Alevilik Üzerine (3)
Alevilik üzerine yapılan bunca araştırmaya karşın Aleviliği tanımlamak zordur. “Alevilik nedir?” sorusuna yanıt vermek ve ne olduğunu ortaya koymak hayli sorunludur.
Bu konuda yazılan bunca esere rağmen kafadaki sorulara
yeterince açıklık getirilmiş değildir.
Kökleri Orta Asya Türk-Şaman geleneklerine kadar uzanan
Anadolu Aleviliği yahut Alevi-Bektaşi yaşam tarzını ortaya koymak; inanç, etnik
yapı, dünya görüşü ve benzeri argümanları bir araya getirerek konuyu çözümlemek
bugün bile hayli güçtür.
Aleviliği daha çok Sünni İslam karşıtlığında değerlendirip,
dinsel bir parodiye indirgeyenlerin veya yalnızca siyasi yanıyla ilgilenip
felsefi yanını görmeyenlerin konuyu yeterince anlayamayacağı (dolayısıyla
anlatamayacakları) kanısındayız.
Burada amacımız Amerika’yı yeniden keşfetmek değildir.
Aleviliğe genel anlamda nasıl bakıldığını gösterip, Ünye
özelinde durumun ne olduğuna bakmaktır. Dolayısıyla konuya derin bir bakış
açısı getirmek gibi bir iddiamız olamaz.
Bu bölümde amacımız, Alevilik inancıyla ilgili tarihsel
süreci özetlemek, Pir Sultanların, Yunus Emrelerin, Hacı Bektaş Velilerin
hakkını teslim etmektir.
Alevi İnancı
Her ne kadar kökleri eski şaman geleneklerine kadar gitse de, Alevilik Hz. Muhammet sonrası ortaya çıkan iktidar çekişmesinin ürünü İslami bir akımdır.
Bir anlamda Alevilik, yalnızca inançlarının adı değil,
yaşamlarının da adıdır.
Çünkü Alevilik biçime değil, biçimin arkasındaki öze
yöneliktir. Tapınç (ibadet), onun yaşamının ayrıcalıklı anları değil, yaşamının
bütünündedir. Alevilik, salt “inanç”, salt “yaşama biçimi”ni aşan bir
bütünlüktür. Alevilik bir “düşünce, inanç ve yaşama yolu”; bir inanç, düşünce,
yaşantı” birliği”; bir inanç-akıl-yaşam bütünlüğü”dür. Kısacası Alevilik bir
inanç sistemidir. (Baki Öz, Alevilik Nedir? DER Yay. 5. Basım, 2008, s.28)
Aleviliğin İslam’la ilgisinin olmadığını söyleyenlerin
yanında Aleviliğin İslam’dan ayrı düşünülemeyeceğini iddia edenler de var. Öte
yandan Aleviliğin Türklük Kürtlük ya da Araplıkla ilgisi de tartışılan konuların
başında geliyor. Anı şekilde Bektaşiliği Osmanlı icadı olarak görüp Aleviliği
bozduğunu söyleyenler olduğu gibi , Türk rengi taşıyan Bektaşiliği Safevi ve
Şii etkilerle İslam’a bağlandığını iddia edenler de var. (Ali Ezger Özyürek,
Ayine Tuttum Yüzüme, Alter Yay, 2013, s. 84)
Anadolu’da Aleviliğin doğuşuna tarihsel süreç olarak bakmak
gerekirse, karşımıza Babaî hareketi çıkar.
Anadolu’da
Babaî Ayaklanması
1240 yılına tarihlenen Babaî Ayaklanması Alevîliğin doğuşunda önemli bir dönüm noktasıdır. Bu hareket dinî yahut mezhebî olmaktan ziyade, önemli ölçüde bir takım siyasî ve sosyo-kültürel sebeplerden kaynaklanmaktadır. Konar-göçer Türkmen toplulukların yaşamlarını ciddi anlamda etkileyen, devletin toprak rejimiyle ilgili yeni uygulamaları ve koymuş olduğu ağır vergiler önemli bir rol oynuyordu. (Ebû’l-Ferac Tarihi, (Çev. Ö. Rıza Doğrul), Türk Tarih Kurumu Yay., Ank., 1987, II, 439-440, 447-448.)
