23 Şubat 2022 Çarşamba

Misyoner Okulları ve Ünye


Misyoner Okulları ve Ünye

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk girişimlerden biri eğitimin millileştirilmesiydi. 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) kuruldu. Eğitim sistemi vakıf idaresinden alınarak bu bakanlığa bağlandı. Azınlık okulları diye bilinen  yabancı okullar da dâhil, ülkedeki okulların tümü Maarif Vekaleti’ne bağlandı. Misyoner okulları ve benzer okullardaki dini ve siyasî amaçlı eğitime son verildi.

19. yüzyılda hızla çoğalan ve asla denetimi mümkün olmayan yabancı kaynaklı okulların zararları kadar, “çağdaş” eğitim anlayışının benimsenmesinde katkıları da olmuştur. Cumhuriyet’ten önce, Osmanlı eğitim sistemi çerçevesinde Ünye’de 5 Rum ve 15 Ermeni okulu vardı. Cumhuriyet döneminde bu okulların çoğu kapandı yahut işlevsiz kaldı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türk eğitim sistemine dâhil edildi.

 

Misyonerlik Kurumu

 

Misyonerlik Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde, propaganda ve dini yayma gayesi ile başlamış, daha sonra siyasi ve ekonomik amaçlar doğrultusunda kullanılmıştır.  Kendilerini İncilin bir hizmetkârı olarak gören misyonerlerin amacı yeryüzünde inançlı bir Hıristiyan topluluğu meydana getirmektir. Diğer bir deyişle “dinsiz” olarak nitelendirdikleri dünyayı Hıristiyanlaştırmaktır. Bunun için bilmeyenlere İncili öğretmek, Hıristiyan olmayanları bu dine davet etmek veya kendi mezheplerine insan kazandırmak için çalışırlar. Amaçlarına ulaşmak için de öncelikle okullar açarlar. Ruhban okulları, kiliseler ve manastırlar, misyonerlik çalışmalarının önde gelen araçlarıdır.

Fatih’in İstanbul’u fethiyle başlayan Osmanlı’nın imparatorluk süreci; çok dinli, kozmopolit bir toplum yapısını bünyesinde barındırmaktaydı. İstanbul’daki Venedik ve Cenevizli tacirlerin yanı sıra çok sayıda Rum ve Ermeni tebaanın can ve mal güvenliğini sağlamak, ibadet özgürlüğünü güvence altına almak Osmanlı devletinin sorumluluğundaydı. Batı’dan kendi dindaşlarını eğitmek amacıyla gelen misyonerler, Haçlı seferleriyle başaramadıklarını bu defa okullarıyla başarmaya çalışacaklardı. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Milli Eğitim Bakanlığı Başmüfettişlerinden Nurettin Polvan, “Türkiye'de Yabancı Öğretim”, Milli Eğitim Basımevi, 1952)

 

Ünye’nin Uç İstasyon Konumu

 

19. Yüzyıla girerken Ünye’nin bağlı bulunduğu Canik Sancağı’nda durum şöyleydi:

 

“1898–1899 öğretim yılında 151 Ermeni ve 55 Rum'dan oluşan öğrenci kadrosu 55 farklı köyden 11 farklı şehirden gelmekteydi. Merzifon misyonu merkez olmak üzere kendine bağlı uç istasyonların da başlıcaları Amasya, Tokat, Çarşamba, Çorum, Samsun ve Ünye'dir.”

[Judson Smith, "Sketch of Anatolia College, Marsovan", The Missionary Herald; Vol., 95, No. S, May 1899. Boston, 1899, s.187. (Akt. Prof. Dr. Erdal Açıkses, Amerikalı Misyonerlerin Samsun ve Çevresindeki Faaliyetleri)]

 

1890’da ABD’nin İstanbul dışında yalnız 4 şehirde misyoner okulu varken, 1890’da Anadolu’da 17 büyük yerleşimde istasyonları, 180’e yakın kasaba ve köyde uç istasyonları vardı. Anadolu’daki merkezleri Ermeni nüfusun yoğun olduğu Antep ve Harput iken, İstanbul’a bağlı Merzifon, İzmit, Kayseri, Bursa, Manisa ve Sivas’ta birer istasyon kurulmuştur. Amasya, Tokat, Çarşamba, Çorum, Samsun ve Ünye Merzifon’a bağlı uç istasyonlardır. (Bkz. Uygur Kocabaşoğlu, Anadolu’daki Amerika, 1990)

 

Misyoner Okullarının Yaygınlaşması

 

19.Yüzyılda, Tanzimat ve Islahat Fermanları’ndan sonraki yarım yüzyıl içinde, Türkiye’de yüzlerce misyoner okulu açıldı. 1914 yılında Türkiye’nin değişik bölgelerinde, Amerikalılar’a ait; 45 konsolosluk, 17 dini misyon ve bunların 200 şubesi ile 435 okul vardı.

