29 Aralık 2021 Çarşamba

Türkiye Cumhuriyeti ve Türkçülük Akımı


Türkiye Cumhuriyeti ve Türkçülük Akımı

  

Türkiye Cumhuriyeti’ne giden yol, bir anlamda Türklerin yeniden doğuşudur. Günümüzden yüz yıl önce yaşananlar sadece emperyalist boyunduruğa karşı bir kalkışma değil, kültürel anlamda bir ulusun da var oluş biçimidir. Bu nedenle Osmanlı’nın son dönemini ve ardından yaşanan Cumhuriyet devrimlerini aynı sürecin bir parçası olarak görmek gerekir.

Bu tarihi dönemde yaşananların hiç biri bir gecede olup bitmedi. “Harf devrimi” dâhil pek çok yeniliğin kökeni II. Abdülhamit Dönemi’ne, hatta daha öncesine dayanır.

Türklük, Türkleşme ve çağdaşlaşma da öyle…

Bu anlamda insanların bir gecede değişime zorlandığını savunmak, okur yazar olmaktan alıkonduğunu ileri sürmek, tarihsel gerçeklerle bağdaşmaz.

İlber Ortaylı’nın deyimiyle söylersek; “cahillik”tir.

 

Türk Olmak

 

Anadolu, tarih öncesi dönemden başlayarak yüzlerce kavime yurt olmuştur. Bugün sadece arkeolojik kazılardan elde edilen bulgular ve yazılı belgeler bile bu coğrafyada etnik-kültürel zenginliğin vardığı noktayı göstermeye yeter. Olayı yalnızca ırksal temelde ele almak ve Türklük açısından değerlendirmek, bizi içinde bulunduğumuz sosyal yapıdan soyutlar. Buna karşın, Halide Edip’in dediği gibi Türk’ün ateşle imtihanını yaşadığı bir var oluşu da anlamak gerekir.

Türk olmak, ırksal bakış açısıyla fazla bir içerik taşımaz.

Türkçülük akımının öncüleri de bu gerçeği görmüşlerdir.

Akımın öncülerinden Yusuf Akçura “Türk”ü şöyle tarif eder:

 “‘Türkler’ dediğimiz zaman, etnografya, filolocya ve târih müntesiplerinin bazan “Türk-Tatar”, bazan “Türk-Tatar-Moğol” diye yâd ettikleri bir ırktan gelme, âdetleri, dilleri birbirine pek yakın, târihî hayatları birbirine karışmış olan kavim ve kabîlelerin mecmû’unu [toplamını] murâd ediyoruz.”

(Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihi, Ötüken Yayınları, 2016, s. 15 )

Yusuf Akçura  2 Aralık 1876’da Moskova’nın doğusundaki Ulyanovsk’ta (eski adıyla Simbir) dünyaya geldi. Kazan’a göç etmiş Kırım Türkleri’nden aristokrat bir ailenin mensubu idi. 2 yaşında iken babasını kaybetti ve annesi ile birlikte yedi yaşına gelmeden İstanbul’a göç ettiler. Kuleli Askeri Lisesi’nde öğrenim gördükten sonra 1895 yılında Harbiye Mektebi’ne girdi. Okulun 2. sınıfında iken Türkçülük hareketlerine katılmaktan dolayı 45 gün ceza aldı. Erkân-ı Harbiye sınıfına ayrıldıktan sonra askeri mahkeme tarafından müebbet olarak Fizan’a sürgün edildi ve askerlikten uzaklaştırıldı. Oradan Fransa’ya kaçtı. Paris’te üç yıl Siyasal Bilgiler Okulu’nda okudu. Türkçülük fikirleri hayatının bu döneminde olgunlaştı.

