26 Temmuz 2023 Çarşamba

Karadeniz’de Ahşap Yapı Tekniğinin Kökenleri

 

Karadeniz’de Ahşap Yapı Tekniğinin Kökenleri

 

Kalkolitik dönemden bu yana insan yerleşmeleri barındırdığı bilinen Doğu Karadeniz Bölgesi’nde ahşap yığma ve çatma yapıların yoğunluğu, geçmişten günümüze bölgenin orman yoğunluğunun ve ustaların ahşabı işleme becerilerinin gelişmişliğinin de göstergesidir. Ahşabın neme karşı dayanımının düşük olması sebebiyle, eski yapıların birçoğu günümüze ulaşamamış, dolayısıyla mimari literatür içindeki incelemeler, yalnızca günümüze ulaşan sınırlı sayıdaki yapılar üzerinden ele alınmıştır.

Yerel tarih çalışmaları kapsamında Doğu Karadeniz Bölgesi’nin ahşap camilerini araştırırken; bu konudaki literatürü tarama, geleneksel konut yapım tekniklerin inceleme, inşaat verilerini gözden geçirme ve yapı ustaları ile görüşme imkânına sahip olduk.

Dolayısıyla yapı kültürünün bütüncül bir değerlendirmesini yaparak, Ünye ve çevresindeki ahşap camilerin yapım tekniğini çözümlemeye çalıştık.


 

Karadeniz Mimarisi

Karadeniz Bölgesi’nin jeolojik ve coğrafi yapısının özelliklerinin diğer bölgelere göre mimariye daha çok yansıdığı görülmektedir. Karadeniz’e paralel sıradağların ormanlar ile kaplı olması, bu dağlar ile deniz arasındaki kıyı şeridinde yağmurlu ve nemli bir iklimin hüküm sürmesi mimariyle doğrudan ilişkilidir. Üstelik bu bölgede mimaride kullanılacak nitelikte taşın az bulunur ve nem çekme özelliğine sahiptir. Zorunlu olarak bölgede bina yapımında taş az kullanılmaktadır. Bu nedenle çevrede bol bulunan ve kolaylıkla sağlanabilen ağaç yani ahşap, bölge mimarisinin ana malzemesini oluşturur.

Türklerin ahşapla yakından ilgilenmeleri, içinde bulundukları göçebe yaşam tarzıyla bağlantılıdır. Yerleşik toplumların ve kent yaşamının aksine; taş malzeme değil, taşınma ve kullanımı daha kolay olan ahşap tercih edilmiştir. Taş malzeme kadar uzun ömürlü olmamasına karşın, göçebe tarzı yaşam süren Türkler, konakladıkları yaylaklarda ve kışlaklarda barınma ihtiyaçlarını ahşap malzemeden sağlamışlardır. Kıl çadırlarının yanında ahşap yapılar kurmuşlar; hayvan barınakları için ahır, yiyecekleri muhafaza için ahşap serenderler inşa etmişlerdir.


Anadolu’da ahşap yapılar için çantı deyişi kullanılır. Günümüze kadar örnekleri ulaşan serender (ambar) ve ahşap camiler, demir çivi kullanılmadan yapılan ahşap yapıları tanımlamaktadır. Dolayısıyla bu yapı biçimini, Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri bir mimari tarz olarak kabul etmemizi gerektirir.   


Çantı tekniği denilen ve günümüze kadar ulaşan ahşap yapı tekniği şöyledir:

Yontulmamış ağaç gövdeleri yahut 15 – 20 santimetre çapındaki tomruklar alt ve üstleri düzlenerek birbirinin üzerine yerleştirilir. Köşeler geçmelerle birbirine kenetlenir. Ortaya dikilmiş bir ahşap direk ve bu direğe kirişlenerek iki taraflı çatılmış tavandan oluşan bu yapılar çantı adıyla bilinir. Yapım aşamasında çiviye gereksinim duyulmaz. Zamanla yerleşik hayata geçilerek, kütükler daha ince tesviye edilir ve tahta haline getirilir.

Bu teknik sadece baraka, ahşap cami, mescit ve serender yapımında değil, sivil mimaride de kullanılarak, yalılar, konaklar ve hatta iç yüzü alçıyla sıvanan bağdadi köşkler yapılmıştır.

