15 Ocak 2008 Salı

O güzel insanlar, o güzel kağnılara binip gittiler. Şimdi meydanlar boş, varoşlar, dağ başları... Kimin nesisin ey dünya, ey kainat, ey kavga!!!


S O N K A Ğ N I L A R

Bir fotoğrafa rastlamıştım aylar önce, altında “Mustafa Kemal’in Kağnısı” yazıyordu. Devamında şiir’in kendisi, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya ait …

Siyah beyaz fotoğraftaki o görüntü bir kağnıya ait değildi. Yaylı tabir edilen at arabasıydı. Olsun, gene de amaç hedefine ulaşmış, çağrışım yerini bulmuştu.

Yıllar önce kulaklarımızın pasını gideren kağnı tekerleklerinin gacırtısı çocukluk anılarımızla birlikte belleklerimizden silinip gitti... Taşıma aracı olarak kullanılan bu aygıtların yerini daha modernleri aldı.

Cephane taşıyan kadınlar, işte bu taşıma araçlarını kullanmışlardı. Yalnızca yük ve insan değil, cepheye umut taşımışlardı.

Şimdi hiçbiri kullanılmıyor. Tedavülden kalkmış para gibi değersizler. Yahut “arkaik”; bu nedenle bulunması zor antik eserlerden sayılıyorlar.

Belleğimi zorladım, sanki birkaç yıl önce Ünye eski iskelenin başına dikilen sergen (ambar, ya da bizdeki tabiriyle “hambar”) gibi, kaldırımın kenarına serpiştirilmiş irili ufaklı kağnı arabaları vardı. Birileri kağnıları oradan aldı. Kim aldı, nereye götürdü, ne yaptı bilmiyoruz? Fazla net olmamakla birlikte belleğimde oldukça yeni bir görüntü olarak bir ya da iki kağnı silueti kalmış.

Gördüğüm fotoğraf, belleğimi tazeledi. Ünye’de kağnı arayışına girdim. Bulmam fazla zamanımı almadı. Meğer burnumun ucundaymış. Evimin tam karşısında sahildeki Yüzüncü Yıl Parkının bir köşesinde, yeşilliklerin içindeymiş. Penceremden dikkatlice baksam, görebileceğim kadar gözümün önünde. Sabah tatlı bir çiseyle birlikte inip parkın bir köşesindeki kağnıları buldum.



Neredeyse kalbura dönmüş kağnılardan biri biraz daha sağlamdı. Galiba yakın bir döneme ait… Diğeri, “yekpare meşeden tekerlekli olan”, yani cepheye mermi taşıyan kağnı daha kötü durumdaydı. Üstüne üstlük, üzerine ıslak bir paspas bırakılmıştı. Kaldırıp bir kenara koydum . Çürüyüp dökülen, dağılan bazı aksamlarını yerine oturtmaya çalışarak kağnıyı fotoğrafladım. Tekerlekleri, dingili ve iki kenar desteği dışında fazla bir aksamı kalmamıştı. Kenar desteklerinden biri iyice çürümüş, diğer yarısı dağılıp gitmişti.

Bu kış Ünye’nin yağmurlarına direnecek gücü kalmamış gibi görünüyordu.

Şimdi pencereden her baktığımda onu daha iyi görebiliyorum… Ağaçlar yapraklarını döktükçe, önüme daha bir açıklıkla seriliyor, varlığını daha yakından hissediyorum. Her geçen gün biraz daha parçalanıp dağıldığına tanık olarak...

Ünye’nin son kağnıları, alıp getirildiği yerde üretimin önemli bir faktörüyken, şimdi Yüzüncü Yıl Parkı’nın fırınında yakılacağı günleri bekliyor.

Bir zamanlar “Mustafa Kemal’in Kağnısı” olarak Dağlarca’nın dizelerinde şiirleşen kağnı, bir başka şairin dizelerinde Kurtuluş Savaşımızın destanını oluşturuyordu.

Ve yıllar öncesine, Bornova’daki bir eve gidiyorum. Metin Aydoğan’la bir uzunçalardan dinliyoruz. Ruhi Su söylüyor…

“Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine”

Hiçbir zaman hiçbir menzile erişmeyecekmiş gibi görünen koyu umutsuzluk günlerinde, büyük bir özveriyle, kanı ve canı pahasına bu vatanı kurtaranları ve Cumhuriyet'i kuranları saygıyla, şükranla anıyoruz..


Ahmet Derya Varilci
29 Ekim 2007