1903 yılında, İstanbul’a dönmesi yasak olduğu için amcasının yanına Kazan’a gitti ve dört yıl kaldı. Kazan’da yazdığı “Üç Tarzı Siyaset” isimli dizi makalesi 1904’te Mısır’da yayımlandı. Türkçülük akımının manifestosu olarak kabul edilen bu 32 sayfalık makalesinde Akçura, Osmanlı İmparatorluğu’nun tekrar eski gücüne kavuşabilmesi için devletin resmî olarak benimseyebileceği muhtemel üç ana düşünceyi (Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük) tetkik etti. Gaspıralı İsmail Bey, Alimerdan Bey, Abdürreşit Kadı İbrahimof gibi Türkçülerle birlikte 1905’te “Rusya Müslümanları İttifakı” adında bir parti kurdu. II. Meşrutiyet’in ilanı sonrası Akçura Rusya’daki işlerini tasfiye edip 1908 Ekim’inde İstanbul’a geldi.

İstanbul’da Darülfünun’da ve Mülkiye Mektebi’nde tarih dersleri verdi. Bütün ısrarlara rağmen İttihat ve Terakki Partisi’ne girmedi. 25 Aralık 1908’de İstanbul’da, Ahmet Mithat, Emrullah Efendi, Necip Asım, Bursalı Fuat Raif, Feylesof Rıza Teyfik ve Ahmet Ferit (Tek) ile birlikte Türk Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Bu derneğin kapatılmasından sonra, 18 Ağustos 1911’de Türk Yurdu Derneği kuruldu. Mehmet Emin (Yurdakul), Ahmet Hikmet, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyinzade Ali Bey, Doktor Akil Muhtar Bey ile birlikte Yusuf Akçura da kurucular arasında yer aldı ve derneğin yayın organı olan Türk Yurdu dergisini 17 yıl boyunca idare etti. Ayrıca 1912’de faaliyete başlayan Türk Ocağı’nın kuruluşunda da aktif rol aldı.

1919’da Ahmet Ferit (Tek) Bey’in kurduğu siyâsî bir parti olan Milli Türk Fırkası’na katıldı. Aynı yılın sonunda İngilizler tarafından tutuklandı. 1920’de hapisten çıkınca Milli Mücadele’ye katılmak üzere Anadolu’ya geçti. Hariciye Vekâleti’nde (Dışişleri Bakanlığı) Genel Müdür olarak görev yaptı. 1923 yılında İstanbul mebusu seçilerek meclise girdi. 1925 yılında Ankara Hukuk Mektebi’nde siyâsî tarih dersleri vermeye başladı. 1931 yılında Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşunda görevlendirildi ve ertesi yıl kurumun başına getirildi. 1. Türk Tarih Kongresi’ni yönetti. 1933 Üniversite Reformu’ndan sonra İstanbul Üniversitesi’nde Siyâsî Tarih profesörü oldu.

Yusuf Akçura, Kars milletvekili iken 11 Mart 1935’te geçirdiği kalp krizi sonucunda İstanbul’da vefat etti; Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

Yusuf Akçura’nın “Türkçülüğün Tarihi” adlı kitabının “Giriş” yazısından yararlanarak kısaca aktardığımız yaşam öyküsünden de anlaşılacağı üzere, Türkiye Cumhuriyeti’ne giden yol “Altaylardan Tuna'ya” masalıyla inşa edilmemiş, yeni bir ulus yaratma bilinciyle hareket edilmiştir.

 

Yusuf Akçura ve Ulus Kavramı

Akçura’nın “ulus” kavramı bu bilinci daha net biçimde ortaya koyar, andığımız eserinde konuya açıklık getirmektedir.

 ““Millet” nedir? Şe’niyette [gerçek hayatta] milletler mevcut olmasına rağmen, milletin tarifi o kadar kolay değildir. Milletlerin şe’niyette teşekkülüne olduğu gibi, nazariyatta tarifine de siyâsî menfaatlerin müdahale ve te’sîri olmuştur. Bugün “millet”in tam ilmî diyebileceğimiz bir tarifini bulup gösteremeyiz; “millet”in birkaç türlü tarifi vardır: Ta’azzî [organize olma] halinde bulunan her millet mevcut şerâite [şartlara] ve istihdâf olunan [hedeflenen] gayeye göre, “millet”i tarif etmiştir; mesela Almanlar ve İslavlar ırk ve lisanı (yani târihî mecburiyeti), Fransızlar arzu ve irâdeyi (yani ferdî hürriyeti), İtalyanlar arazi ve lisanı (yani coğrafî ve târihî mecburiyeti), milletin tekevvün ve idâmesinde [oluşmasında ve devam etmesinde] en esaslı âmil [etken] olarak almışlardır. İmkân dâiresinde şey’î (objektif) kalmak arzusuyla biz, milleti şöyle tarif etmek istiyoruz:

