30 Haziran 2021 Çarşamba

Arkeolojik Emperyalizm


Arkeolojik Emperyalizm

 

 Yeni bir emperyalizm türünden söz ediyor.

Aslında yeni sayılmaz...

Arkeoloji biliminin emperyalist emellere alet edilmesi dense, anlayacağız.?*

Ama öyle demiyor...

“ Arkeolojik emperyalizm, bu topraklardan İslâm’ın izlerini siliyor ama biz uyuyoruz yine!” diyerek arkeolojyi de emperyalizmi de kavram karmaşası içine sokuyor.**

Arkeoloji adına yapılan namussuzlukları yazmıyor da doğrudan bir bilimi hedef alıyor.

Uyumuyoruz, hatta uykularımız kaçıyor!

 

****

Önce bir arkeoloji tanımı yaparak giriyor mevzuya...

“Arkeoloji; sona ermiş, bitmiş bir tarihin korunması bilimi olarak kabul edilir.”

Bak buna fazla bir itirazımız yok.

Eksik de olsa, kabul!

Ama bu tanımı inanarak yapmıyor yazarımız, aksine...

“Tam anlamıyla hurafedir bu!” diyor.

“Üstelik de en masumane gözüken çağdaş hurafelerden biri!” diye ekliyor.

Tanımını yaptığı (yahut bir yerden alıntıladığı) arkeoloji kavramını bir kalemde bilim olmaktan çıkarıp hurafe haline getiriyor.

Hurafe kelimesinin sözlük anlamı gerçek ve akıl dışı olan, herhangi bir dayanağı bulunmayandır. Hakikat kelimesiyle zıt anlamlı olan hurafeler, efsaneye ve batıl inançlara dayanır. Özetle; dört ayrı anlamda kullanılabilir:

1- Uydurma, 2- Safsata, 3- Batıl, 4- Efsane.

 

****

“Hurafe” demekle de yetinmiyor yazar; “Arkeoloji, savaşmadan tarih yapmanın en kestirme yoludur.” diyor.

“Tarihi çarpıtmak, tarih imal etmek, arkeolojik hakimiyet aracılığıyla dünyaya hakim olunması...”

“Bu topraklardaki tapu senedimizin elimizden alınması....” diyor.

Sonuç:

“Zihnen Bizans’ın çocukları olduklarını ispat edercesine Müslüman Anadolu kıtasının altını oyuyorlar, her tarafı arkeolojik kazı çöplüğüne dönüştürmüş, gece gündüz demeden, Avrupa Briliği fonlarından fonlanarak, başka şer şebekelerden beslenerek bu toprakların İslâmî tarihini, geçmişini kazıyacak, bu topraklarda bizim işgalci olduğumuzu göstermeye kalkışacak hummalı bir kazı çalışması yürütülüyor ülkenin dört bir tarafında. 600 küsur kazı yürütülüyor el’an ekiplerle Anadolu çapında!”

 

****

En ideolojik bilim dalı, arkeolojidir.

 

En ideolojik tarafından da olsa, arkeolojinin bir “bilim dalı” olduğunu teslim eden yazar, “hurafe” olarak tanımladığı bu bilim dalı aracılığıyla başta İstanbul olmak üzere, Anadolu’nun her tarafının İslâmî köklerinden koparıldığını iddia ediyor.

“İşte bu medeniyetin birikimini, ruhunu, ruh köklerini bir kez daha tarihe gömen, ikinci kez yok eden bir cinayet işleniyor memlekette. Bu topraklardaki tapu senedimizi elimizden alacak, bizi bu topraklardan sürecek yapıları adım adım inşa ediyor birileri arkeolojik kazı numaralarıyla…”

Şimdi kalkıp bu köşe yazarını, arkeoloji eğitimi veren üniversitelerden birine davet ederek; “Arkeoloji nedir, neden yapılır?” türünden bir eğitime tabi tutsak, değişen bir şey olur mu? Anadolu’nun muhtelif yerlerinde arkeolojik kazı yapan, bu eserleri dünyaca tanınmış müzelerimizde sergileyen bilim insanlarımızla buluştursak, düşünce tarzı değişir mi?

Hiç sanmıyorum.

