Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - II
Anadolu’nun her tarihsel döneminde karşılaşıldığı üzere üzerinde
yaşayan kavimler mutlaka bir iz bırakmıştır. Doğu Roma Döneminde de (395-1453)
“Bizans” adı verilen uygarlığın izleri görülmektedir.
Geç Antik Çağ’ın ürünü olan bu eserler oldukça “yeni”
sayılsalar da zaman içinde gerek doğal afetler, gerekse insan eli ile hasar
görmüşlerdir. Bu kalıntılardan kimisi korunmuş, kimileri de ihmal edilmiştir.
Bazıları ise bilinçli tahribe uğramış hatta yerle bir edilmiştir.[1]
Halbuki bu eserler tarihin gölgesinde gün ışığına çıkarılmayı bekleyen
birer hazine niteliğindedir. Gerek inanç turizmi gerekse kültür turizmi
açısından değerleri büyüktür.
Doğu Roma Eserleri, Kazı ve Restorasyonlar
Anadolu’nun hemen her yerinde Doğu Roma eserlerine rastlamak
mümkündür. Bizans İmparatorluğunun bin yıla yakın hüküm sürdüğü bu topraklar
sadece kültür turizmi açısından değil Hristiyanlık için de önemli bir inanç
destinasyonudur.[2]
Uluslararası örgütler ve bilim dünyasının desteğiyle Doğu Roma
eserleri koruma altına alınmış ve restore edilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla bu
eserlerin ortaya çıkarılışı öncelikle yüzey araştırmaları (surway) ve
arkeolojik kazılar sayesinde gerçekleşmektedir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlayan ve resmi bir eğilim
olarak yoğunlaşan kazıların önemli bir kısmı Doğu Roma eserlerine
yöneliktir. Almanya’daki eğitiminin
ardından İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde görev yaptığı yıllarda A. Müfid Mansel bu amaçla 1930’da
İstanbul Laleli’deki Balabanağa Mescidi’nde ülkemizde Türklerin ilk Bizans kazısını gerçekleştirmiştir. Osmanlı döneminde
mescide dönüştürülmüş bu Bizans mauseleiumu zamanla metruk bir yapı olmuş ve
yeni kent planlaması yapılırken de kazılmış ama korunamamıştı. İstanbul
Arkeoloji Müzesi müdürü Aziz Ogan
(1888-1956) ve müdür yardımcısı A. M. Mansel’in 1938-1941 yıllarında
gerçekleştirdikleri Küçükçekmece’deki Rhegion çok daha önemli Bizans kazısı olmuştur.
Bu kazıları 1950’de İstanbul Adliye sarayı inşaatı için yapılan hafriyat
çalışmaları ile İstanbul Adliye Sarayı kazıları izledi.[3]
Atatürk ve Arkeoloji
Türkiye’de arkeolojik kazılar müzecilerin işiydi. Cumhuriyet
öncesinin bir geleneği olarak Osman Hamdi Bey’e (1842-1910) kadar dayanan bu
kazıların asıl amacı Cumhuriyet’in ilk yıllarında öncelikle Anadolu’nun Türk
geçmişini araştırmak üzere yapılan işler kapsamındaydı. Bizans eserleri, bu çalışmalarda
daha çok yapılar ve çevre düzenlemeleri vesilesiyle dahil olmuşlardı. Devlet
eliyle yürütülen bu çalışmalar önceleri Maarif Vekaletinin Eski Eserler
Müdürlüğü veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına yapıldı. Günümüzde de 2863 sayılı
yasaya göre tüm eski eserler Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı sorumluluğundadır
ve devlet izniyle akademisyenlerce sürdürülen arkeolojik kazıların yanında
müzeler benzer kurtarma çalışmalarına devam etmektedirler.[4]
Cumhuriyet tarihinin ilk Bizans araştırmaları da Semavi Eyice’nin
ayrıntıyla ele aldığı üzere müzeci arkeologlar tarafından yapılmıştır.[5]
İlk kazı İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde görev yaptığı yıllarda A. Müfid Mansel tarafından 1930’da
İstanbul Laleli’deki Balabanağa Mescidi’nde gerçekleştirildi. Cumhuriyet
Yıllarının İlk Arkeoloğu Prof. Dr. Arif Müfit Mansel ile ilk müze müdürlerinden
Feridun Dirimtekin, Aziz Ogan, Rüstem Duyuran’ın Bizans İşleri, tüm bu
çalışmalar Bizans yapılarıyla kalıntılarının belgelenmeleri açısından önemliydi
ama Semavi Eyice’ye göre, müzecilerin ellerindeki dokümanlara rağmen konuya
hâkim olmadıklarından yeterince bilimsel çalışmalara dönüşmemişti. Arkeolojinin
üniversitelerde bir bilim dalı olarak kurulup gelişmesi ve sistemli kazılarla
araştırılması ancak Atatürk’ün talimatı ve yönlendirmesiyle gerçekleşti.