“Millet, ırk ve lisanın esâsen birliğinden dolayı ictimâî vicdânında [toplumsal vicdanında] vahdet hâsıl olmuş [birlik meydana gelmiş] bir cemiyet-i beşeriyyedir [insan topluluğudur].” (Age. s. 16)

 Döneme damgasını vuran diğer önemli isim Ziya Gökalp’tir.

 

(Devam Edecek; haftaya: Türkçülük Akımı ve Ziya Gökalp)

 

29.12.2021, Ünyekent

http://www.unyekent.com/yazi/2874-turkiye-cumhuriyeti-ve-turkculuk-akimi.html






22 Aralık 2021 Çarşamba

Türkleşen Kürtler

 


Türkleşen Kürtler

 

Osmanlı idaresi altında yaşayan Türklerin nispi özerk bir yaşam tarzını tercih etmeleri nedeniyle “Kürt” ırasına bürünmeleri yanında bazı Kürt aşiretlerinin iskana mecbur edildikleri yörenin siyasi ve ekonomik yapısına uyarak Türkleştiği gözlemlenmektedir. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte bu durum iyice belirginleşmiş, Kürtlerin yaşadığı bölgelere yoğun biçimde Türk göçü ve iskanı başlatılırken, Kürtler başka bölgelerde iskana tabi tutulmuşlardır.

 

 Cumhuriyet Döneminde Kürtlerin Değişen Statüsü

 

Türk boyları, Türk hanedanı olan Selçuklu ve Osmanlı yönetimi boyunca çeşitli baskılara uğramış, Türkmen nüfus "Etrak-ı bi idrak" (idraksiz, kavrayış yoksunu) olarak nitelendirilmiştir. Bu dönemlerde yönetime karşı isyanların çoğu Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kürt aşiretleri ise, nispi bağımsız (özerk) statüde tutulmuştur. Cumhuriyet’le birlikte durum tersine dönmüştür.

Yeni bir ulus yaratma çabasında olan Cumhuriyet’in kurucuları, dünya konjonktürünün de etkisiyle “Türkleşme” ve “muasırlaşma” (çağdaşlaşma) politikasına yönelmişlerdir.

Mart 1918’de başlayan Koçgiri isyanı, 1921 Haziran’ında kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Harekâtın ordu komutanı Nurettin Paşa, Birinci Meclis’e önerilerde bulunarak, isyanın bastırılmasının bir şey ifade etmeyeceğini, Kürtlerin derdest edilerek Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde iskân edilmeleri gerektiğini ileri sürer. Onların yerine de Türk ırkından olanlar yerleştirilecektir.

Benzer bir durum Şubat 1925’te başlayan Şeyh Said isyanıyla yaşanmıştır. Doğu illerinde yürürlüğe sokulan Örfi İdare Kanunu kabul edilir. Hıyanet-i Vataniye Kanunu da aynı gün kabul edilir. 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılır, İstiklal Mahkemeleri kurulur ve 24 Eylül 1925’te Şark Islahat Planı devreye girer. Plan gereği bölgeye Türk göçmenler yerleştirilecektir. Uygulamalar 1934’te çıkarılan İskân Kanunu ile devam etmiş, iddialara göre Kürtlerin başka bölgelere iskânı ile birlikte “Türkçe konuşma” zorunluluğu da getirilmiştir.

1937–1938 yıllarında Tunceli, Erzincan, Elâzığ, Sivas, Malatya ve Bingöl yöresinde Dersim İsyanı olarak adlandırılan kalkışma patlak verdi. Binlerce insan öldü, 12 bin kişi de zorunlu iskâna tabi tutuldu. Her kalkışma aynı işlemle sonuçlanıyordu; baskı, tenkil ve sürgün.