Benzer şekilde düşünen düzinelerce insan tanıyorum.

Bir tanesi de bir esnaf arkadaşımın babasıydı.Ünye’de restore edilen tarihi evleri yazdığımız bir dönemde, bize öğütte bulunmuştu:

“Yazmayın bu eski evlerle alakalı!” demişti.

Biz bu tarihi evlerle ilgili yazıyoruz ve restore edilmelerini öneriyoruz ya, tutup bu memleketten giden Rumlar bu evleri geri isteyebilirlermiş.

O daha reel bakıyor meseleye; işe İslâmi mülahazaları katmadan, mülkiyet açısından bakıyor... Mübadele yıllarını kastederek; “Biz de Evlad-ı Fatihan’ın bırakıp geldiği yerleri isteriz!” demiştim.

Evet öyle yaparız...

Yüreğinizi ferah tutun, hiç kimse tapulu arazilerimiz üzerinde hak iddia edemez!

İslâm’ı da içimizdeki çakma dincilerden başkası zaafa uğratamaz!

Bu uyarı da benden olsun!   

 

 

[*] 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında, Osmanlı’nın elindeki tarihi eserlerin talan edilmesini, bizzat Saray’ın talimatıyla Avrupa’ya taşınmasını örnek verirsek durum daha iyi anlaşılır. Ardından toprak kaybını içeren Arap kalkışması, Arkeolog Gertrude Bell ve Thomas Edward Lawrence’in (Arabistanlı Lawrence) fonksiyonlarıyla süreç devam etmiştir. Günümüzde Irak’ın tarihi eserlerinin ABD işgalcilerince talan edilmesi, sürecin devamını gösteren somut örneklerdir.

[**] 25.06.2021, Yusuf Kaplan, Yeni Şafak

 

 Ünyekent, 30.06.2021

http://www.unyekent.com/yazi/2482-arkeolojik-emperyalizm.html

 


 

23 Haziran 2021 Çarşamba

2040 Yılında Ünye


2040 Yılında Ünye

 

 

“Hayallerinizin peşinden gidin” diyor Albert Einstein

 

Eski milletvekilimiz Sayın Mustafa Hasan Öz’ün “2040 Kar Tanelerinden Gökkuşağına Yeni Bir Dünya” adlı kitabını elime alınca ünlü bilim insanının bu sözlerini anımsadım.

 

"Benim özel bir yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım" demektedir Einstein…

“Hayal gücü her şeydir. Sizi bekleyen güzelliklerin ön izlemesi gibidir. Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Zekanın gerçek göstergesi hayal gücüdür, bilgi değil…”

 

Einstein’dan sonra aklıma gelen ikinci isim Thomas More oldu…

Roman tarzında yazdığı "Utopia" adlı eserinde More ütopik (hayali) bir toplum tasarımı ortaya koyar. Bu toplulukta  “özel mülkiyet” yasaklanmıştır. Herkes toplum adına üretir. Para geçerli değildir. Üretilenlerden herkes ihtiyacı kadar alır. Topluluğun üyeleri günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını ise sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler. Aslında More bu modeli Platon’dan esinlenerek geliştirmiştir. Yöneticiler, Platon’un ideal devletindeki gibi sıkı bir eğitimden geçmiştirler. İngiliz Lordlar Kamarasının varlıklı bir üyesi olan More, romanında yazdığı bu hayali toplum modelini gerçekleştireceği bir ada oluşturur.

Tüm bu olayların geçtiği dönem, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden yaklaşık 60 yıl sonraya rastlar.

 

Benzer bir toplum modelinden İslam Bilgini Farabi 500 yıl önce bahsetmiştir: “El-Medinetü'l Fazıla” yani Erdemli Toplum adını verdiği kitapta erdemli yöneticilerle tasarlanan adaletli bir toplumdan söz edilmektedir. O toplumda zorbalık ve ihtişam (gösteriş) yerine tüm topluluğun mutluluğu esas alınmıştır.

 

İnanan Başarır

 

Sayın Öz, 2040 adlı kitapta içindeki cevheri keşfeden insanın hedefini belirleyip plan ortaya koymasını ve inanıp gereğini yaptığı takdirde başarıya ulaşacağını söylüyor.