Çantı tekniğine benzer bir başka yapı tarzı izba’dır. Rusça ev anlamına gelen izba; dilimizde loş, nemli ve kuytu yer anlamına gelen izbe sözcüğünün kaynağıdır. Doğu Avrupa ve Kuzey Asya köylerinde çam ağacından yapılmış konutlara izba denir. Geleneksel olarak, iç yüzleri çaplanmış kütüklerin yatay olarak dizilmesi ve iki sağrılı dik bir damdan oluşur.

XII. Yüzyıl, Türklerin Anadolu'ya geldikleri, İslamiyet’i benimseyerek yerleşik yaşama geçmeye başladıkları bir dönemdir. Bu dönemde geleneksel ahşap yapı işçiliğini, özellikle ormanı bol bölgelerde uygulamışlardır. Taş işçiliği Türklere daha çok Romalılardan (Rumlar), İranlılardan, Arap ve Ermenilerden geçmiştir. Türklerin Anadolu'ya ayak basmalarıyla inşa ettikleri barınaklar, haliyle ahşap yapılardı. Göçebe yaşam tarzına uygun serenderler, sadece hayvan barınağı, konut ve yiyecek ambarı değil, ibadet amaçlı camilerin ve mescitlerin de aynı tarzda yapılmasını zorunlu kılıyordu.

"Ahşap camilerin ilk örnekleri XIII. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu'da ortaya çıkmıştır." [İslam Ansiklopedisi, Cilt 2, Sayfa 183]







 

Karadeniz Ahşap Mimarisinin Kökeni

Ahşap, haşeb sözcüğünün çoğuludur, Arapça’dan dilimize geçmiştir. Yakacak amaçlı olmayıp, yapı malzemesi olarak kullanılan ağaç yahut keresteye denir. Türklerin ahşapla tanışıklığı çok eskiye dayanır. Orta Asya kazılarında Türklere ait olduğu bilinen çok sayıda ahşap ürün bulunmuştur. Pazırık kazılarında ve Radloff'un 1865 yılında Altaylar'daki kurganlarda bulunan ahşap eşya ve yapı kalıntıları bu konudaki ilk örneklerdir. Petersburg Müzesi'nde (Hermitage Müzesi) Hunlara ait ağaç gövdesinden oyulmuş işlemeli bir lahit ve ahşap at koşumları bulunmaktadır.

Pazırık Kurganından çıkarılan eyer örtüsü

MÖ. 7. Yüzyıla kadar uzanan Türk Ahşap tekniğine bakarak, çantı mimarisinin Karadeniz’e Türkler tarafından getirildiğini iddia etmek bir yönüyle doğru olsa bile, öte yandan benzer bir tekniğin çok daha eski dönemlerde Karadeniz’de uygulandığı bilinmektedir.

Bölgemizde ilk arkeolojik araştırmaları gerçekleştiren Ünye kökenli Prof. Dr. İ. Kılıç Kökten’in Türk Tarih Kurumu Yayını Belleten, Ankara 1947’de Karadeniz’de Samsun Bafra İkiztepe, Dündartepe ve Tekkeköy’de yapılması gereken kazı ve araştırmalardan söz etmektedir.

Bu kazılardan Karadeniz’deki geleneksel mimarinin kökeninin Geç Kalkolitik Çağ’a (MÖ. 4500-3500) değin uzandığı bilinmektedir. Bafra-İkiztepe ve Samsun-Dündartepe kazıları sonucu anlaşılan geleneksel ahşap mimarinin İlk Tunç Çağı (MÖ. 3500-2000) ile Orta Tunç Çağı’nın erken dönemleri (MÖ. 2000-1750) boyunca devam ettiği söz konusu bu Protohistorik Çağ yerleşmelerinden bilinmektedir.