Fransız Çıkarlarını Koruma Komitesi adlı örgütün, 1912 yılında yaptırdığı bir araştırmaya göre, Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren 94 Fransız okulunda 22 425 öğrenci okuyordu. (Bkz. “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, Belge Yay., 7.Bas., İst.-2001, s. 325)

Yine aynı yıllarda İngilizlerin Irak ve Ege bölgesinde, 2996 öğrencinin okuduğu 30; Almanların İstanbul, İzmir ve Filistin’de 1600 öğrencinin okuduğu 10; İtalyanların Batı Anadolu’da, doğrudan İtalya Hükümeti’ne bağlı 4; Rusların ise 1’i lise 3 okulu vardı. (“Cumhuriyet Dönemi Türk Ansiklopedisi” İletişim Y., 3.C., İst., sf.654; Akt. Metin Aydoğan, Eğitimin Birliği (Tevhid-i Tedrisat) 4 Mart 2018 tarihli blok yazısı)

 

Misyoner Okullarının İşlevi

 

Bu dönemde misyoner okulları ülkenin hemen her yerine yayılmış durumdaydı. Kapitülasyonların verdiği imtiyazla denetlenmesi mümkün olmayan ve bir çoğu ruhsat dahi almamış olan bu okullardaki eğitim Osmanlı eğitim sistemine göre daha kaliteliydi. Bu okullarda Harvard gibi ünlü üniversitelerin hocalarına bile rastlamak mümkündü. Haliyle bu okullara Müslüman gençlerin girmesi yasak olsa da, sadrazam çocuklarının dahi bu okullara gönderildiğine tanık olunmaktaydı. Giderek bu kurumlar “Müslüman Türk gençlerini eğiten” çok sayıda misyoner okuluna dönüştü.  

Maarif Nazırı Ahmet Zühtü Paşa’nın misyoner okullarına ilişkin raporunda bu durum net biçimde ifade edilmekteydi.

1908 Meşrutiyeti’nden sonra Osmanlı Maarif Nezâreti, azınlık ve ecnebi okullarının teftiş ve programlarını tanzim etmek üzere harekete geçti. Misyoner okulu öğretmenlerini tayin etmeyi ve Türkçe derslerini mecburî hale getirmeyi amaçlamışlardı. Ancak azınlıklar, gerek mezhep imtiyazlarına, gerekse kapitülasyonlara dayanarak bu tür uygulamaları kabule yanaşmadılar. Hükümetlerin teşebbüsleri Patrikhâne, sefaretler ve azınlık mebusları kanalıyla baltalandı. Hatta bazı azınlık okullarına müfettişler sokulmadı. Meclisteki azınlık mebusları, kendi okullarının Osmanlı hükümeti tarafından teftişine asla izin vermedi.

(Bkz. Hasan Ali Koçer, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi (1773-1923), M.E.B.Yay., İstanbul, 1991, s.234-209)

I. Dünya Savaşı’nın ilân edilmesi üzerine azınlık okullarının teftişi konusu yeniden ele alındı. "Mekâtib-i Husûsiye Talimatnâmesi" çıkarıldı. 1915 tarihli, talimata göre azınlık ve ecnebi okullarında Türkçe, Türkiye Tarihi ve Coğrafyası derslerinin Türkçe olarak ve Türk muallimlerince okutulması mecburî tutuldu. Zaten savaş gereği karşı saflarda yer alan azınlık ve ecnebi okullarının faaliyeti bir süre durduruldu ve bir kısmı da bir dereceye kadar devletin denetim ve gözetimi altma alınabildi.

Son dönem iyice bozulan Osmanlı eğitim sisteminin alternatifi durumundaki misyoner okulları, mütareke (işgal) yıllarında yeniden atağa geçti. Misyoner okulları işgal güçlerinin adeta askeri karargâhı ve komuta merkezleri olarak kullanıldı.

Cumhuriyet’in ilanından sonra yeniden tesis edilen ve ülkenin beka sorunu olarak görülen Türk eğitim sistemi, tüm Cumhuriyet kurumları gibi radikal dönüşümlere sahne olacaktı.

 

Haftaya: Ünye’deki Azınlık Okulları, Bursa Toplantısı ve Milli Eğitim Kurumları.

 

23.02.2022, Ünyekent


İstanbul Azınlık Okullarından biri. 
Osmanlı son dönem azınlık okullarının sayısı 6437'yi bulmaktaydı.

Nurettin Polvan, 
Türkiye'de Yabancı Öğretim



 

16 Şubat 2022 Çarşamba

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Eğitim Sistemi


Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Eğitim Sistemi

 

 

Cumhuriyet döneminin ilk uygulamalarından biriydi; 3 Mart 1924 tarihli, 431 sayılı yasayla Hilafet, 429 sayılı yasayla da Şer’iye ve Evkaf Nezareti ortadan kaldırıldı. Aynı gün 430 sayılı yasayla, eğitimde Öğretim Birliği (tevhid-i tedrisat) ilkesi kabul edildi.

Bu ne anlama geliyordu:

Hilafeti ve Şer’iye Nezareti’ni de kapsayan üçlü uygulama nedensiz değildi.

Eğitim, o güne değin din ağırlıklı olduğu için, Hilafet Makamı’nın ilgi alanına giriyordu. Medreseler Şer’iye ve Evkaf Nezareti’ne bağlıydı. Bu kurumlar varlığını sürdürdükçe, eğitimde birliği sağlamak olanaklı değildi.