Bunun için Ünye’de olan bitenleri, şimdiye kadar yapılanları rehber gösteriyor.

Aslında More’un Ütopyasındaki gibi hayali bir Ünye resmi çizmiyor.

Gözünüzü 2040 yılında açtığınızda Ünye’de bunları göreceksiniz demiyor.

Var olanları ve olması gerekenleri irdeliyor sadece…

Ve bunu siyah-beyaz demeden, şuncu-buncu ayırımı yapmadan tüm Ünyeli vatandaşların katılımıyla gerçeklik kazanabileceğini vurguluyor.

Ünye’den verdiği örnekler “kar taneleri gibi birbirine zarar vermeden yol alan, gökkuşağı gibi bütün renklerin bir araya geldiği” Ünyelilerden oluşuyor.

Kitabın içinde Ünye’ye dair ne arasanız –hemen hemen hepsi- var.

Eksik kalan yerler mutlaka olacaktır.

Onu da benzer eserlerin mevcudiyetiyle ve benzer çabalarla tamamlamak gerekecek.

Ünye’nin ortak katılımı, ortaklaşa bir ruh anlayışının mevcudiyetinden söz edilmiş kitapta.

Bu nedenle Mustafa Hasan Öz, büyük emek verdiği eserine kendi adını koymamış.

“Ünyeliler Yazdı” demiş.

Israrlara rağmen, tanıtımını yaptığı gün kitaba imzasını atarak vermekten imtina etti…

“Atacaksa bütün Ünyeliler bu kitabın kapağına imza atmalı” dedi.

 

Gerçekten de yıllardır bu çalışmanın içindeydi.

“Başarıların Romanı” alt başlığıyla verdiği böyle bir kitabın ortaya çıkacağından haberdardık. Tam içeriğini bilmesek de, içinde barındırdığı konuların nasıl toplandığından, bir araya getirildiğinden haberimiz olmuştu.

Nasıl olmasın? Ünye’ye ilişkin her ne yapıldıysa, yapılması planlandıysa Sayın Öz’ün 2040 adlı çalışmasında gördük.

Umarız bu çalışma yeni yeni faaliyetlerin, projelerin, hamlelerin habercisi olur.

Kalınan yerden Ünye’yi 2040’lara taşımaya devam ederiz.

 

 23.06.2021, Ünyekent

http://www.unyekent.com/yazi/2466-2040-yilinda-unye.html

 




 

16 Haziran 2021 Çarşamba

Müzelerimiz


Müzelerimiz

 

 

Yıl 1991’di.

Uzun bir aradan sonra yeniden Ankara’daydım.

Şimdi aramızda olmayan, sonsuzluğa uğurladığımız sevgili Nurver kardeşim ve eşi Vedat’la birlikte Ankara sokaklarında dolaşıyoruz.

Daha çok tarihi yerlere uğruyoruz.

Ankara Kalesi’nde mola veriyoruz.

ANAP dönemi, ses düzencisi Zengel, Kale’den bir konak kiralayıp aşevine dönüştürmüş. Otantik Anadolu yemekleri servis ediyor. Konak müze gibi, yer yer Özallların atribüleri (simgesel eşya, ikon, resim yahut heykel) konağın odalarına serpiştirilmiş.

Zengel Paşa Konağı adını verdiği bu konak, Zengel’in ardından (iki dönem sonra) mirasçılarının elinden geri alınacaktı.

Başka paydaşlar türemişti anlaşılan.

 

****

Neyse konak öyküsünü burada sonlandıralım.

Oturup bir şeyler yedikten sonra oradan ayrılıyoruz.

Asıl anlatmak istediğimiz mekana doğru ilerliyoruz.

Kale’nin eteğindeki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne giriyoruz.

İstanbul Arkeoloji Müzesi gibi ülkemizin en önemli müzelerinden birindeyiz.

Geniş bir zaman diliminde müzeyi geziyoruz.

Eserler geldikleri yerlere göre tasnif edilmiş, şimdiki gibi kronolojiye göre düzenlenmemiş.

Haliyle Orta Karadeniz Bölümü’nde daha dikkatliyiz.

O da ne?

Ünye’den gümüş bir tas…

Kimmer’lere ait bu eser MÖ. 6. Yüzyıla tarihlenmiş.