Ayrıca
Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve veziri Sadettin Köpek gibi devlet
yöneticilerinin Türkmenler’e yönelik kötü idareleri ve haksız uygulamaları da,
Anadolu’da sosyal ve ekonomik dengeyi bozmuş, sonuçta ayaklanma artık
kaçınılmaz bir hal almıştı. Bu ayaklanma için gerekli koşulların
hazırlanmasında en önemli rol, Baba
İlyas’a aittir. İlk fiili hareketi başlatan ise, onun propagandalarını
yürütmekle görevli olan halifesi Baba
İshak’tır.
Ayaklanma,
iki buçuk ay sürmüş ve bu süreçte Babaîler, Selçuklu kuvvetlerini üst üste on
iki kez yenilgiye uğratmışlar, fakat sonunda Gürcüler ve ücretli Frank
askerlerinin de bulunduğu Selçuklu ordusuna yenilmişlerdir. Ayaklanma siyasal
anlamda hedefine ulaşamamış olmakla birlikte bu hareket, Anadolu’da Sünnî
olmayan inanç kesimlerini bir araya getirmiş ve örgütlü bir kitle
oluşturmalarını sağlamıştır. Yine isyandan kaçıp kurtulabilen Türkmenlerin sıkı
bir dayanışma içine girmelerine yol açmış ve böylece zaman içinde biri Bektaşîlik diğeri de Kızılbaşlık şeklinde ifade edilecek
olan sosyal ve dinî yapılar ortaya çıkmıştır.
Bektaşilik
Babaî isyanından sonra göçebe kültür yapısına mensup olan Türkmen babaları, faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bunların içinde en tanınmışı ise, Bektaşîliğin kurucusu olarak kabul edilen Hacı Bektaş Velî’dir (d. 1209?, Nişabur - ö. 1271, Nevşehir).
Nişabur’da
doğduğu bilinen ancak yılı tam olarak kestirilemeyen Hacı Bektaş Velî’nin 1271 yılında vefat ettiği anlaşılmaktadır.
Hayatı hakkında ileri sürülenler, Hacı Bektâş’ı Orhan Gazi devrinde sağ olarak
göstermek gibi daha birçok yönden eleştiriye açık çelişkiler ihtiva etmektedir.
Çocukluğu doğduğu şehir olan Nişabur’da geçtiği, tasavvufla ilgili derslerini Hoca Ahmet Yesevi ‘nin halifesi olan Lokman Perende’den aldığı
menakıpnamelerde anlatılır. (Kutluay
Erdoğan, Alevilik Bektaşilik, 1993, İletişim Yay. S. 16)
Her ne
kadar Hacı Bektaş Veli’nin Ahmet Yesevi ile olan bu ilintisi bazı çevrelerce
reddedilse de, konuyu araştıran birçok yazar bu bağlantıya atıfta
bulunmaktadır.
Hacı
Bektaş Velî, Anadolu’ya muhtemelen Moğol istilası başladığında bir Haydarî
dervişi olarak gelip, bir Vefâî şeyhi olan Baba
İlyas’a intisap etmiş, onun halifeliği payesine ulaşarak bu hüviyetiyle
Sulucakarahöyük’e yerleşmiştir. O, muhtemelen şeyhi Baba İlyas gibi, daha çok
İslam öncesi eski Türk inançlarıyla yoğrulmuş ve yorumlanmış bir İslam
anlayışını müritlerine öğretmekteydi. Hacı Bektaş Velî, isyandan sonra
yerleştiği Sulucakarahöyük’te öncelikle bir Türkmen şeyhi olarak kendi cemaati
içinde mürşitlik görevini sürdürmüştü. Diğer taraftan, Ürgüp yöresindeki
Hıristiyanlarla da çok sıkı ilişkiler geliştirip onların ihtidasına zemin
hazırlamıştı. Bu arada Anadolu’yu işgal eden Moğolların İslam’ı kabul etmeleri
için de halifelerini dört bir yana yolluyordu. O, hitap ettiği Türkmen
kitlelerine İslamî inançları –tıpkı Ahmed
Yesevî gibi- karmaşık felsefi izahlardan uzak, basit ve anlaşılır bir dille
ve ahlaki bir takım öğütlerle de bunları harmanlayarak akılcı bir tarz ve
üslupta açıklamıştır. Bu yönleriyle onun, Ahmed Yesevî’nin Orta Asya’daki
rolünü Anadolu’da devam ettirdiği söylenebilir. (Y. Nuri Öztürk, Tarihi Boyunca Bektaşilik, Yeni Boyut Yay., İst.,
1997, s. 99-100.)