Prof. Dr. Tahsin Özgüç’ün
dediği gibi Atatürk’ün Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarına bizzat katılması ve
ona yaptığı maddi ve manevi desteğin anlamı büyüktür. Bugün Türkiye'nin bir arkeoloji laboratuvarı
haline gelmesi Mustafa Kemal Atatürk’ün tarihe ve arkeolojiye olan derin
ilgisi, verdiği değerin ve kurduğu temelin bir sonucudur.[6]
Atatürk’ün direktifi ve kişisel bütçesiyle başlatılan Alaca Höyük Kazısı Cumhuriyet tarihinin
ilk kazısıydı.[7]
Bunu diğer kazılar izledi. Bir yandan yeni müze açılışları gerçekleştirilirken
diğer yandan maarif sorunlarının incelenmesi için “Heyet-i İlmiye” kuruldu. Kazı, araştırma ve sondaj hakkı Hars Müdürlüğüne verildi. Hars Dairesi
doğrudan Milli Eğitime bağlıydı ve o dönem itibariyle arkeolojik araştırmalar
bilim camiasına devredilmiş oluyordu.
Atatürk’ün konuya ne kadar önem verdiği, Ahlatlıbel ve Bergama
gibi ören yerleri ziyaretlerinden anlaşılmaktadır. 1933’te Ankara’ya 18 km
uzaklıktaki Yalıncak köyü yakınlarında Ahlatlıbel kazı yerine giden Atatürk orada
incelemelerde bulunmuştur. Ressam Şeref Akdik
de Atatürk’ün Türk arkeolojisiyle olan bu anısını resmetmiştir.
Atatürk, yakından
izlediği ve teşvik ettiği kazıları TBMM kürsüsünde dile getirirken bu işin
kolay olmadığını da vurgulamıştır.
“Yurt içindeki kazılar ve
ortaya çıkarılan eserler bütün ilim dünyasına kültürel vazifesini ifaya
başlamıştır. Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık
kalmazsa değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
Devam edecek: Anadolu’daki Bizans Eserleri
Kaynaklar:
Mansel, A. Müfid. 1936,
“Balaban Ağa Mescidi Hafriyatı 1930”, Türk Arkeoloji Dergisi, 3
Mercangöz, Zeynep. 2023, Türkiye’de
Bizans Sanatı Araştırmalarının Yüzyılı, NEU Yay.
Eyice, Semavi, 1973, Türkiye’de Bizans Sanatı Araştırmaları, İst.
Edebiyat Fak. Yay
Özgüç, Tahsin 1982 “Atatürk and Archeology”, 100. yıl Albümü, New York,
Inc. p. 123-129.
[1] Yaşanmış
bir Karedeniz öyküsüdür; ilçe kaymakamı ve
belediye başkanı, kendilerine özel olarak getirilen iskemlelere
oturarak, bir kilisesinin patlayıcılarla havaya uçurulmasını izlemişlerdir.
Bunun bir örneği de nispeten daha yakın bir tarihte Fatsa’da yaşanmıştır. (Bkz.
bir sonraki bölüm: Güven Bayar paylaşımı.)
[2] Bu
konuda kural genellikle şöyle işlemektedir: Yaşanan topraklarda bir önceki
dönem egemen olan insanlar “azınlık” durumuna düşünce, kültürleri silinmekte ve
tapınakları yok edilmektedir. Balkanlarda Türklerin başına gelen bu duruma benzer
bir uygulama bir dönem Anadolu’da Gayrimüslimler üzerinde cereyan etmiştir.
Ahalinin tavrı gibi başlayan bu eğilim bazen resmi bir uygulamaya
dönüşebilmektedir.
[3] A. Müfid
Mansel, “Balaban Ağa Mescidi Hafriyatı 1930”, Türk Arkeoloji Dergisi, 3, 1936,
s. 49-74.
[4]
Mercangöz, 2023; 82
[5] Eyice,
1973; 382
[6] Özgüç,
1982; 123
[7] Alacahöyük,
bilim âlemine ilk kez 1835 yılında İngiliz W.C. Hamilton tarafından
tanıtılmıştır. Höyük'te gerçek anlamda ilk sistemli kazılar, Cumhuriyet Döneminde
Atatürk tarafından başlatılmıştır. 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adına Hamit
Zübeyr Koşay, Remzi Oğuz Arık ve Mahmut Akok’un gerçekleştirdiği ilk kazı
çalışmaları 1983 yılına kadar sürdürülmüştür. Bu tarihten itibaren ara verilen
kazılara 1996 yılında Prof. Dr. Aykut Çınaroğlu tarafından tekrar başlanmış
olup 3 yıl aradan sonra 2021 yılında
Prof. Dr. Tayfun YILDIRIM tarafından devam ettirilmektedir. 1931 yılında Türk Tarih Kurumu’nu kuran
Atatürk, Ankara’da Ahlatlıbel kazısını yaptırdıktan sonra, Alaca Höyük’te de
kazı yapılmasını istedi. İlk kazı mevsiminde kendi cebinden 3.000 lirayı Afet
İnan’a vererek, kazı giderlerinin karşılanmasını sağladı. Türkiye’nin ilk milli
kazısı olan Alaca Höyük’teki çalışmalar, Türk Tarih Kurumu adına Hamit Zübeyr
Koşay ve Remzi Oğuz Arık tarafından başlatıldı. 1935 yılından 1983 yılına kadar
kesintisiz bir şekilde sürdürülen kazılarda, Bakır-Taş Çağından Osmanlı
dönemine kadar dört ayrı kültür evresinden kalma 14 yerleşim tespit edildi.
Günümüzde birçok kuruluşun simgesi olan güneş kursları da Alaca Höyük’teki
kazılarda çıkartıldı. (Kaynak: Çorum İl Kültür Müdürlüğü)