Üzerindeki fil figürleri biraz da Doğu esintisi taşıyor.

O nedenle Kimmer-Med stili diye nitelendiriliyor.

Ünye yerleşiminde üretilmemişse bile, buradan geçenlerin yahut konaklayanların bir buluntusu.

 

****

Bu güzel ziyaretin ardından müzeden çıkıyoruz.

Girişte bir meyve ağacı önünde sohbet ederken, ağacın yeşil meyvesi dikkatimizi çekiyor.

“Bu nedir?” demeye kalmadan Nurver meyveyi koparıyor.

Tam yanımızdan müzeye gitmekte olan biri cevaplıyor sorumuzu.

“Bu yaban elması” diyor.

“Koparmasaydınız olgunlaşıp tatlı bir meyveye dönüşecekti,” diyecek oluyor.

Nurver’in karnı burnunda, Gülce’ye hamile…

Durumu görüp, “koparmasaydınız” kısmını es geçiyor.

Meyveyle ve müzeyle ilgili bilgiler aktarıyor.

Müze’de önemli bir görevde olduğunu anlıyoruz.

Teşekkür edip ayrılıyoruz.

 

****

Ankara’ya yolum düştüğünde çoğunlukla Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne uğrarım.

Son dönemde çevre restorasyon ve sokak iyileştirmeleriyle tarihi bir dokuya kavuştu.

Koç Müzesi’nin de açılışıyla Ankara’nın bu yöresi “gezilesi” yerler arasına girdi.

Ve ben Anadolu Medeniyetleri Müzesine her gidişimde Ünye’den getirilen Kimmer Tasını arar dururum, bulamam.

Görevlilere sorarım, nerede diye?

“Depodadır, dönüşümlü sergileniyor!” cevabını alırım.

(Kimmer Tasını müzede bulamadım ama yıllar sonra 19 Mayıs Üniversitesi’nin Arkeoloji merdivenlerini arşınlarken, Akurgal’ın Anadolu Uygarlıkları kitabında buldum. Ekrem Akurgal’ın kitabında tam sayfa; Levha 59. Sayfa 570. Ünye Gümüş tas, şekil, 239, Kimmer-Med stili-Akurgal, Antike Kunst 10, 1967- Anadolu Medeniyetleri Müzesi.)

Bir iki üç derken, hiç mi denk gelmez bana bu dönüşümlü sergileme…

Son gidişimde “Beni esas görevliyle görüştürün!” dedim.

Kararlıyım, Kimmer Tası’nın akıbetini öğreneceğim.

Uşak Müzesindeki Kroisos’un (Karun diye bilinir) Deniz Atı Broşu gibi iç edilmesin!

Ne yazık ki beni “esas” görevliyle buluşturamadılar.

Toplantıymış, üst katta uluslararası bir konferanstaymış.

İçeriye sadece davetliler alınıyormuş.

 

Araya Pandemi girince Müze ziyaretlerimiz şimdilik ertelendi.

Ama bilin ki Anadolu Medeniyetleri Müzesi görevlileri…

Ünye’den alıp müzenizde sergilediğiniz ve yıllardır teşhir stantlarınızda bulamadığım Kimmer Tası’nın takipçisiyim.

Onu bir yerlerden bulup çıkaracaksınız ortaya!   

 

 

16.06.2001,Ünyekent

http://www.unyekent.com/yazi/2453-muzelerimiz.html


 

9 Haziran 2021 Çarşamba

Ak-lanmak...

 

Ak-lanmak...

  

“İktidarlar arınarak güçlenir” denir ya, aynen öyle…

İçindeki ayrık otlarını ayıklaması gerekir.

Böylelikle temizlenir iktidarlar, aklanır.

Bizde de öyle oluyor.

Malum, bir dizi SP videoları yayınlandı, halen yayınlanmakta…

Anında bir hareketlenme oldu…

Bir dönemin eski Elazığ milletvekili ve İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, marinadaki görevinden istifa etti!

Ardından, halen Ak Parti milletvekili olan oğlu da -biraz gecikmeli de olsa- marina yönetiminden istifa etti.

Bunu bir “ak-lanma” başlangıcı saymak gerekir.