Bu durum, yasa önerisinde şöyle dile getirilmişti: 

“Bir devletin genel eğitim siyasetinde, ulusun duygu ve düşünce bakımından birliğini sağlamak gereklidir. Bu, gereklilik öğretim birliği ile sağlanabilir. İki başlı bir eğitim düzeninde, iki tip insan yetişir. Öneri kabul edildiğinde, Türkiye Cumhuriyeti içindeki tüm eğitim kurumlarının tek kurumu Maarif Vekâleti olacak ve burada ulusal birliği sağlayan gençler yetiştirilecektir”

[Bkz. Metin Aydoğan, Eğitimin Birliği (Tevhid-i Tedrisat) 4 Mart 2018 tarihli blok yazısı.]

 

Osmanlı’da Eğitim

 

Son dönem Osmanlı eğitim sistemi, her alanda olduğu gibi bu konuda da dehşetli bir gerilik içine girmişti. Bir zamanlar iyi işleyen eğitim düzeni bozulmuş, ekonomik çöküntüyle birlikte bilim dışı bir eğitim anlayışı hâkim kılınmıştı. Bir önceki çağın ileri bilim merkezi durumundaki medreseler, çeşitli tarikatların elinde çağdışı kurumlara dönüştü. Müspet bilimlerin öğretildiği medreselerde felsefe, matematik, kimya, tıp ve astronomi dersleri yerine, 17. ve 18. Yüzyıllarda bazı tarikatların inançları doğrultusunda Arapça metinlerin okutulduğu, sadece mantık, hadis ve tefsir eğitimlerinin verildiği yerler haline getirildi.

Başlangıçta bu okulda verilen dersler, Arapça sarf ve nahiv, Edebiyat ( mania, beyan, bedi), Mantık, Muhasebe, âdabı ve tedrsi usulü, münakaşalı akaid ( kelam ilmi) yanında, riyazat ( hendese ve heyet) dir. Son dönemde hendese (mühendislik) ve heyet (sosyal bilimler)terk edilmiştir. Mahalle mekteplerinde okunan dersler 19. yüzyılın ikinci çeyreğine kadar okulun şehirde, kasabada, köylerde oluşuna göre değiştiği gibi vakfiye şartlarına, dönemlere, hocalara göre de farklılıklar göstermektedir.

Bu mekteplerde öğretim; hoca ve öğrencilerin gün doğarken okula gelmesi ile başlar, yemek zamanına kadar hiç durmadan devam eder. Öğrencilerden bir kısmı yemeklerini evlerinde yer ve okula dönerler, bir kısmı da evden getirdikleri yemeklerini okulda yerler.

Hoca çıkınca kalfa denilen büyük öğrenci ile gün batıncaya kadar derslere devam edilir. Bu okullarda hiç teneffüs yapılmaz öğretim yatsı namazına kadar devam eder. Teneffüs için verilen aralarda peygamber için kasideler okunurdu.

17. yüzyılda Osmanlı eğitimi bu şekildeyken, Avrupa’da Gueriche ilk jeneratörü, Thomas Savery ilk buharlı makineyi, Pascal ilk hesap makinesini, Newton yerçekimi yasasını bulmuştur.

Osmanlı’da ise Teknik buluşlar, düşünce akımları (felsefe) ve tarih dersleri adeta yasaklanmıştı. Tarih çalışmaları “uzak durulması gereken bir baş belası, huzur kaçıran bir kâbustu”  ve yalnızca Padişah’ın onay verdiği konuları kapsıyordu. Türk tarihi diye bir dersin adı bile yoktu. [Bkz. “Kırk Yıl” Halit Ziya Uşaklıgil, 4.Baskı, sf. 171]

18. yüzyılda Avrupa’da Newton, ”Optik” adlı kitabını yayımladı. Volta, ilk elektrik bataryasını yaptı. J.Watt, uzun süreli çalışan buharlı makineyi yaptı; Montgolfier kardeşler ilk uçan balon yolculuğunu gerçekleştirdiler. Trevithick, ray üzerinde giden ilk treni (1804) yaptı...

Osmanlı’da ise, 17. yüzyılda kanat takarak uçmayı başardığı rivayet edilen Hezarfen Ahmed Çelebi ve barut macunundan hazırlanmış fişekler vasıtasıyla uçtuğu rivayet edilen Lâgari Hasan Çelebi bulunmaktadır. 1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi'nden kuşkanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazı'nı geçen ve 3.358 m. ötede Üsküdar'da Doğancılar'a indiği varsayılan Hezarfen Ahmed Çelebi’nin bu uçuşu hakkındaki belgeler şimdiye kadar sadece Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sindeki ifadesinden ibarettir. Evliya Çelebi eserinde şunları yazar: "İptida, Okmeydanı’nın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu'nda Sinan Paşa Köşkü'nden temaşa ederken, Galata Kulesi'nin taa zirve-i belâsından lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar'da Doğancılar meydanına inmiştir.Bu olay Osmanlı Devleti'nde ve Avrupa'da büyük yankı buldu ve dönemin padişahı IV. Murat tarafından da beğenildi. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: "Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekası caiz değil, " diye Gâzir'e (Cezayir) nefyeylemiştir (sürmüştür). Orada merhum oldu." Lâgari Hasan Çelebi’nin de akıbeti benzer bir biçimde olur. [“Kanat takıp uçma” eyleminin mucitlerinden biri de Leonardo Da Vinci’dir. Kendisinden önce bu işi yapan İsmail Cevheri’den esinlendiği söylenir. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin takma kanatlarla uçmayı başaran Berberi fizikçi Abbas Kasım İbn Firnas'tan sonra ikinci insan olduğu ileri sürülse de,  aerodinamik bilimi açısından da böyle bir uçuşun gerçekleşemeyeceği düşünülmektedir. Bu düşüncenin ilk çıkış noktası Grek Mitolojisindeki İkarus’tur. İkarus’tan bu yana kanat takarak uçmayı başaran bir insan evladı mevcut değildir.]