Babai
ayaklanmasının yenilgisi sonrası dağılan muhalif yapıyı derleyip toparlayan,
Kalenderilik, Vefailik, Yesevilik, Haydarilik gibi eski heterodoks inançları da
kapsayarak Alevi-Bektaşi yaşam biçiminin Anadolu’da yerleşmesini sağlayan Hacı
Bektaş Velî’dir.
Alevilik,
Ocakzâde dedelere tabidir ve soya bağlıdır. Daha çok köylerde
gelişip varlık bulmuştur.
Soya bağlı Alevi tanımlamasında ortaya çıkan Ehl-i Beyt sözcüğü, peygamber soyundan gelenleri ifade eder ve bir
kesim gerçek Alevi önderleri (dede)olarak onları öne çıkarır. “Ev halkı”
anlamına gelen Ehl-i beyt
(ehlü’l-beyt) terkibi ev sahibiyle onun eşini, çocuklarını, torunları ve yakın
akrabalarını kapsamına alır. Cahiliye devri Arap toplumunda kabilenin hâkim
ailesini ifade eden Ehl-i beyt tabiri, İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar
sadece Hz. Peygamber’in ailesi ve soyu mânasına gelen bir terim olmuş, Hz.
Muhammed’in kızı Fatıma’dan gelen soydur (“Seyyidlik” gibi). Bu soya giren her
kişi Aleviler için kutsal bir önderdir.
Bektaşilik ise isteğe bağlıdır. Bektaşi
önderlerinde ve mensuplarında soy-sop ilişkisi fazla aranmaz. Postnişin halife
ve dede-babalara intisabı (bağlanması) vardır. Bu bağ akrabalık ilişkisinden
ziyade “manevi” bir disiplini ifade eder. Daha çok şehirlerde gelişip
yayılmıştır. Bu nedenle Anadolu’daki Alevilik; “Alevi-Bektaşi” deyişiyle birlikte kullanılır.
Anadolu’daki
heterodoks dervişlerin (Abdalan-ı Rum), Osmanlı ile yakın ilişkileri, Alevi
Bektaşi yaşam biçimin yaygınlaşmasında ve Yeniçeri
Ocağının kurulmasında aktif rol oynamalarını sağlamıştır. (Haşim Şahin, Osmanlı Devletinin Kuruluş
Döneminde Abdalan-ı Rum 1300-1400, Yüksek Lisans Tezi, 2001)
Velâyet-nâme, Hacı Bektaş Veli’ye atfedilen önemli
eserlerden biridir. Hacı Bektaş hakkında bilinen her türlü bilgi ve rivayetten
oluşur, asırlar boyunca ağızdan ağza tekrarlanan tarihî olaylarla, Hacı
Bektaş-ı Veli'nin mucizeleri yan yanadır. Velâyet-nâme'de yazan olayların
doğruluğu her Bektaşî tarafından kabul edilir. Osmanlı döneminde her tekkede
bir kopyası bulunduğu için günümüze Türkiye'de, Türkiye dışındaki bazı önemli
kütüphanelerde Anadolu'dan Balkanlara kadar Bektaşîliğin yayıldığı alanlarda ve
şahısların ellerinde birçok nüshası bulunmaktadır. Eserin mensur manzum ve
karışık olmak üzere üç tip nüshası vardır.( Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, cilt 14 sayfa
471- 472)
Velâyet-nâme'nin
sonlarında Hacı Bektaş-ı Veli'nin Osman Gazi'yi tekkeye nasıl aldığına dair bir
bölüm vardır. Buna karşın tarihçi Aşıkpaşazâde,
Osman Gazi ve onun soyundan kimsenin Hacı Bektaş-ı Veli ile ilişkisi olmadığını
belirtir. Hacı Bektaş-ı Veli'nin Babai ayaklanması sırasında Anadolu'ya gelmiş
olması ve Osman Gazi'den önceki kuşaktan kişilerle olan yakınlığı, onun Osman
Gazi ile görüşmesi hikâyesini şüpheli kılmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli'nin
1271'deki ölümünden sonra Velâyet-nâme'ye zaman içinde yeni malzemelerin
eklendiği ve Osman Gazi ile ilgili bölümün sonradan, Osmanlı Hanedanı'nın
Bektaşîliği kabul etmesinden sonraya rastladığı düşünülmektedir.