İkiztepe’de Geç Kalkolitik Çağ ve İlk Tunç Çağı’nda insanların avlulu ya da avlusuz çok mekânlı ve ayrık düzende inşa edilmiş ahşap yapılarda yaşadıkları anlaşılmıştır. İlk Tunç Çağı İkiztepe insanlarının içinde anıtsal fırınlar da bulunan ortak atölyelere sahip olduğu ve büyük olasılıkla yerleşmenin etrafını yine ahşaptan yapılmış bir koruma duvarının çevirdiği düşünülmektedir. Yerleşmeye Tepe I ile Tepe II arasında yer alan boyundan ve Kızılırmak tarafından girildiği anlaşılmaktadır. (Şevket Dönmez – E. Emine Naza-Dönmez; Geç Kalkolitik Çağdan Günümüze Orta Karadeniz Bölgesi kıyıları Kırsal kesiminde Geleneksel Ahşap Mimari)

İkiztepe’de yapıların düzeltilmiş bir zemine, temelsiz olarak çatılan dört köşe bir kasnak üzerine işlenmemiş tomrukların, köşelerde birbirlerine tutturularak yükseltilmesi ile meydana getirilmiş olduğu 1974 yılından beri geliştirilen kazılar sonucunda anlaşılmıştır. Yani duvarlar yatay şekilde üst üste konarak yine temel görevini yapan kasnak gibi bağlanan tomruklardan oluşmuştur. Bu tomruklar arasındaki boşluklar çamurla doldurulmuş ve ahşap yapı içte ve dışta kalın bir çamur sıva ile kaplanmıştır. Çatının meyilli olduğu ve büyük olasılıkla sazlar ile ağaçların ince dallarından yapıldığı düşünülmektedir. Sıva parçalarının üzerinde görülen yaprak izleri mimaride yapraklı ince dalların da kullanıldığına işaret etmektedir. Bu yapılar yangın geçirip yıkıldıktan sonra kalıntı olarak temel kasnağının düzeltilmiş zeminde bıraktığı boşluk, bastırılmış toprak tabanlar ile sıva parçaları kalmaktadır. (“Tilmen Höyük Kazısı ve Samsun Bölgesi Araştırmaları (1972)”, Türk Arkeoloji Dergisi XXI-2: 23-28.)

 

İnsan Yaşadığı Yere Benzer

Orta Karadeniz Bölgesi Kıyı Kesimi’nin Protohistorik Dönemde diğer önemli merkezi olan Dündartepe’de de hiçbir temel taşına rastlanmaması, burada kalın tomrukların temel olarak kullanıldığını göstermektedir. Kökten ve T. Özgüç’ün belirttiği üzere, Dündartepe’de çok miktarda sıva parçası ele geçilmiş ancak bilinen taş temelli yapılar ve taş duvarlı yapılara rastlanamamıştır.

Kaşka yahut Gaşga adıyla Hitit tabletlerinde bahsi geçen Orta Karadeniz halkına ait Tunç Çağı (MÖ. 2200-1450) ve sonrasına ilişkin; Erken Demir Çağı (1200-850) ve Orta Demir Çağı (MÖ. 850-650) dönemleri boyunca herhangi bir yerleşim izlerine rastlanamamıştır. Buna rağmen, Kaşkaların tıpkı Orta Asya’daki Türkler gibi konar-göçer topluluklar oldukları tahmin edilmektedir. Dolayısıyla mevcut iklim koşulları gereği, benzer konutlara sahip oldukları düşünülmektedir.

Karadeniz kıyılarına ulaşan Türk boylarının, bugün örneklerini ahşap camilerde, ahşap ayaklar üzerinde oturtulmuş ambarlarda (serender) ve yayla evlerinde gördüğümüz çantı tekniğini uygulayış biçimleri nereden gelmektedir?

1- Erken Tunç Çağı’nın başından itibaren, beş bin yıllık zaman diliminde bölgede yapılagelen (geleneksel) mimari bir tarzın, bölgedeki kadim halklar tarafından uygulanışı mı?

2- Bu mimari biçim, Orta Asya’dan gelen Türklerin beraberinde getirdikleri bir uygulama tekniği mi?

Aslında bu yapı tekniği, birbirine oldukça benzeyen sosyal yapıların, benzer ekonomik koşullar altında aynı coğrafyada buluşmasından ibarettir.

 

“İnsan yaşadığı yere benzer 

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer 

Suyunda yüzen balığa 

Toprağını iten çiçeğe 

Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine”

                                                                                       E. Cansever

 

Yararlanılan Kaynaklar:

 

A. D. Varilci, Çantı Tekniği ve Orta Karadeniz Mimarisi, 08.04.2020, Ünye Kent

A. D. Varilci, İkiztepe Buluntuları ve Karadeniz Arkeolojisi, 10.02.2021, Ünyekent

Davut Yiğitpaşa, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü

Uluğ Bahadır Alkım, Birinci ve İkinci Dönem İkiztepe Kazıları (1983)

Önder Bilgi, Samsun İkiztepe Arkeolojik Kazıları Tepe III çalışmaları (1993-94).