Bu yüzyıllarda Avrupalı stetoskobu (kalp ve akciğer dinleme cihazı,1816) buldu. Ampère, elektrik akımını ölçen ampermetreyi yaptı. Faraday, elektromanyetik kuramları geliştirdi.

Osmanlı’da siyasi ve toplumsal konular işlenmiyor, Arapça ve Farsça’dan başka yabancı dil öğretilmiyordu. Yabancı dil öğrenmek günah sayıldığı için, devletin dış ilişkileri Fener Rumlarının ya da Ermenilerin çevirmenliğine bırakılmıştı. [“Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Matbaası, İstanbul-1980, sf.23]

Kızlar okutulmuyordu. Yüzde 10 civarında olan okuma yazma bilenlerin neredeyse tamamı erkekti. Meşrutiyetten sonra açılan birkaç kız mektebinde, edebiyat hocaları harem ağalarından oluşuyordu. Resim ve heykel yasaktı. Üniversite’de, kütüphane denilen yerler, bakımsız ve tozlu depo gibiydi. [“Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Kit., 2. Bas., Ankara-1994, sf.140] [Akt. Metin Aydoğan, Agy.]

 

Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitim Kurumları

 

1923 yılında, tüm eğitim kademelerindeki öğrenci sayısı, nüfusun ancak yüzde 3’ünü  oluşturuyordu. Okur yazar oranı uzun süren seferberlikler ve Kurtuluş Savaşı kayıpları nedeniyle ancak yüzde 6 civarındaydı. [“Bozkırdan Doğan Uygarlık-Köy Enstitüleri” Yalçın Kaya, 1.Cilt, Tiglat Mat.A.Ş., İst.-2001, sf.59]

Darülfünun’da okuyan toplam öğrenci sayısı 2088’di, bunların ancak yüzde 8’i, yani 185’i kız öğrenciydi. Tüm ülkede; 1011’i erkek 230’u kız, 1241 lise öğrencisi; 5362’si erkek 543’ü kız, 5905 ortaokul öğrencisi; 1743’ü erkek 783’ü kız, 2526 öğretmen okulu öğrencisi vardı. İlkokulda okuyan öğrenci sayısı, 273107’si erkek 62954’ü kız, yalnızca 336 061’di. [“Tarih-IV-Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas., İstanbul-2001, sf.250]

1924’e gelindiğinde çoğu tarikat vakıfları tarafından yönetilen 479 medrese faal durumdaydı ve 1800 öğrencisi vardı. Her birinde ancak 5-6 öğrenci kalmıştı. [“Cumhuriyet Dönemi Türk Ansiklopedisi” İletişim Y., 3.C., İst. S. 660.] Adlarına medrese dense de bunlar, yönetiminde bulunan mezhep ya da tarikatın inancına göre ve bilimsel değeri olmayan bir eğitim veriyordu. Farklı Hıristiyan mezheplerine ve farklı ülkelere bağlı misyoner okulları, Meşrutiyet’ten sonra kurulan maarif mektepleri ve din eğitimi veren tarikat okul ve kursları biraraya gelince; ortaya gerçek anlamda bir eğitim karmaşası çıkıyordu. Bu karmaşa içinde, okudukları okulu bitiren aynı ulusun çocukları, bir ya da birkaç değil, adeta onlarca ‘ulusun’ bireyleri haline geliyordu. Eğitim, ulusal birliği sağlamanın değil, ayrılığın ve parçalanmanın aracı haline gelmişti.

 

Haftaya: Misyoner Okulları, Bursa Toplantısı ve Milli Eğitim Kurumları.

Ünyekent, 16.02.2022

http://www.unyekent.com/yazi/3002-osmanli-dan-cumhuriyet-e-turk-egitim-sistemi.html

 

 




 

9 Şubat 2022 Çarşamba

Harf İnkılâbı yahut Bir Gecede Cahil Bırakıldık İkilemi


Harf İnkılâbı yahut

Bir Gecede Cahil Bırakıldık İkilemi

 

 

“Bir gecede cahil kaldık”, “Atalarımızın mezar taşını okuyamıyoruz” serzenişi gerçeği yansıtmakta mıdır?

