mı?

Şüphesiz Şener Şen'in oyunculuğu iyi... Kimse bunu tartışmıyor. Geriye Yavuz Turgul'un senaryosu kalıyor ki, merakımızın sebeb-i mucibesine kaynaklık etmekte.


Bunca yıl, sadece Şener Şen'i yazıp yöneten Yavuz Turgul, neden bu defa sadece yazmış ama yönetmemiş... Yönetmenliği Vargı'ya bırakmıştır? Finans mı bulamamış; Ömer Vargı'nın arkasında Mine Vargı gibi bir sponsor olunca, "böylesi daha uygundur" mu demişlerdir?

Yavuz Turgul, öncelikle bir senaryo yazarıdır. Daha önce yönettiği altı filmin senaryosunu da kendisi yazmıştır. İlki hariç, hepsinde Şener Şen oynamıştır. Son dönem senaryolarının neredeyse tümünü Şener Şen üzerinde yoğunlaştıran Turgul’un, ortalama üç yılda bir film yaptığı düşünülürse ortaya farklı bir süreç çıkıyor.

Şener Şen’in oynadığı Züğürt Ağa (1985), senaryosunu Turgul’un yazdığı ve Nesli Çölgeçen’in yönettiği başarılı bir filmdi. Turgul’un ilk yönetmenlik denemesi Fahriye Abla (1984) filmini saymazsak, henüz senarist yanının ağırlıkta olduğu bir dönem. Züğürt Ağa’nın üzerinden iki yıl geçmeden Turgul’un senaryo ve yönetmen olarak Şener Şen’le gerçekleştireceği önemli filmlere gelir sıra:

Muhsin Bey (1987)
Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (1990)
Gölge Oyunu (1992)
Eşkıya (1996)
Gönül Yarası (2004)

Tümünü Turgul yazmış - yönetmiş ve Şener Şen oynamıştır.

Ancak Kabadayı’da bu gelenek bozulur. Tıpkı Züğürt Ağa’daki gibi filmi bir başka isim yönetir. Muhsin Bey yahut Eşkıya gibi filmleri yazmış - yönetmiş olan Yavuz Turgul, neden bu defa senaryosunu Vargı’nın ellerine bırakmıştır?

Şener Şen – Yavuz Turgul ikilisi, acaba Ömer Vargı ile üç’leyip, trio mu oluşturacak?

Tesadüfi bir gelişme, spontane bir durum değilse, yazılacak ilk Yavuz Turgul senaryosuyla ne yapıldığına bakarak sorumuza yanıt bulacağız.

Şimdilik Yavuz Turgul’un senarist yanının ağır bastığını bir gerçeklik olarak kabul edip, Kabadayı filminin senaryosuna yönelelim.

Eşkıya filmi gibi, güçlü bir karakterin üzerine inşa edilen Kabadayı’nın senaryosu, Turgul’un yazdığı diğer Şener Şen filmleriyle temelde benzerlik gösterir. Kalıcı bir figür… Tıpkı Muhsin Bey yahut Züğürt Ağa’daki gibi ülkenin sosyo-ekonomik, kültürel akışına panoramik bir bakış, yakın geçmişimizle bağlantılı bir portre sunulmaktadır. Değişen ülkenin, değişime bir ölçüde direnen ama kendisi de belli ölçülerde bu değişimden nasibini almış kişi yahut kişilikler söz konusudur. Belki de Yavuz Turgul’un esas etkisi buradadır. Senaryodaki diğer amiller; standart, hatta sıradan diyebileceğimiz tamamlayıcı faktörlerdir.

Kabadayı özeline gelirsek...


Eski kabadayı Ali Osman ve yeni mafya Devran, iki karşıt güç olarak her iki öykünün de ekseninde yer alırlar. Muhsin Bey – Ali Nazik, Eşkıya Baran - Berfo örneğiyle çakışmaktadır... (Gerçi, Eşkıya’daki temel kurgu, “Ones Upon A Time In America” dan ithal gibi duruyor, ama “intihal”den çok bir gönderme, hatta saygı duruşu olarak kabul etmemiz daha doğru olur.)





Senaryoyu tamamlayan diğer öğeler ise; aşk, sadakat, para ve evlat duygusu gibi birbiriyle karşılıklı etkileşim içine giren faktörlerdir.

Kötü adam ( Eşkiya'da Berfo, Kabadayı'da Devran ), “aşk mı, para mı” ikileminde, gücü elinde bulunduran, ama aşk karşısında güçsüz olan taraftır.

Senaryoda dolgu olarak kullanılan ve seyirlik kısmı oluşturan detaylar, bir iki istisna dışında maalesef fazla sıradan… Kaçma kovalama sahnelerindeki yeknesaklık, fazla uzun tutulmaları yanında mantık zorlamasına kadar varmaktadır. Kovalamanın tam ortasında Devran’ın “tuh be, evi gözetlemeyi nasıl akıl edemedik” deyişi, senaryodaki hatanın belki de son anda farkına varıldığı, ama düzeltmek yerine böyle bir “söz” ile tamir etmeye çalıştıkları izlenimini vermektedir.