İ.K.Kökten, N. Özgüç, T.  Özgüç, Samsun TTK Raporu, Belleten 1945

Şevket Dönmez, Emine N. Dönmez, Geç Kalkolitik Çağdan Günümüze Orta Karadeniz Bölgesi Kıyıları Kıyı Kesiminde Geleneksel Ahşap Mimari, Ege Yay.

Ksenophon, Anabasis, On Binlerin Dönüşü, İş B. Yay. V, II, 25

Vitruvius, Mimarlık Üzerine On Kitap, Alfa Yay., 4. Baskı, 2019, s. 63 

 

26.07.2023, Ünyekent

 


19 Temmuz 2023 Çarşamba

Biz Hâlâ O Rüzgârın… (Varlığında nefes alıyoruz!)

 


Biz Hâlâ O Rüzgârın…

(Varlığında nefes alıyoruz!)

  

Yaşı bizim gibi kemale ermiş olanların çoğu o şarkıları hatırlar.

Bob Dylan’ın “Blowin’ In The Wind”

Hemen ardından  “We Shall Over Come”…

“I Shall Be Free” veya “It Ain’t Me, Baby” gibi, tüm dünyada 68 Kuşağı’nı derinden etkileyen şarkılar…

Hatta “Blowin’ In The Wind” Vietnam Savaşı’nın sembol şarkısı, bu direnişe dünya çapında verilen desteğin fon müziğiydi.

 

“Kaç kez yukarı bakmalı ki, insan gökyüzünü görebilsin.

Kaç kulağı olmalı ki, ağlayanı duyabilsin…

Kaç insan ölmeli ki, “yeter’” diyebilsin?

Cevabı esen rüzgârdadır dostum, esen rüzgârdadır.”

 

“How many times must a man look up

Before he can see the sky?

Yes, 'n' how many ears must one man have

Before he can hear people cry?

Yes, 'n' how many deaths will it take till he knows

That too many people have died?

The answer, my friend, is blowin' in the wind,”

 

Özgürlük Şarkıları

 

Bu şarkılar, 68 Kuşağı’na yetişemeyen ama mirasçısı olan bizim kuşağı da derinden etkilemişti.

68 Kuşağı’nın ülkemizdeki devrimci önderleri 30 Mart 1972’de Kızıldere’de, 6 Mayıs 1972 sabahı darağacında ve 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır’da can vermişlerdi.

“Blowin’ In The Wind” şarkısında ifade edilen rüzgârın (Vietnam direnişi) zafere ulaştığı 30 Nisan 1975 gününü görememişlerdi.

Bizim kuşak Vietnam Devrimini gördü.

Ama beklenen olmadı, dünya farklı biçimde evirildi...

Emperyalizm devrimi devrimcilerden daha iyi analiz etti.

Asya’daki devrimci kalkışmayı önlemek amacıyla Vietnam Savaşı’nda ortaya atılan “Domino Etkisi”, farklı yöntemlerle etkisizleştirildi.

Aslında bu endişeyi dönemin ABD Başkanı Dwight Eisenhower, 7 Nisan 1954 tarihinde yaptığı basın açıklamasında dile getirmişti.

Kore Savaşı ve diğer müdahalelerde ABD askeri stratejisinin altyapısını oluşturan bu teori, Çin devriminin ardından gelen akımı yok etmeyi amaçlıyordu.

Başlangıçta çok başarılı oldukları söylenemezdi.

Kore’nin ardından Vietnam, daha sonra Laos ve Kamboçya…

Her birisi ABD ve müttefiki emperyalist güçlerin elinden bir bir çıkmaktaydı.

Üstelik Küba Devrimi sonrası ABD’nin “arka bahçesi” dedikleri Latin Amerika ülkeleri hareketlenmeye başlamıştı.

Tehlike büyüktü!

Tehlike oluşturan bu ülkeler adeta kuşatma altına alındı.

Komşularına yönelik askeri, siyasi ve ekonomik önlemler içeren bir “Çevreleme” politikası uygulandı.