Hacı
Bektaş Veli gibi Anadolu’da o tarihsel dönemde Aleviliğin önemli bir önderi de Ahi Evran’dır ve O’nun kurucusu olduğu Ahilik kurumudur.
Ahi Evran ve Ahilik
Ahî Evran namıyla bilinen Şeyh Nasirüddin Mahmud Ahî Evran bin Abbas, Dünyanın ilk ve en kapsamlı esnaf, zanaat ve sanatkar oluşumu olan Ahi Teşkilatının kurucusu ve lideri, Debbağların (Dericilerin) piri, filozof ve mutasavvıftır. Anadolu coğrafyasında Nasreddin Hoca, Azerbaycan coğrafyasında Molla Nasreddin olarak bilinen efsanevi kişidir.
Ahî Evran, Şeyh Mahmud’un namıdır ve Eski Türkçede Ahi, Ağı,
Eyi (İyi) dost, barışçıl ve uyumlu anlamında; Evran (Evren, Uzay, Kainat,
bütünlük) anlamındadır. Ahi Evran namıyla “Evrenle-Her şeyle Dost” anlamı
çıkarılabilir.
Ahilik, Ahi Evran tarafından Hacı Bektaş-ı Veli'nin
tavsiyesiyle Anadolu’da 12. Yüzyılda kurulan bir esnaf dayanışma teşkilatıdır.
Kurucusu Ahi Evran, aslen Horasan
kökenli olup Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu’da yaşayan Alevî-Bektaşî
Müslüman Türkmen halkın sanat, ticaret, ekonomi gibi çeşitli meslek alanlarında
yetişmelerini sağlayan kişidir. Onları hem ekonomik hem de ahlaki yönden
yetiştiren, çalışma yaşamını iyi insan meziyetlerini esas alarak düzenleyen bu
örgütün Avrupa’daki zamandaş yapılanması loncalardır.
Ahi Evran'ın doğum tarihi kesin olmamakla birlikte 1171
yılıdır ve İran'ın Hoy kasabasında dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. Hoy
kasabası daha Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul
Bey'den beri Türkmen yerleşim bölgesidir. (Mikail Bayram, Ahi Evran ve Ahi Teşkilâtının Kuruluşu, Konya 1991,
s.135)
Ahiliğin temel mesleği "Dabbaklık"tır. Kendi kural
ve kurulları vardır. Günümüzün esnaf odalarına benzer bir işlevi olan Ahilik
iyi ahlakın, doğruluğun, kardeşliğin, yardımseverliğin kısacası bütün güzel
meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzendir.
Ahiliğin bir Alevilik yaratısı ya da türevi olarak değil,
Aleviliği yaratan insanlarla köken ortaklığı olan, aynı değerler tarafından
eğitilen, aynı kolektif bilincin taşıyıcıları durumunda bulunan insanların,
hemen hemen aynı zaman aralığında kentlerde yarattıkları bir örgütlenme
olduğunun bilince çıkmasıdır.