Önce “cahil” sözcüğünün anlamından başlayalım; “bilimsiz, bilgisiz” demektir. Arap harfleri yerine Latin ABC’sini ikame etmenin toplumu cahilleştirdiği ileri sürülmektedir.

Oysa 1928’daki Harf İnkılâbı sırasında okur-yazar oranının ancak %10’lar civarında olduğu bilinmektedir. Harf İnkılâbı sonrası okur-yazar oranı hızla artmıştır.

Latin alfabesine geçiş bir gecede ilan edilmiş ancak “geçiş” bir gecede gerçekleşmemiştir. İlk ıslahat fikri harf inkılabından en az 50 yıl önce II. Abdülhamit tarafından ortaya atılarak:  “Halkımızın okuma yazma bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bizim lisanımızın sırlarına alışmak kolay değildir. Latin alfabesi kullanarak belki, halkımızın işini kolaylaştırabiliriz.” denmiştir.

 

Osmanlıca ve Arap Alfabesi

 

Osmanlıca; öncelikle Türk diline uymayan bir alfabeye sahip, yapay, halktan uzak ve bir dilin çağdaşlaşması konusunda engeller oluşturan bir dildir.

Türk diline uygun olmayan alfabeler sıralansa, Arap alfabesi ilk sıralarda yer alır.

Çünkü Türkçe ünlü harflere dayanan bir dildir ve arada sesli harf bulunmadan sözcük türetilemez. Arapça ise ünsüz harfler üzerine kuruludur, sözcükte bulunduğu yere göre ‘‘a,e,ı’’sesleri vermek üzere kullanılan tek bir harf vardır: ‘elif’ ve bazı ünsüzler de belirli durumlarda ünlü gibi okunmaktadır. Bu harf kuralları da sözcüklerin aynı şekilde yazılmasına sebep olarak sözcükler arası karışıklığa yol açar.

Türkçe yazıldığı gibi okunur. Arap alfabesi kullanıldığında sözcükler yazıya tam olarak geçirilemediğinden konuştuğumuz ile yazdığımız birbirinde farklı anlaşılabilir. Örneğin ‘‘İstanbul’a Sinop’tan gemilerde çalıştırılmak üzere kırk kürekçi istenmektedir. Kırk kürekçi beklerken, kırk kör keçi gönderildiği anlatılır. Karışıklığın sebebi, Osmanlı yazısında kırk kürekçi yazılışıyla kırk kör keçi yazılışı aynı olmasıdır.’’

 

Arap Alfabesinin Yetersizliği

 

Arapça alfabesi toplam 28 harften oluşur. Osmanlıcada Arap harflerinin yanı sıra Farsçadaki p , ç ve j harflerini de kullanmışlardır. Bu 31 harfin dışında Türkçedeki ince g ünsüzünü belirtmek için kef harfine bir çizgi eklenerek gef, genizsi n ünsüzü için üç nokta eklenerek nef (sağır kef, kâf-ı nunî), lam ile eliften lamelif, hemze ile h harfinin ünlü şekli olan hâ-i resmiye harfleri oluşturulmuştur.

Arap harflerinde temel ve küçük harf ayrımı yoktur. Noktalama işaretlerinde kesin kurallar bulunmamaktadır. Arap harfleri sözcüklerin başında, ortasında ve sonunda farklı biçimde yazılır. Bazı harfler (dal, zel, re, je, vav ) bir sonraki harfle birleşmez.

Türkçedeki zengin ünlü sisteminin karşılığı Arapça’da bulunmaz. Örneğin Arap alfabesindeki elif Türkçedeki a ve e ünlüsünün karşılığıdır ya da Türkçedeki u, ü, o, ö ünlülerinin yerine Arapçada yalnızca "vav" harfi vardır, bu aynı zamanda v ünsüzünün de karşılığıdır.

Türkçe’nin Arap alfabesiyle ifade edilişindeki bu eksiklik, ister istemez resmi yazışmalarda ve edebi metinlerde Arapça ve Farsça sözcüklerinin kullanımını zorunlu hale getirmiştir. Gramerde Arapça’nın öne çıkmasını sağlamıştır.

Osmanlıca kutsallık zırhına bürünerek gücünü anlaşılmazlık üzerine kuran ve egemene hizmet eden bir dil haline gelmiştir. Yönetici sınıfla halk arasındaki farklılaşmayı artıran bu olgu, giderek din konusunda da kendini gösterir.

İşte bu nedenle, bugün yeni-Osmanlıcılık akımı altında başlatılan Osmanlıca girişimleri ecdadımızı anlamamıza yetmiyor. Daha çok Osmanlı saray ideolojisini temsil eden bir anlayış olarak kalıyor.

 

Latin Alfabesinin Tercih Nedenleri

 

Batı uygarlığının örnek alınması. (Osmanlı ıslahatlarının yönü de benzer nitelikteydi.)

Harflerinin birbirinden ayrılarak yazılması yöntemi ve Latin alfabesinin eğitim için daha elverişli bulunması.