 


Yeşil Kuşak Projesi

 

Vietnam Savaşı'nda ABD'nin başarısızlığa uğraması sonucu önce Güney Vietnam, sonra da Laos ve Kamboçya ABD’nin kontrolünden çıktı ama beklenen domino etkisi ortaya çıkmadı. Çünkü devrimlerden en büyük dersi devrimciler değil, ABD ve müttefikleri aldı.

Bu aşamada “Yeşil Kuşak Projesi”ni hayata geçirdiler.

Carter Doktrini adıyla da bilinen bu proje, Jimmy Carter döneminden itibaren ABD'nin SSCB’ne karşı İslami eğilimleri kullandığı bir savunma projesidir.

En somut örneğini Afganistan’da görüyoruz.

Babrak Karmal’ına çağrısıyla Afganistan’a giren Sovyet askerlerine karşı Pakistan’da İslami güç örgütleyen ABD, bir anlamda amacına ulaşmıştı.

Ne var ki kontrol altına alamadığı bu güç, sonunda “terör” olarak kendisine yöneldi.

Sonuç: 11 Eylül 2001, dünya tarihinin en büyük terör saldırısı…



 

John Lennon ve Che Guevara

Her ikisi de silahla vurularak öldürüldü.

John Lennon’un yaşam öyküsü, Liverpool sokaklarında başlıyor. Müzik dünyasında parlaması, The Beatles’ı kurmaları O’na dünya çapında ün kazandırıyor. Eşi Yoko Ono’yla birlikte giriştikleri Vietnam Savaşı protestosuyla hafızalara kazınıyor. Imagine adlı şarkısı, insanların eşit ve özgür olarak yaşadığı, kimsenin kimseyi vurmadığı bir dünyanın özlemini anlatıyor.



8 Aralık 1980’de New York'ta, eşi Yoko Ono ile birlikte kayıt stüdyosundan dönerken, yaşadığı binanın girişinde bir hayranı tarafından vurularak öldürülüyor.

Che Guevara’nın Arjantin’de başlayan öyküsü, tıp eğitiminin ardından Küba Devrimi ile devam etti. Devrimi Afrika ve tüm Latin Amerika’ya yaymak isterken, Bolivya’da CIA tarafından eğitilen askerler tarafından yakalanarak öldürüldü. 68 Kuşağının ve tüm dünya devrimcilerinin sembolü haline geldi.



Che’nin John Lennon’la birlikte gitar çalarken gösterilen illüstrasyonu, bence montajdan çok kurgudur ve güzel bir betimlemedir…

Savaş ve barışın iki önemli simgesi aynı karede buluşmuştur.


 

Good Morning Vietnam

 

Robin Williams’ın ünlü bir radyo spikerini canlandırdığı 1987 yapımı film, Vietnam’la ilgili zihinlere kazınan bir başka yapımdır.

Savaşın acımasızlığını göstermeden, bir radyo yayını sayesinde askerlerin nasıl iyimser bir şekilde etkilenebileceklerini gösterir Günaydın Vietnam…

Savaştaki askerlere insani duygular aktarır.

Buradaki rolüyle Oscar'a aday olan Robin Williams, tıpkı “Ölü Ozanlar Derneği”nde canlandırdığı edebiyat öğretmeni rolünde olduğu gibi hayat doludur.

11 Ağustos 2014’te (63 yaşında), intihar etmeden önce eşine “İyi geceler aşkım” diyerek veda ediyor.

Eşi Susan Schneider Williams, “The Terrorist Inside My Husband's Brain” (Kocamın Beynindeki Terörist) adlı makalesinde Robin Williams’ın hastalığını Lewy cisimcikli demansa bağlıyor. Aşırı protein depolanması sonucu beynin etkilenmesi ve bunun da davranışları, ruh halini ve hareketlerini değiştirmesi şeklinde tanımlıyor.

“Korku ve endişesi yükselişe geçti ve korkutucu bir seviyede devamlı hale geldi. İşte tam da bu sıralarda hastalığı başlamıştı” diyor.

Eşi hayat ve ölüm arasındaki ince çizgiyi beyindeki demansa (yaşlanmaya bağlı çöküşe) bağlasa da, biz ünlü oyuncuyu hep hayata dair güzelliklerle anmaktayız.