Ağar zaten deşifre bir unsur.

Geçmişi iç açıcı değil, göstermelik de olsa hapis yatmış.

Sonra günümüz iktidarıyla bağlantılara girmiş.

Şimdi hangi bağlantıları var?

Sedat Peker’in “Derin Mehmet” dediği eski bakanın konumu tam olarak bilinmiyor.

Tıpkı adaşı Mehmet Eymür gibi.

Korkut Eken gibi.

Abdullah Çatlı gibi.

“Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım gibi.

Binbaşı Ersever gibi.

 

****

Örnekleri çoğaltmak mümkün…

Alaattin Çakıcı, Muhsin Yazıcıoğlu, Doğan Yıldırım, Mehmet Ali Ağca, Abuzer Uğurlu, Nasrullah Ayan, Şemsi Özkan, Fuat Turgut vb.

Saymakla bitmez.

Kimi hayatta, kimi öldü…

Kiminin ise hayatta olup olmadığı bile belli değil.

Örneğin “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım…

Yaşıyor mu, öldü mü, öldürüldü mü?

Öldüyse cesedi ne oldu, bilinmiyor.

Kaç kişiyi öldürdü mü, neden öldürdü belli değil.

Yeşil’e emri kim veriyor, tam bir muamma…

 

****

Bu öykünün başı yok, sonu yok…

Kirlenme ne zaman başladı, kestirmek zor.

Bir dolu isim var dolaşıp dönüyor piyasada…

Kimi isimler gider, başkaları gelir.

Durumlar aynı.

Arınma nasıl olacak?

İktidar temizlenebilecek mi bu durumdan…

Bu saydığımız isimler olmadan, temiz bir iktidar kurulabilecek mi?

Onun özlemi içindeyiz işte.

Temiz bir toplum.

Temiz bir yönetim.

****

Toplumsal yapı temiz değilse, yönetimin temiz olması beklenemez.

Geçenlerde eski bir siyaset bilimciye sordum:

“Bu hep böyle sürüp gidecek mi?” diye.

 

Ne yapmalıyız?

 

Eğitime işaret etti öncelikle…

Eğitim düzelmedikçe, toplumu düzeltemeyiz.

Bu tür iktidarlarla yönetilmeye mahkum kalırız.

  

http://www.unyekent.com/yazi/2435-ak-lanmak.html

09.06.2021, Ünyekent

2 Haziran 2021 Çarşamba

KUDÜS... EY KUDÜS


KUDÜS... EY KUDÜS

 

 

 

İki efsane gazetecinin, Larry Collins ve Dominique Lapierre’in 1972’de birlikte yazıp yayınladığı bir kitap…

Halen raflarda “en çok satanlar” listesinde yerini muhafaza etmektedir.

Kitap, ilk bölümünü Kutsal toprakların paylaşılmasına (29 Kasım 1947) ayırıyor:

 

“14 Mart 1948 günüydü. O gün İngilizlerin Filistin’den ayrıldıklarını, Yahudilerin İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan ettiklerini, Arapların savaşa girdiklerini gördü. Bir ihtilaf Kutsal Toprağı alevlere boğacak ve alevler bir daha da sönmeyecekti.”[*]

 

İsrail son yıllarda Doğu Kudüs’ün Filistinli nüfusunu kademeli bir şekilde yerinden ederek yerine Musevi göçmenleri yerleştiriyor.

Giderek yaygınlaşan bu uygulama, Şeyh Jerrah adlı mahallede patlak verdi.

Bu mahallenin bir başka özelliği daha var.

Osmanlı döneminde Musevi göçmenlere satılan topraklar üzerinde bina edildiği iddia edilmektedir. Yani Musevilerin satın alarak yerleştikleri ilk Filistin toprağı…

Ancak 1948 yılında Doğu Kudüs Ürdün tarafından işgal ediliyor ve Museviler orayı terk etmek zorunda kalıyor.

1967’de, Altı Gün Savaşları[**] sırasında İsrail Doğu Kudüs’ü ele geçiriyor.

Sonrası malum.

İsrailliler yavaş yavaş bölgeye geri dönmeye başlıyor.