Bakû'de yapılan I. Türkoloji Kongresi'nde bütün Türkler için Arap harfleri yerine Latin yazısının kabul edilmesine karar verilmesi. Atatürk'ün bu kongreyi yakından takip ettiğinin bilinmesi. (Ü. Ö. Demirci, Türk Dünyasında Latin Alfabesine Geçiş Süreci, Türk Yurdu Temmuz 2020)

Sovyetler Birliği'ndeki Türk devletleri Latin alfabesini kullanması. 1908-1911'de Latin temelli Arnavut alfabesinin kabulü ve 1922'de Azerbaycan'ın Latin alfabesini kabulü.

Arap alfabesinin Türkçeyi tam olarak ifade edememesi. Arap alfabesinde bulunan Vav (و) harfi V, O, Ö, U, Ü; Ye () harfi Y, I, İ; Kef (كـ) harfi ise K, G, N, nadiren de Y sesini verebilmektedir.

Latin alfabesi Türk Dili için en uygun ve dünyadaki en yaygın alfabelerden biridir. Diğer alternatiflerden Kiril yahut Çin alfabesinin kabul edilmesinin bir mantığı yoktur.

Osmanlı Türk aydını Fransızca biliyor ve yazışmalarda Fransızca benimsiyordu. Telgraf dili başta olmak üzere Beyoğlu, Selanik, İzmir gibi kozmopolit çevrelerde dükkân tabelaları ve ticari reklâmlarda, gazetelerde çoğu zaman Latin harflerinin kullanılıyor olması.

İkinci Meşrutiyet döneminde, Türk ulusal kimliğini İslamiyet'ten bağımsız olarak tanımlama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki'ye yakın aydınlar arasında ağırlık kazanmıştı. Arap yazısının terk edilmesi aynı zamanda Türk ulusal kimliğinin laikleşmesi ve kendi öz benliğini ortaya çıkarması anlamına gelecekti.

 

Türk Dili ve Bilim

 

Batı’da Rönesans ve Aydınlanma ile gelişen düşünsel akımlar Sanayi Devrimi’ne yol açarken, Osmanlı’da eğitim medrese sistemiyle Ortaçağ karanlığına gömülmekteydi. Örneğin matbaa 1727 gibi çok geç bir tarihte kullanmaya başlanmış, 200 yıl boyunca hiç kitap basmadan atıl durumda bekletilmiştir. Osmanlılarda gerçek okuma yazma oranı erkeklerde %7 kadınlarda % 3 civarındadır. Yaygın gibi görünen sübyan mektepleri yalnızca Kur’an okumaya yönelik okullardı. Günlük yaşamda karşılığı olmayan bu okuma sistemi erişkin yaşa gelindiğinde unutulmakta, sadece din mensuplarının ezber sisteminde yer bulmaktaydı.

Japonların 1.500 yıllık alfabeleriyle geliştirdiği bilimsel buluşları, Arap alfabesiyle Türklerin göstermesi mümkün görünmüyordu. Çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmak, ancak Türk dilinin imkânlarını daha iyi kullanabileceği bir alfabeyle olabilirdi.

Zaten bu konuda karşı çıkışların temelinde Arapça’nın kutsal görülmesi ve onun kaldırılmasıyla İslam dinine karşı çıkıldığı görüşü yatmaktadır.

Oysa harf devrimi ile artan okur-yazar oranı sayesinde çok daha fazla dini eser yayınlanmış ve okurlarıyla buluşmuştur. Alfabe değişikliği ve cahillik ilişkisine gelince; 1927-28 döneminde Arap alfabesi ile eğitim yapan toplam 3.034 Halk Dershanesi’nden ancak 64.032 kişi mezun olmayı başarırken bu sayı harf devrimi tamamlandıktan sonra Latin harfleriyle aynı eğitimi veren kurumdan bir yıl içinde yaklaşık 600.000 kişi mezun edilmiştir.

1927’de yapılan ilk nüfus sayımında ülkedeki yetişkin nüfusun, yani 7 yaş ve üzerinin ancak % 10.5’nin okuma yazmayı bilindiği tespit edilmiştir. Erkeklerin % 17,4’ü kadınların ise ancak % 4,6’sı okur-yazardır. Bu oranlardan devlet adamları, eğitimciler, yüksek kesim kişiler çıkarıldığında Latin alfabesi geçişinden önce cahil kalanın halk olduğu apaçık ortadadır.

Harf devriminden yaklaşık 20 yıl sonra, 1950’de, Türkiye’deki okuryazarlık oranı %33,6’ya yükselmiştir.

Türk tarihinde pek çok alfabe kullanılmıştır. Her değişiklikte geçmiş unutturulsaydı, Türk tarihi diye bir kavram olmazdı. 1893 yılında keşfedilen Orhun Yazıtları’nın dili Göktürk diliydi, Türkçe’ydi. Üzerinden Arap alfabesi geçti, dilimiz Arapça ve Farsça’nın egemenliğine girdi ama yok olmadı. Latin alfabesinin kabulüyle birlikte, dilimizi kendi özüne döndüren politikalar benimsendi. Türk dünyasının büyük çoğunluğunun kullandığı dil olan, Türk dilinin kullanımına geçildi. Resmi alanda kullanılan dil, halkın konuştuğu dille aynı oldu. 