 

Kürtlerin Türkleştirilmesi

 

İskan edildikleri yerlerde Kürtlerin doğal olarak çevreyle uyum sağlayacağı, dilini ve töresini terk edeceği beklenmektedir. 11 Ocak 1930’da dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın ok tartışılan ve “gizli” olduğu ileri sürülen “İskâna Tabi Tutulanların Türkleştirilmesi” adıyla bir genelge yayınlanır. Aynı dönemde bir başka uyarı da Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’tan gelir. Kürt ileri gelenlerinin Anadolu’ya gönderilerek “Türk köyleri içine dağıtılması” ön görülür.

1931 tarihli Dersim Raporu’nda Birinci Umum Müfettişi İbrahim Tali Bey, “20–30 yıldır cezalandırılmamış tek bir aşiret olmamasına rağmen hiçbirinden olumlu sonuç alınamamıştır; çünkü aşiret sistemi güçlüdür ve bu mıntıkalarda yaşamaya devam ettikleri sürece değişen hiçbir şey olmayacaktır” der.

1934’te yeni bir İskân Kanunu ile pekiştirilen bu politikalar, çok partili döneme geçilen II. Dünya Savaşı sonrasında terk edilmiştir. Bu defa Kürt aşiretleri muhafazakâr partilerin “oy deposu” olarak görülmüştür.

60’lı yılların sonunda, 70’li yılların başında ise Kürt hareketi, sol akımlarla birlikte yeni bir mecraya yol almıştır.

Türkiye dışında kalan Kürtlerin yaşadığı topraklarda da durum çok farklı değildir. Suriye, Irak ve İran sınırları içinde yaşayan Kürt toplulukları toplu kıyımlardan sürgünlere kadar çeşitli muamelelere maruz kalmışlardır.

 

Ünye’de Kürt İskânı

 

“Ben sekiz yaşındayken, 1936’da bütün Cemiloğlu ailesi ve damatları, İskân Kanunu uyarınca değişik illere (..) sürülmüşler. Bizim aileye Ordu düşmüş.”

(Hasan Cemal, Kürtler, s. 15, Doğan Kitap, 2003)

Kitapta geçen sözlerin sahibi 1928 Diyarbakır doğumlu Felat Cemlioğlu’dur. Burukanlar gibi, Güneydoğu’da onlarca aşiret iskân kanunları gereği zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır. (Ayrıntı için Bkz. Ahmet Özer, Doğu Anadolu’da Aşiret Düzeni, Boyut Yay. 1990)

30’lu ve 60’lı yıllardan sonra, günümüze varan ve “terör” sebebiyle boşaltılan mezralar, zorunlu göç’ün Osmanlı’da başlayıp günümüze kadar sürdüğünü göstermektedir.

Çeşitli dönemlerde Ünye’ye Güneydoğu’dan getirilerek iskân edilen aileler vardır. Bir dönem 52 ailenin birden Ordu’nun çeşitli yörelerine yerleştirildikleri bilinmektedir. Belli yörelere yerleştirilenler (Tekkiraz Dizdar Köyü vb.) olduğu gibi, kent merkezine yerleşenler olmuştur. Ünye’de bir dönem “Kürt” lakabıyla anılan şahıslar, aileler mevcutmuş. Bugün yaşı 60’ın üzerindekiler Fevzi Çakmak Mahallesi’nde Orman İşletmesi binasının olduğu yeri Kürt Mezarlığı olarak bilmektedir. Şimdi orada ne böyle bir mezarlık vardır, ne de Kürt lakabıyla anılan şahıslar.

 

Devam edecek: Haftaya; “Türkler, Türkleşme ve Güneş Dil Teorisi”.