Tıpkı ölümüne bir direniş gösteren Vietnam’a, ölmek ve öldürmek amacıyla giden ABD askerlerine “hayat” götüren radyo spikeri Adrian Cronauer gibi.

 

 Biz Hâlâ O Rüzgârın Varlığında Nefes Alıyoruz!

 

“Kaç yıldan bu yana var olmalı ki dağ, denize kavuşabilsin.

Kaç yıldan bu yana insan özgür kalabilsin,

Kaç kez başlar öte yana çevrilebilsin, yaşananlar görmezden gelinebilsin?

Cevabı esen rüzgârdadır dostum, esen rüzgârdadır.”

 

How many years can a mountain exist

Before it's washed to the sea?

Yes, 'n' how many years can some people exist

Before they're allowed to be free?

Yes, 'n' how many times can a man turn his head,

Pretending he just doesn't see?

The answer, my friend, is blowin' in the wind,

The answer is blowin' in the wind.

 

(Yıllar önce değerli sunucu Kenan Işık’ın bir yarışma programına katılmıştım eşimle birlikte. Sorulardan biri “Blowin’ In The Wind” şarkısıydı. Bu vesileyle; ölüm ile hayat arasındaki ince çizgide kendisine şifalar diliyor, yeniden aramıza dönmesini bekliyoruz.)

 

 

19.07.2023, Ünyekent



12 Temmuz 2023 Çarşamba

Göçmen Sorunu II



 

Göçmen Sorunu II


Resmî kayıtlara göre, Türkiye'de 24 Mart 2022 tarihi itibarıyla toplam 3 milyon 754 bin 591 Suriyeli bulunmaktadır. Mülteciler Derneği’nin 24.05.2023 tarihli bülteninde yer alan bu bilgi, ülkemizde kayıt altına alınmış geçici koruma statüsündeki Suriyeli sayısıdır.

Bu sayı sadece kayıtlı Suriyelileri yansıtıyor, kayıt dışı kaç Suriyeli olduğu bilinmiyor. Türkiye'de ayrıca, Afgan, Irak, İran dâhil çok sayıda ülkeden göçmen bulunuyor.

Türkiye'de bugün toplamda 10 milyondan fazla mülteci olduğunu ileri sürülüyor. Bu sayıyı “abartılı” bulanlar olsa da, şu gerçeği vurgulamakta yarar var:

Ülkemiz dünyada bugün en fazla göçmen nüfusu barındıran ülkeler sıralamasında ilk sıradadır.  

Neden sığınmacı nüfusun en fazla olduğu ülke Türkiye?

Aslında sığınmacılar Batı ülkelerini tercih ediyor.

Ama zengin Avrupa ülkeleri kendilerinin belirledikleri çok az sayıda göçmeni, özellikle de Suriyelileri ülkelerine kabul ediyor.

“Göçmenler Türkiye’de kalsın, bize gönderilmesin” diyerek, ülkemizi parasal yönden destekleyeceklerini taahhüt ediyorlar.

Böylece ülkemiz son yıllarda sayıları milyonlarla ifade edilen sığınmacı akınına uğruyor.   

 

Lübnan Örneğinden Pakistan’a

 

Bir önceki yazımızda Lübnan’ın nasıl göçmen akınına uğradığını anlattık.

Lübnan’ın bozulan demografik yapısına ve Lübnan iç savaşına değindik…

Görünen o ki, Lübnan’ın karşı karşıya kaldığı demografik işgal bizde de çoktan başlamış… Uluslararası sermayenin tahakkümü altındaki Türkiye’de (buna emperyalizmin yeni sömürgecilik sistemi de diyebiliriz), hassas olan dengelerin hızla bozulduğuna tanık oluyoruz. Ülkemizdeki demografik yapının değişimine paralel olarak, siyasi ve ekonomik buhran derinleşiyor.

Halkımızın bir kısmı “din kardeşi” olarak gördüğü sığınmacıları destekliyormuş gibi görünürken, onları istemeyen kesim “milliyetçilik” bayrağı altında tepki gösteriyor.

Türkiye bugün dünyanın en sorunlu göçmen nüfusuna sahip bir ülkedir.

6 milyonluk Lübnan, 10 bin kilometrekarelik yüzölçümüyle bir iç savaş yaşadı, iflas etti ve çok büyük yaralar aldı.