Ve diğer aksaklıklar:

Eşkıya Baran yahut Kabadayı Ali Osman, tedavülden kalkmış eski “tetikçi” konumlarına rağmen finalde birden aslan kesilir... Fred Zinnemann’ın “High Noon”(1952) (Kahraman Şerif) modeli burada bir kez daha yürürlüktedir.

Devran ruleti dedikleri, yeni bir şekil olmayıp Rus ruletinin bilinen versiyonlarından biridir. Devran’ın düelloda yaptığı “ince” numara ise, Hollywood yapımlarında sıklıkla yer alır.

Eski “kabadayı” Ali Osman bu lakabı “bileğinin” hakkıyla almıştır. Aldığı ölümcül yaraya rağmen attığı Osmanlı tokatlarından bellidir.

Bunamaya bağlı ani unutkanlık ki, Allahtan kısa sürüyor; varlığını yeni öğrendiği oğluyla aralarında “baba - oğul” ilişkisinin dışa vurmasına vesile oluyor. Tıpta buna benzer bir hastalık var mıdır? Bilmiyoruz, ama “50 First Dates” ten sonra sinema dünyasının böyle bir kaygı taşımaması gerektiği sonucuna varıyoruz ve konuyu tıbba havale ediyoruz.

Tabi, baba-oğul ilişkisinin “kabullenememe” noktasından güçlü bir duyguya dönüşmesine vesile olacak başka bir neden bulunamaz mıydı? Sorusunu sormadan geçemiyoruz. Ve ekliyoruz:

Bu hastalık, “silaha el sürmeme yemini”ni bozma gerekçesi olarak ileri sürülebilir miydi?

Esas arıza, Devran karakterinde ortaya çıkıyor.


Deliyürek ve Yazı Tura’da oynayan Kenan İmirzalioğlu’nun oynamaya alışık olduğu bir tür… Biraz “kötü adam” sosu bulaştırmakla kotarılan bu karakter, senaryoda hayli aksak yer almış. Kokaine bulanarak pervasızlaşan polis ajanı, emniyet birimlerine alttan alta iletilen bir mesaj değilse, nedir? Kötü adam oluşu yaşadığı kötü koşullara bağlanmış. Buraya kadar tamam, ancak polise çalışması, “sızma” yahut ajan olmaya mecbur edilmesi, dansöz kıyafetli fotoğraflarla sağlanmış ki, ilginç! Olmayacak şey değil elbet, gerçekleşme ihtimalinin hiç olamayacağı, fantastik senaryolar kabul görürken, benzer bir hadiseyi Yavuz Turgul önümüze belgeleyip koysa, senaryodaki bu ayrıntıyı yerinde bulmamız mümkün değil. Mafya - devlet ilişkilerinin sinemada ve gerçek hayatta sayısız örnekleri mevcut. Bir Uzak Doğu üçlemesi olanInfernal Affairs - Mou gaan Dou (Kirli İşler)'den alınan konusuyla The Departed (Köstebek, 2006, Martin Scorsese) ve French Connection(Kanunun Kuvveti, 1971, William Friedkin) gibi yapımların senaryolarına bir göz atarsak, niçin böyle ayrıntıların gereksiz olduğunu daha kolay kavrarız.

Bir başka ayrıntı var ki, Turgul’un senaryosunda olumlu etkenler arasındadır; Rasim Öztekin’in başarıyla canlandırdığı eş cinsel karakter Sürmeli, Devran karakterinden çok daha inandırıcıdır. Eşkıya filminin Cumhuriyet Oteli resepsiyonunda, Sürmeli’ye benzer bir eşcinsel karakter vardır, ama oldukça küçük bir roldür.

Turgul’un yarattığı karakterler arasında bir seçim yapmamız istenirse, Şener Şen’in performansını, senaryo ve yönetimi de değerlendirmemize katarak, Muhsin Bey tercihini yapardık.

Ömer Vargı’nın yönetiminde, Turgul’un senaryosu ve benzeri katkılarla oluşan Kabadayı filminin en önemli eksikliği müziktir. Turgul sinemasının önemli öğelerinden olan müzik, Vargı yönetimindeki Kabadayı’da yok denecek kadar zayıftır.

Birkaç kez ve değişik plandan verilen gece kulübü baskını, ses ve görüntü efekti açısından oldukça başarılıdır. Özellikle olayın ilk planda, sadece giriş kapısından verilen ses efekti ve ardından kaçışanlarla yaratılan etki, yapılan silahlı baskının vahametini gözler önüne sermektedir.

Ünlü sinema adamı Akira Kurasawa’nın yaptığı atıfla, Kabadayı’nın yönetmenine ve senaristine haklarını teslim etmek gerekiyor:

“Senaryo, filmin yapısı, iskeletidir. Yapı çok sağlamsa, rahatça görüntü eklenebilir.”
(Aktaran Artun Yeres, "Göstermenin Sorumluluğu")

Aksaklık ve eksikliklerine rağmen, Kabadayı günümüz sinemasının iyileri arasına girmese bile, vasatın daima üstünde yer alacaktır.



Ocak, 2008
Ahmet Derya Varilci