 

 

22.12.2021, Ünyekent

http://www.unyekent.com/yazi/2853-turklesen-kurtler.html

 

3 Aralık 1934 tarihli Cumhuriyet Gazetesi

14 Aralık 1934 tarihli Cumhuriyet Gazetesi

Koçgiri Aşireti, 1918

Bazı çevrelerin İngiliz destekli dediği 
ve Dini Kalkışma lideri olarak gördüğü Şeyh Said

Doğu Anadolu' Aşiret Düzeni-Ahmet Özer

Kürtler-Hasan Cemal





15 Aralık 2021 Çarşamba

Kürtleşmiş Türkler

 

Kürtleşmiş Türkler

  

İlk bölümde sözünü ettiğimiz gibi; Osmanlı idaresi altında yaşayan Türklerin nispi özerk bir yaşam tarzını tercih etmelerinin ve bu nedenle “Kürt” ırasına bürünmelerinin çeşitli siyasi ve ekonomik gerekçeleri vardır.

Bu konuda yapılan araştırmaların kökeni Cumhuriyet’in kuruluşundan birkaç yıl önceye dayanır. I. Meclis’in Sıhhiye Vekili (günümüzün sağlık bakanı) Dr. Rıza Nur (1920-21), Ziya Gökalp' ten Kürtler ve Kürtleşen Türkmenler hakkında bir araştırma ister. İskân işleri o dönemde bu vekâlete bağlı olduğundan,  sistemli bir iskân ve temsil siyaseti yürütmek ve Kürtlüğe temessülü önlemek amacıyla bu araştırmayı ister.

Söz konusu araştırma, bu konuda yapılan ilk bilimsel çalışmaydı. Gökalp’ın damadı Ali Nüzhet Bey bu girişimi şöyle anlatıyor:

"Rıza Nur, ilmi bir şekilde resmen işe başlamak üzere Ziya Gökalp’tan bir tetkik eseri istedi. Gökalp de Diyarbakır ve havalisinden işe başlayarak, aşiretler arasında bulunan ve Türklüklerini muhafaza edenlerle, iktisadi sebepler yüzünden Kürtleşen Türklerin dillerini, tarihlerini, ırk ve adetlerini göz önüne alarak bunları Türkleştirmek hususunda bazı etnografik tetkiklerle işe başlanması metotlarını yüz sayfalık bir deftere yazıp Rıza Nur'a gönderdi.” (Aktaran: Prof. Dr. Mehmet Eröz, Doğu Anadolu'nun Türklüğü, Ötüken Neşriyat, 2015)

Bu tetkik Vekiller Heyetince çok beğenildi. Atatürk takdir etti. Gökalp’a üç yüz lira gönderdiler ve ayrıca Gökalp'a bütün vilayetlerde bir tetkik seyahatine çıkması için arzularını sordular. Ziya Gökalp o tarihte hastaydı, maiyetinde çalışacak genç insan yoktu. Akabinde Dr. Rıza Nur vekillikten ayrıldı, Ziya Gökalp öldü. Bu tetkik gezisi, iskân ve temsil işlemi mümkün olmadı.

 

Doğu’da Kürt Bilinen Türk Aşiretleri

 

Ülkemizde Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden Mehmet Eröz, “Kürtçü” görüşleri eleştirerek, Doğu Anadolu’da Kürt olarak bilinen bir çok aşiretin asında Türk olduğını ileri sürer.

“Okumuşumuz olsun, cahilimiz olsun, Doğu illeri hal­kına hemen “Kürt” der, çıkar. Hiç hatırına getirmez ve hattâ bilmez ki, Doğu illerinde yerli şehir Türkleri, Türk­menler, Karakalpaklar, Azeriler de yaşamaktadır. Kürt diye anılan insanlar Kurmanç ve Zaza adı veri­len iki büyük zümreye ayrılmaktadır. Bunlardan Zazalar, Kürtlüğü kat’iyen kabul etmeyip, Kurmançların Kürt ol­duğunu, kendilerinin ise Zaza olduğunu söylerler. Ancak bazı görüşler bu hükmün istisnasını teşkil eder. “Kürtçü” görüşü savunanlara göre, bir Kürt ırkı vardır ve Kurmançlarla Zazalar bu ırkın şubelerini teşkil eder. Beynelmilel cereyanlar da böyle sun’î bir ırk yaratıp, Tür­kiye’yi parçalamak istediğinden, yurt sathında filizlenme imkânı bulan bu muzır fikirleri yeşertmek için çırpınırlar. (Eröz, Age.)