Sonuç olarak Ortaçağ karanlığına gömülen medrese eğitimine son verildi, bilim ve fen alanında daha ileri bir seviyeyi ifade eden çağdaş eğitime geçildi.

 


 

09.02.2022, Ünyekent

http://www.unyekent.com/yazi/2980-harf-inkil-bi-yahut-bir-gecede-cahil-birakildik-ikilemi.html


 

1 Şubat 2022 Salı

Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi Eleştirileri


Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi Eleştirileri

 

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının birinci amacı, “millî bir tarih” yazmaktır.

İkinci amaçları ise, geleneksel temayüllere rağmen (bunlara dini taassub dâhil) bilimin verilerini ortaya koymaktır.

Bu amaçla, Türk Tarih Tezi’ni hazırlayarak dünya uygarlığını Roma-Atina ekseninde açıklayan Avrupa tarihçiliğine karşı çıktılar.

Asya-Afrika eksenli bir uygarlık tezi ortaya koydular.

Bu tezlerini, tüm dillerin çıkış noktası olarak gördükleri Güneş Dil Teorisiyle kanıtlamaya çalıştılar.

Türk Dili, uygarlığın doğduğu yer olan Mezopotamya’da Sümerler ve Akadların, Anadolu’da Hititler, Frigler, Troyalıların ve İtalya’daki Etrüsk dillerinin ana kaynağıdır.

Böylece Avrupa merkezli görüşün yerine Türk Merkezli bir tarih tezi ikame edildi.

Kemalist tarih anlayışı, milliyetçi ve burjuva-demokratik karakteriyle  Cumhuriyet devrimlerinin de ideolojisi durumundaydı.

 

Antitezler

 

Atatürk’ün vefatından önce “sönümlenmeye başladığı” iddia edilen Güneş Dil Teorisi, Atatürk’ten sonra terk edilmiş görünmektedir. Necmi Dilmen’in “Güneşimiz öldükten sonra teorisi mi kalır?” demesi, bu savı doğrulamaktadır.

Aslında Tarih Tezi’ne ve Dil Teorisi’ne karşı çıkışlar işin başlangıcından beri vardı.

İlk adım, İstanbul Üniversitesi’nde bir grup akademisyenin görevine son verilmesi ve yerlerine Almanya’dan getirilen bir kadronun yerleştirilmesidir.  

Akabinde tarih tezi çalışmalarının akademik zeminini oluşturmak üzere Ankara’da  Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi kurulması, diğer önemli adımı oluşturmaktadır.  

Atatürk’ün hazırlanmasına öncülük ettiği Türk Tarihinin Ana Hatları kitabının yazarlarından olan Fuad Köprülü, 1940 yılında yazdığı bir yazıda kendisinin de katkıda bulunduğu eseri, Avrupa tarihçiliğinin Türkler aleyhinde yazılmış temelsiz ve olumsuz düşüncelerine karşı bir tepki olarak ortaya çıkan Romantik Nasyonalist bir tarih anlayışı olduğunu yazmıştır. (Bkz. Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş, , 1991)

Tarih Tezi’ni abartılı ve bilimsel dayanaktan yoksun bulan görüşlerin hedefinde, dünyadaki bütün dillerin kökeninin Türk dilinin kökeni ile ortak olduğu tezi bulunmaktadır.

Hatta bu tezin bir adım ötesi, tüm dillerin Türk dilinden türediği anlayışıdır.

Güneş Dil Teorisi’nde daha da netleşen milliyetçi savlar, “tepkisel ve romantik” bulunarak kabul edilmez.  

1- Dil yoluyla “Türk” olgusunu açıklamak olanaksızdır. (Niyazi Berkes, Batı Sorunu,  1975, Bilgi Yay. - Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, 1993, Kültür B. Yay.)

2- Dillerin bir ana-kök sözcükten geliştiği teoremi geçersizdir.

Türk Tarih Tezi’nin sonuç (çıkarsama) kısmında bulunan en eski uygarlıkların kullandığı dil; Sümer, Akad, Hitit ve Etrüsk dillerinin Türk diliyle benzerliği, bu toplulukları Türk [kökenli] yapmaz.

 

Atatürk Kafatasçı mıydı?

 

Türk tarih tezine ilk karşı çıkanlar, Atatürk ve arkadaşlarını “kafatasçı, ırkçı-turancı” olarak nitelendiren ve ulusal kimliğin ırk temelinde oluşturulmayacağını savunanlardır. İddiaya göre Atatürk’ün çalışma masasının çekmecesinde, brakisefal olduğu ileri sürülen Türk kafatasının ölçümüne yarayan pergel  ve cetvel gibi gereçler bulunmaktadır. Turancıların etkisiyle tarih tezinin “ırkçı” bir anlayışla oluşturulduğu savı, bizzat bu kesimin önderleri tarafından çürütülmüştür. Turancılık akımının önderlerinden Nihal Atsız, bu dönemindeki çalışmaları; “Türk tarihi tımarhane yöntemlerine göre kurulmak istenmiştir” diyerek baştan reddetti. Türk dilinin diğer dillerden farklı olduğunu ve Türklerin diğer ırklarla benzerliği bulunmadığını ileri sürmüştür. Turancılar o dönemde ırkların üstünde bir Türk ırkı kavramını benimsemişlerdi. Rıza Nur Türk Tarihi isimli eserinde Orta Asya’daki tutsak Türkleri kurtarma davasını anlatır. Türk tarih savında Hititlerin, Sümerlerin, hatta Yunan Medeniyetinin, Orta Asya’dan dünyaya yayılmış bir medeniyetin devamı olduğu izah edilmeye çalışılıyor. Bu durumda doğal olarak dilleri de Türklerin eski dilleri ile ortak olmalıydı, diyerek; öğrencisi Nihal Atsız gibi Türk tarih savını gayri ilmi ve gerçeklerden uzak bulur. O’na göre de Türkler Orta Asyalı bir ırktır ve Anadolu medeniyetlerini Türkler ile bağdaştırma gayretleri yanlıştır.