Yakın tarihte Lübnan gibi mülteci akınına uğrayan bir başka ülke Pakistan’dır.

 

Pakistan’da Neler Oldu?

 

Etnik ve dini mülahazalarla koptuğu Hindistan’la yıllarca sınır savaşı sürdüren Pakistan, Endonezya’dan sonra en fazla Müslüman nüfusa sahip ülkedir. Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını ilan ettiği 1947 yılından da önce, 1919’da Türk Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen Pakistanlılar olmuştu. Muhammed İkbal önderliğinde ordumuza para yardımı yapmışlar ve bu para Büyük Taarruz’da hem de Sakarya ve çevresinin yeniden kalkınmasında kullanılmış, kalan miktar ise İş Bankası’nın kuruluş sermayesi olmuştu. Abdurrahman Peşaveri, Milli Mücadeleye şahsen katılıp birçok "diplomatik" temasta görev almış, o dönemde kurulan Anadolu Ajansı’na muhabir olmuştu.

1947’de Pakistan’ın bağımsızlığını ilan etmesinden sonra diplomatik ilişkinin kurulduğu ülkeler arasında ilk sıra Türkiye Cumhuriyeti’ne verilmişti…

Bir zamanlar uzay yarışıyla gündeme gelen Pakistan, 1979'da Sovyetlerin Afganistan’a müdahalesinin ardından tüm dinamizmini yitirdi. Sebep Afgan hükümetinin çağrısı üzerine, Pakistan’ın 4,5 milyona yakın Afgan sığınmacıyı kabul etmesiydi...

Bu kararın alınmasında ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA)’nın, Pakistan üzerinden yaklaşık üç milyar dolarlık "eğit-donat" programı etkili oldu. Sovyet işgaline karşı İslami savaşçılar, Pakistan ordusu ve İstihbarat Teşkilatı (ISI) tarafından eğitildi.

Böylece Pakistan sınırı kolaylıkla geçen binlerce teröristin yuvalandığı komşu ülke durumuna geldi. Pakistan, radikal savaşçılar için bir eğitim ve lojistik destek üssü oldu, silah ve para kaynağı, ABD ve bazı Arap ülkeleriydi.

1989'da Sovyetler Afganistan’dan çekilince, Pakistan’ın eğittiği El Kaide başta olmak üzere ülkedeki tüm terörist unsurlar dünyanın başına bela oldu. Pakistan’ın beslediği ve komşusu Afganistan’a gönderdiği terör şebekeleri, kendisini ve ABD’ni vuran bir canavara dönüştü.

Sığınmacılar Pakistan’da etkili bir güce ulaştı ve ülkede şeriat istemeye başladı. Afganistan’da savaşmak üzere eğittiği bu unsurlar; Pakistan’ı, etnik ve mezhep çatışmalarının süreklilik kazandığı, toplumda derin bölünmelerin yaşandığı bir ülke konumuna getirdi. Pakistan toplumu ve medyası radikalleşti. Siyasi İslamcılık, Pakistan ordusunda ve diğer devlet kurumlarında yaygınlaştı. 1980''lerde Hindistan'la yarışan ve nükleer güç sahibi Pakistan, bir daha istikrar yüzü göremedi.

Sığınmacılar için, Birleşmiş Milletler (BM) ve bazı İslam ülkeleri tarafından Pakistan'a önemli bir ekonomik destek sağlandı. Pakistanlı mülteci uzmanı Cavit Sıddıki, ülkedeki mülteciler tarafından organize edilen suçlar ve terör faaliyetleri nedeniyle sosyal hayatın tehdit altına girdiğini belirtti. Sıddıki, mültecilerin Pakistan’da sosyal hayatı zedelediğinin tam olarak farkına varılmasının 30 yıl sürdüğünü söyledi. (Sözcü Gazetesi, 17 Nisan 2022)

Ama artık iş işten geçmişti.




 

Suriye’de Sona Doğru

 

Yakındoğu’da sığınmacılar eliyle bölüp parçalan son ülke Suriye oldu. Suriye'de terör örgütleri eliyle adeta bir terör devletçiği yaratıldı. “Arap Baharı” söylemiyle dalga dalga derinleştirilen karmaşa Tunus, Libya ve Mısır üzerinden Suriye’ye gelip dayandı. Rusya’nın desteğiyle ayakta kalmayı başaran Suriye, bu arbededen derin yara aldı. Nüfusun önemli bir kısmı ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Sığınmacıların önemli bir bölümü Türkiye’ye geldi.     