Eserde Doğu ve Güneydoğu Anadolu, otantik kültür değerleri açısından Batı Anadolu’dan daha Türk’tür görüşü hakimdir. Örneğin coğrafî şartlardan dolayı Hakkâri ve Tunceli’nin nüfus hareketliliği son derece zordur. Buna rağmen bu illerde yapılan halı-kilimlerle Sibirya, Orta Asya ve Moğolistan’daki Türklerin yapmış oldukları ha­lı-kilimlerin üzerindeki damgalar aynı elden çıkmış gibidir. Ersöz eserinde “dünyada bilinen ilk koç-koyun başlı mezar taşları 1772’de Rus arkeologlarca Altaylarda bulmuş (altı adet) olup, tarihleri M.Ö. X. asır olarak belirtilmişken, nasıl oluyor da bu mezar taşlarının son örnekleri Tunceli ile Hakkâri’de karşımıza çıkıyor” demektedir. Prof. Dr. Mehmet Eröz’ün saha araştırmalarına dayanarak yaptığı araştırmalarda belli bölgelerin muhtelif zümrelerle anılır olması “yanılgı”sını kabul etmediği ileri sürülmektedir. Lengüistik, etnografik, tarihî vesika ve kaynaklara dayanarak Doğu Anadolu’nun Türklüğü’nü gösterdiği ifade edilir.  

Kürtleşmiş Türkler hakkında ülkemizde çok sayıda eser bulunmakadır. Bu tür çalışmaların ana kaynağı Prof. Dr. Faruk Sümer’dir. Ancak konuya doğrudan girmeyip Anadolu’daki Türk boyları (özellikle Oğuz Türkleri) konusunda çalışmaları referans alınır.

Konuya ilişkin çalışmalarıyla tanınan diğer yazar, bir zamanlar Türk Tarih Kurumu Başkanlığını da yapmış olan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’dur. Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650) adlı kapsamlı çalışmasında, Doğu Anadolu’daki Türk boylarının bugün “Kürt” olarak anıldığına yer verir. Özellikle Tunceli (Dersim) aşiretlerinin aslen Türk olduğu tezi oldukça yoğun tartışma yaratmıştır. 

 

Kürtler ve Türklük

 

Kürtler, Türklerle aynı dönemde İslami inanışa geçtiği için Osmanlı kaynaklarında gayri Müslimler gibi farklı bir statüde ele alınmamış, diğer Müslüman nüfusla birlikte mütalaa edilmişlerdir. Hatta bir takım aşiretlerin Türkmenleştiği, buna karşılık bazı durumlarda Türk boylarının Kürtleştiği sonucuna varılır. Kürt Tarihi konusunu işleyen David McDowall’ın kitaplarında kültürel açıdan Kürtleşen Türkleri ve Kürt kimliğini kaybeden aşiretleri anlatmaktadır.

Selçuklu ve Osmanlı yönetiminde Anadolu Türkleri, sanıldığının aksine imtiyazlı konumda bir etnik yapıya sahip değildir. Alevi kökenli olan Türk boyları ise, kendilerini yöneten Türk hanedanından zulüm görmüşlerdir. İktidar alternatifi gibi görülmeleri, Türk boylarının Kürt gibi olma eğilimini artırmıştır. Buna karşın Kürtler de Anadolu’da homojen bir etnik yapı göstermez. 

Kürtlerin çoğunluğu Sünnî mezhebine bağlı, Şafii ağırlıklıdır. Bir kısmı ise Alevi’dir. Kürtlerin heterojen bir yapı oluşturması yanında mezhepsel geçişler de eklenince, etnik yapılarını çözümlemek güçleşir. Örneğin Zazalar bir dönem Kürt kabul edilmezken, bugün kendilerini Kürt olarak tanımlamaktadır. Dersim(Tunceli) Alevileri Kırmanca ve Kırmançili konuşurlar. Kırmanciye, Dersim’in eski adıdır. Zazaca, Kırmanca’dan farklı bir dildir. Güney Kürtlerinin konuştuğu Kürtçe, Kuzey’dekilerle farklıdır.