Harf Devrimi nedeniyle Cemil Meriç “Dil’de inkılâp olmaz. Tarih, dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir çılgınlığa şahit olmamıştır.” diyecektir.

 

Atatürk Diktatör müydü?

 

Atatürk’ün Türk tarih tezine ve dil çalışmalarına yaptığı önderlik farklı algılara yol açmıştır. O’nun yönlendirmesi ve direktifleriyle ortaya çıkan Kemalist ideolojiyi baskıcı bulan, Cumhuriyet devrimlerini zor kullanılarak gerçekleştirildiğini öne sürenlerin başını anti-laik, dinci kesim çekmektedir. Saltanat ve hilafet yanlısı ayaklanmaların bastırılma biçimi, bu kesimin en temel kanıtlarıdır. 

Öneri ve eleştiriye son derece açık olan Atatürk, bu tutumunu ölene dek değiştirmedi. Tamamen O’na ait kitapta şunları demektedir.

“Güneşdil Teorisi adını verdiğimiz bu notları sunarken ricamız şudur: 1-Eleştiriniz, (tenkit ediniz) 2-Reddediniz, 3-Değiştiriniz, (tadil ediniz) 4-Bütünleyiniz, (ikmal ediniz) 5-Açıklayınız (tavzih ediniz).”

(Bkz. Güneş Dil Teorisi, Alaca Yayınları , Kasım 2019. İstanbul, . s. 179)

Hiç bir diktatör kendi öngörülerini tartışmaz, hatta onları mutlak doğru (tanrı buyruğu) kabul eder. 

 

Osmanlı’nın Anti-tezi Olarak Tarih Tezi

 

Kurulum aşamasındaki Cumhuriyet’in resmi tarih anlayışı kabul edilen Türk Tarih Tezi, kaçınılmaz biçimde Osmanlı tarih yazıcılığının anti-tezidir. Yeni bir ulus yaratılmaktadır; ümmetten ulus, monarşiden Cumhuriyet kuruluyor. Tarih Tezi ve Dil Teorisi bu doğrultuda zorunlu iki temel adım olarak karşımıza çıkıyor.

Cumhuriyet’in tarih anlayışı, Osmanlı tarih yazıcılığının aksine objektif olmalıdır. Tutucu (muhafazakâr) anlayıştan uzak olması yanında müspet bilimlere dayanmalıdır.

Bu nedenle medeniyeti öne çıkaran Türk tarih tezi, ırk temelini savunan Turancı görüşten farklıdır. Türk tarih tezinin ulus (millet) kavramı, bir ırk aidiyetine dayanmaz. Atatürk, Afet İnan’ın 1930 yılında hazırladığı Medeni Bilgiler isimli kitabında yer alan ırk aidiyeti kısmını çıkararak, millet tanımını bizzat dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların siyasal ve toplumsal kuruluşu biçiminde düzeltir.

Atatürk’ün dil konusundaki çabalarının bir başka nedeni, SSCB’nin Şubat-Mart 1926’da Azerbaycan’da Birinci Türkoloji Kongresi düzenlenmesidir. Türkiye, Türkçe konuşan dünyanın entelektüel merkezi olma konumunu Bakû’ye bırakamazdı.  

Öte yandan bir bilim dalı olarak ortaya çıkan filoloji ve etimoloji; konuşma farklılıklarının/şivelerin, lehçelerin, ağızların zamanla bağımsız dile dönüştüğünü ortaya çıkarmaktadır.

Günümüzde linguistik, epistemolojik ve ontolojik araştırmalar dil konusunda çok daha detaylı araştırmaları ortaya çıkarmaktadır.

Antropoloji, etnoloji ve genetik bilimindeki son araştırmalar ise, toplulukların kökeni ve gelişimi konusunda daha somut veriler sunmaktadır.

Bir Arami atasözü ''Adını unutmak istemiyorsan, dilini öğren ve öğret'' der. Ülkemizde bugün hâlâ ''dilini öğrenme ve öğretme hakkı”nı tartışıyoruz.

 

 

02.02.2022, Ünyekent

http://www.unyekent.com/yazi/2966-gunes-dil-teorisi-ve-turk-tarih-tezi-elestirileri.html

 

Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti ve Müze Gezisi