Ahi Evran'ın çocukluğu ve tahsil devresi Azerbaycan'da
geçmiştir. Bundan sonra Horasan ve Maveraünnehir bölgesine gelip o yöredeki
büyük üstadlardan dersler almıştır. 1203 veya 1204 yılında Bağdat'a gelmiş ve
burada tanıştığı Evhaddü'd Din Kirmanî'nin tavsiyesiyle Abbasi halifesi Nasır
Lidinillah'ın kurmuş olduğu Fütüvvet
Teşkilâtına katılmış ve bu teşkilatın önde gelen şeyhleriyle temas kurma
imkânı bulmuş, başta Kirmanî olmak üzere birçok üstaddan istifade etmiştir. O
dönemde Bağdat'ın ilim ve irfan merkezi olması, Ahi Evran'ın çok yönlü bir
fikir adamı olarak yetişmesini sağlamıştır. (Salih Özkan, Türk Eğitim Tarihi, Nobel Yayım Dağıtım, 2.basım Mart
2008)
1204 yılında Anadolu Selçukluları sultanı I. Gıyaseddin
Keyhüsrev'ı göndermiş, buna karşılık bazı ilim adamları ile birlikte Ahi Evran
de Anadolu'ya gelmiştir. Ahi Evran Kayseri'ye yerleşmiş ve Fütüvvet Teşkilâtından esinlenerek ilk Ahi Teşkilâtını burada
kurmuştur. 1227 ile 1228 yılları arasında muhtemelen Sultan I. Alaeddin
Keykubad'ın arzusuyla Konya'ya yerleşen Ahi Evran, burada da sanatını icra
etmiştir. Fakat Ahilerin en büyük hamisi olan Sultan I. Alaeddin Keykubad, II.
Gıyaseddin Keyhüsrev'in tertiplediği bir suikast sonucu öldürülünce, pek çok
Ahi ve Türkmen cezalandırılmış, Ahi Evran de hapsedilmiştir.
II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in ölümünden sonra 1245 yılında
serbest bırakılan Ahi Evran, Denizli'ye geçmiştir. 1247'de, Mevlana'nın oğlu
Alaeddin Çelebi'nin Mevlana'nın
yoldaşı Şems-i Tebrizi'nin
öldürülmesinde parmağı olduğu iddiası yayılmıştır. Ahi Evran ile Alâeddin
Çelebi bu süreçte birliktedir. Ancak Mevlana ve gönüldeşi Şems-i Tebrizi ile
Ahi Evran arasında çekişme olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Ahi Evran gidip
Kırşehir'e yerleşir ve hayatının sonuna kadar (15 yıl) burada kalır. (Salih Özkan, age s.46)
Ahi Evran’ın nasıl öldüğü tam olarak bilinmemektedir. Moğol
istilası sırasında Moğollar tarafından öldürüldüğü veya Mevlana'nın müridi olan
Nurettin Caca Bey tarafından katledildiği ileri sürülmektedir.
Velâyetname adlı eserinde Hacı Bektaş-ı Velî’nin sık
sık Kırşehir'e gittiği ve Ahi Evran'la yaptığı sohbetleri anlatılır. (Abdülbaki Gölpınarlı, Vilayetname-
Manakıbı Hacı Bektaş'ı Veli, İnkılap Kitabevi)
13. yüzyıl'da Anadolu'dan geçen ünlü seyyah İbn-i Batuta da Burdur, Gölhisar,
Ladik, Milas, Gerçin, Konya, Niğde, Aksaray, Kayseri, Sivas, Gümüş, Erzincan,
Erzurum, Birgi, Tire, Manisa, Balıkesir, Bursa, Görele, Geyve, Yenice, Mudurnu,
Bolu, Kastamonu, Sinop gibi Anadolu şehirlerindeki ahi zaviyelerinden
bahsetmekte ve buralarda misafir olduğunu zikretmektedir. (Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1984
s.211)
(Devam edecek: Son bölüm: Tasavvuf, Fütüvvet, Batınilik, Dört Kapı–Kırk Makam)
14.09.2022,
Ünyekent
https://www.unyekent.com/kose-yazilari/alevilik_uzerine_3-3457.html