 

Devam edecek: Haftaya; “Türkleşen Kürtler”.

 

15.12.2021, Ünyekenthttp://www.unyekent.com/yazi/2836-kurtlesmis-turkler.html







8 Aralık 2021 Çarşamba

Türklük, Türkleşme ve Kürtler

 


Türklük, Türkleşme ve Kürtler

 

 

Son dönemde siyasi arenada adeta “yok sayılmaya” çalışılan bir “Kürt” realitesiyle karşı karşıyayız. Konjonktürel olarak Kürtlere birbiriyle çelişen siyasi tavırlar alınmaktadır. Bir dönem “Açılım” adıyla “dostane” diyebileceğimiz tavırların yerini artık tümüyle “yok sayma”, mümkünse “ortadan kaldırma” siyaseti almıştır.

Geçmiş dönemlerde bu sütunlarda ele aldığımız konulardan olduğu için sil baştan yinelemeyeceğiz. Osmanlı’nın Kürtlere bakış açısı da pek farklı değildi. Hatta günümüzden daha özerk, bağımsız bir topluluk olarak hayatlarını idame ettirebiliyorlardı.

Bu yazımızda ta en başa dönerek Kürtlerin kökeni hakkında küçük bir hatırlatma yapmak istiyoruz.

 

Kürtlerin Kökeni

 

Kürt isminin kaynağı eski Sümer tabletlerine kadar gider. Sümer dilinde “kur” sözcüğü dağ anlamına gelmektedir. Kurti, dağlı anlamındadır. Asuriler qurti, Ermeniler Kortukh ve İranlılar qurd veya kurd ismiyle bahsedilenler, bugün Kürt olarak bilinen toplulukların ataları olduğu kabul edilmektedir. Batılı kaynaklarda “Kurd” sözcüğüne 7. yüzyılda rastlanır.

Eski Yunan kaynaklarında, Ksenophon’a ait Anabasis’in üçüncü kitabında sözünü ettiği Kardukların, Kürtler olduğu sanılmaktadır. MÖ. 401 yılına tekabül eden bu belirlemede, bahsi geçen bölge itibariyle böyle bir sonuca varılmaktadır. Yukarı Mezopotamya’daki dağlık bölgede özgür bir yaşam süren kavmin, savaşçı ve çevik olduğundan söz edilmektedir.

Strabon’ın gezilerinde (MÖ. 65 – MS. 25) sözü edilen Sophone krallığı benzer bir yaklaşımla Kürtlere ait olduğu ileri sürülmektedir.

Aynı bölgede, çok daha eskiden kurulan MÖ. 2700 yılında ait Guti Krallığı ile, MÖ. 17. yüzyılda Subaru Krallığını kuran Mitanni devleti mensubu Huttilerin aynı kökten geldiği ve Kürtlerin atası olduğu iddia edilmektedir. Subarı, Kürtçe’de şivan (çoban)’la eş anlamlıdır.

Kürtçe, Hint- Avrupa dilleri içinde İrani dillerden biridir, ancak Farsça’dan bağımsızdır. İslamiyet öncesi Kürt yazılı eserlerine rastlanmaz. Ahmed-i Hani’nin Mem ü Zîn Mesnevisi, en önemli eski Kürt edebiyatı eserlerindendir.

 

“Kart-kurt” tan “Kürt Açılımı”na

 

Kürt Buruki aşireti eski reisi Kinyas Kartal’ın anılarında, “Kürt” adını telaffuz etmenin ve Kürtçe konuşmanın yasak olduğu yazılıdır. 1900’de Kafkasya’da doğan ve Rus ordusunda subaylık yapan Kartal, Van’a yerleştirilmiş, 1960 sonrası 55 aşiret ileri gelenleriyle Batı’ya sürülmüştür. Daha sonra Van’a dönmüş ve AP’den Meclis’e girmiştir.