İşte Filistin’de süreç yeni bir evreye bu biçimde giriyor…

 

****

Bu sorun İsrail Yüksek Mahkemesinde de görüşülüyor.

Mahkemeden nasıl bir sonuç çıkacağını tahmin etmek zor değil.

Ulu Hakan’ın saltanatına denk gelen dönemde, Osmanlı’nın Musevi göçmenlere toprak satmadığı kanaati de bu vesileyle “belgeleriyle” ortaya konmuş oluyor.

Şeyh Jerrah olayı, sadece güncel politikaları değil, bizim tarihimizi de etkiliyor.

Filistinliler durumu protesto etmek amacıyla her iki din için kutsal bir bölge olan Mescid-i Aksa’da gösterileriler düzenliyor.

İsrail güvenlik kuvvetleri, Filistinlilerin bu gösterilerini her defasında orantısız güç kullanarak bastırıyor.

Yetmezmiş gibi, çeşitli bahanelerle kutsal meclise postallarıyla girip tahriklerde bulunuyor.

Son olaylarda, şiddetin dozu daha da artıyor.

Hamas, Gazze şeridinden İsrail topraklarına yıllardan beri görülmemiş şiddetle füze saldırısında bulunuyor.

Bu füzeler kısa menzilli ve basit olmalarına karşın kolay üretilebilen türden.

Bu nedenle binlerce Hamas füzesi İsrail yerleşimlerine yağıyor.

İsrail’in “Demir Kubbe” adındaki füzesavar sistemi, Hamas’ın bu füzelerini havada etkisiz hale getiriyor.

Sadece bir kaçının hedefe ulaştığı ve onların da çok az zayiata yol açtığı belitiliyor.

 

****

Gazze’den fırlatılan Hamas füzeleri sivil yerleşim merkezlerinden fırlatılıyor.

Hastane, okul gibi binaların kalkan olarak kullanılmasına karşılık İsrail de bu mevzilere kadın-çocuk ayrımı yapmadan şiddetle cevap veriyor.

Böylece çoğu çocuk 253 kişinin ölümüne yol açıyor.

10 gün sonra ABD- Mısır ve Katar’ın araya girmesiyle ateşkes sağlanıyor.

Maalesef bu durum Filistin’de sıkça yaşanıyor.

Her geçen gün İsrail şiddetini artırarak, daha fazla can almaya başlıyor.

Filistin cephesinde ise mevcut kayıplara rağmen Hamas tarafından zafer ilan ediliyor.

Hamas, Gazze bölgesinde yaşanan önemli zayiata bakmıyor ve kendi insanlarının hayatına fazla önem vermiyor.

Hamas, İsrail’e önemli bir ders verdiği kanaatinde.

Bölgede gücünü bir kez daha göstermiştir. 

Hatta bazı batı ülkelerinde sempati kazanmıştır.

Ateşkes pazarlığını yürüten Mısır ve Katar ise, son olayların en etkili tarafını oluşturuyor.

Her zamanki gibi ABD’nin ateşkes çağrısı birkaç saat içinde etkili oluyor ve bölgede geçici de olsa “barış” sağlanıyor.

ABD’nin bu çağrısı, işbirliği içinde olduğu Mısır ve Katar aracılığı ile “barışı” gerçekleştirmesi bize şu deyişi hatırlatıyor.

“Filistin’de yeni bir şey yok!”

 

 

 

[*] Larry Collins, Dominique La Pierre, KUDÜS... EY KUDÜS, Editör Can Uyar, Çeviri Aydın Emeç, s. 14, 1. Baskı, E Yayınları, 1973, İstanbul

[**] Altı Gün Savaşı, diğer adıyla 1967 Arap-İsrail Savaşı, Üçüncü Arap-İsrail Savaşı, Altı Günün Savaşı veya Haziran Savaşı, 5 Haziran 1967 Pazartesi, İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır. Savaşın sonunda İsrail; Mısır'dan Sina Yarımadası'nı, Suriye'den Golan Tepelerini ve Filistin'in Gazze Şeridi ile Batı Şeria topraklarını alarak mevcut topraklarını dört katına çıkarmıştır.

 

 

 

ÜNYEKENT, 02.06.2021

http://www.unyekent.com/yazi/2419-kudus-ey-kudus.html