Quantum Fonu Grubu'nun baş yatırım danışmanı George Soros: “Göçmenler Avrupa ülkelerine gelmesin, çünkü demografik yapıyı bozar ama Türkiye'de kalırlarsa demografik yapıyı bozmazlar, finans desteği sağlanır.” demektedir.

Avrupa Birliği ülkeleri seçerek çok az sayıda Suriyeli aldı, fazla Suriyeli sığınmacı istemiyor. Körfez ülkeleri, Suriyeli sığınmacı kabul etmiyor. Yaklaşık olarak Almanya 532 bin, İsveç 114 bin, Avusturya 53 bin, Kanada 54 bin, Yunanistan 36 bin, ABD 33 bin, Hollanda 33 bin, Danimarka 20 bin, İsviçre 20 bin, İngiltere 20 bin, Fransa 19 bin, Bulgaristan 18 bin Suriyeli sığınmacı kabul etti.

 

Göçmen Sorununun Öteki Yüzü

 


Bodrum'da 14 kişinin bulunduğu fiber teknenin 2 Eylül 2015'te batması sonucu Suriyeli Alan bebeğin de arasında olduğu 5 kişinin ölümüyle sonuçlanan olayda, minik Alan'ın cansız bedeni Akyarlar Mahallesi'ndeki Fenerburnu Sahili'ne vurdu.

Kıyıya vuran cansız bedeniyle dünyayı derinden sarsan Alan bebeğin ölümünün üzerinden yıllar geçse de acısı yüreklerdeki tazeliğini koruyor.

Üzücü olayın ardından basına ve kamuoyuna adı "Aylan bebek" olarak yansıyan Alan bebek, her yıl 2 Eylül'de Fenerburnu Sahili'nde anılıyor.

Alan bebeğin sahile vuran cansız bedeninin görüntüleri, Suriye'deki savaşın korkunç yüzünü bir kez daha ortaya koymuş, uluslararası toplumun da mülteci sorununa dikkatini çekmişti.


 

Sonuç

 

Türkiye, dünyada en çok sığınmacıya ev sahipliği yapan bir ülke durumundadır... Göç İdaresi Başkanlığı’nın açıkladığı resmi verilere göre Türkiye'deki kayıtlı yabancı sayısı toplam 4 milyon 990 bin 663. Aslında ülkemiz göçmenlerin geçici iskân ettiği bir ara konak konumundadır. Esas hedefleri Avrupa’ya göç etmektir. Ancak Batı ülkeleri kendi belirlediği, sınırlı sayıda göçmene izin vermektedir.

Türkiye’nin ise belirlenmiş bir göçmen politikası yoktur. Gelenleri düzenli biçimde iskân etmesi, beklentilerini karşılaması olası değildir.

Bazı çevrelere göre ülkemizde 10 ya da 13 milyon sığınmacı bulunmaktadır. Sınırlarımız kevgire dönmüş, ipini koparan soluğu Türkiye’de almaktadır. Ülkemizde demografik yapı hızla bozulmaya başlamış, Lübnan’da, Pakistan’da yaşanan sürece benzer bir durum yaşanmaktadır.

Kimilerine göre artık Türkiye’nin işgaline dur deme zamanıdır.

Yeni İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın “düzensiz göçle mücadele” ettikleri beyanı, konunun vahametini ortaya koymaktadır.  



 

 

Yararlanılan Kaynaklar:

 

Mülteciler Derneği: https://multeciler.org.tr

Anadolu Ajansı: Gündem, Ali Ballı, 02.09.2021, Göçmen Dramı

Naim Babüroğlu, Göçmen sorunu Türkiye'yi nereye götürür? 15 Mart 2023, Yeniçağ

Atilla D. Yerlikaya, Cive Pakistan, Kırmızı Kedi Yay. 2019

Sahib Ramazanov, Afganistan’da Taliban Yönetimi ve Bölgeye Etkileri (Pakistan Ülke Örneği İncelemesi) (Derleme Çalışması), Son Çağ Yay. 2022

Habbab Çetin Akdeniz, Guantanamo Pakistan, Ark Kitap, 2012

 

 

12.07.2023, Ünyekent