Kürtlerin aslında dağ Türkleri olduğu, dağda kar çiğnerken “kart, kurt” sesler çıkardığı için Kürt adıyla bilindikleri yaygın bir söylencedir.

Demirel Hükümetleri zamanında başlayan “Kürt Realitesi” kavramı, Özal Döneminde “Kürt Sorunu”na dönüşmüş ve 2014 yılında “Demokratik Açılım” adıyla (kamuoyunda “Kürt Açılımı” olarak adlandırılan) yeni bir evreye ulaşmıştır. (TBMM'den Cumhurbaşkanı onayına gönderilen çözüm süreci ile ilgili kanun 15 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanarak "Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun" adıyla Resmî Gazete'de yayınlanarak yasalaşmıştır.)

 

Kürdistan Meselesi

 

Bir ara (yanlışlıkla mı bilinmez), Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da telafffuz edilen Kürdistan adını ilk kez Selçuklular ortaya atmıştır. Selçuklu sultanı Sencer’in himayesinde bir Kürt eyaletinin kurulması, İmamettin Zengi ve Selahattini Eyyübi gibi isimlerin kendi dönemlerinde Türklerle kaynaşmış bir Kürt hanedanlığı kurdukları halen tartışma konusudur.

Osmanlı arşivleri 1520 tarihli belgede “Diyarbekir Vilayeti”nde 9 liva ve bunların altında 28 “Ekrad Sancağı” (Kürt Sancağı) yer almaktadır. 1526’da ise, “Diyarbekir Vilayeti Livaları” başlığı altında önce 10 Osmanlı sancağı, sonra da Vilayet-i Kürdistan başlığı altında “Ekrad sancakları” denilen 17 sancak bulunmaktadır. Bölgeye sağlanan bu otonomi sayesinde Kürtler yapılarını koruyabilmişler ve feodal düzenlerini günümüze kadar sürdürebilmişlerdir. (Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı- Osav yay.)

Tüm Güneydoğu’yu kapsayan Diyarbekir vilayeti içindeki sancaklar 35’i geçmekte, 16’sı tımar düzeninde klasik Osmanlı sancağı ve kalanlar “yurtluk-ocaklık” ve “hükümet” diye de düzenlenen “Kürdistan vilayeti livaları”dır.

Tabi bu durum, dönemde Kürt aşiretlerine “otonom” bir yapı sağladığı için Kürt topluluklarının yararına görülmekte, sırf bu statü nedeniyle kendini “Kürt” olarak bildiren Türk aşiretlerine de rastlanmaktadır.

 

Devam edecek: Haftaya; “Kürtleşmiş Türkler, Türkleşen Kürtler”.

 

 

08.12.2021, Ünyekent

http://www.unyekent.com/yazi/2815-turkluk-turklesme-ve-kurtler.html

 

Osmanlıyı galiba biz bilmiyoruz, 
Batı bizden iyi biliyor ve onlardan öğrenmekteyiz.

Ahmet Özer, Doğu Anadolu'da Aşiret Düzeni.

Hacmi küçük, içeriği büyük bir kitap, Kinyas Kartal'dan...

Kinyas Kartal, sürgündeki kamp görüntüsü.

Kürtler üzerine yazılmış en "sakıncasız" kitaplardan biri. 
Hiç takibata, kovuşturmaya uğramamış. 
Güçlü bir referans sayılır(!)

David McDowall (1949 doğumlu) Amerikalı bir kriminolog 
ve SUNY , Albany'deki Üniversitede Ceza Adaleti Okulu'nda seçkin öğretim profesörü 
ve aynı zamanda Şiddet Araştırma Grubu'nun eş-direktörüdür. 
McDowall, "suçun sosyal dağılımı ve suç mağduriyeti" üzerine odaklanan bir kriminologdur. 
Bu alanda uzmanlaşan birinin "Kürt Tarihi"ne ilgi duyması 
ve bu konuda eser yazması bana ilginç geldi.