28 Şubat 2023 Salı

Deprem Teorileri

 

Deprem Teorileri

 

İnsan neslini çağlar boyunca en çok etkileyen doğa olaylarının başında deprem gelmektedir. Orman yangınları, sel felaketleri vb. felaketler arasında her zaman en çok korktuğumuz bir felaket olarak karşımıza deprem çıkar.

Deprem, normal zamanlarda aklımıza bile gelmez.

Çünkü diğer felaketler gibi belirli emarelerle önceden kendini belli etmez.

Ani bir sarsılmasıyla bizi şaşkına çevirir.

Bu yıkıcı gücü karşısında çaresiz kalırız.

Can vermeyip sağ kalırsak, korkutucu etkisi aylarca sürer.

Bu korku, ilkel atalarımızdan bu yana başlayan ve nesiller boyunca süre gelen insanın en arkaik endişelerinden biridir.

Her ne kadar korku verici olsa da, devasa binaların, yapılaşmanın olmadığı bir ortamda deprem, çoğunlukla insan ve canlılara zarar vermeyen bir yer hareketidir.

Hatta toprağın alt üst olmasını sağlar, yeni ve zengin minerallerin ortaya çıkmasına vesile olur ve daha verimli ürünler yetişir söz konusu topraklarda…

Bu nedenle tarımın başladığı toprakların ilki olan Anadolu’da, tapınım gören bereket tanrıçası Kibele, aynı zamanda deprem tanrıçasıdır.

Ana Tanrıça kültünün simgesidir, korkulan ama büyük saygı gören bir idoldür.

 

Eski Çağlarda Deprem İnancı

 

İlk Çağ Uygarlıkları rasyonel akıl yürütmenin öncesinde, dünyanın kökenini ve doğasını açıklamaya çalışırken genellikle tanrılara ve mitolojilere başvururlardı.

Deprem ve benzeri doğa olaylarını tanrısal bir eylem olarak görürlerdi.

İnanç temeline dayanan bu düşünce sistemi MÖ. 6. yüzyılın başlarında değişime uğradı. İlk deprem teorisi olarak adlandırabileceğimiz bu düşünce sistemi, yüzyıllar boyunca bir korkunun evrim geçirerek bugünkü bilgilerimize nasıl temel oluşturduğunu açıklamaktadır.



Aristoteles ve Platon




Batı Anadolu topraklarında bulunan Milet (Miletos) şehri, ilk deprem teorilerinin biçimlendiği Antik Çağ kentidir.

Doğayı rasyonel bir şekilde açıklamaya çalışan ilk düşünür Miletoslu Thales’dir.

Thales’ten önce depremler, Olympos tanrıları içerisinde en çok korkulan Poseidon’a atfedilirdi. Trident adı verilen üç dişli mızrağını yere vurduğunda toprağı sarsan, denizde fırtınalar yaratan Poseidon’a, Enosigaios ‘’toprağı sarsan’’ da denirdi.

Thales, tanrılara atfedilen bilgiyi doğaüstü referanslara başvurmadan, natüralist bir bakış açısıyla açıklamaya çalıştı. Thales’e göre dünya, suyun üzerinde durmaktadır. Yeryüzünün bir gemi gibi yüzdüğünü ve suyun kımıldamasıyla da depremlerin veya yersarsıntılarının olduğunu düşündü. (Walther Kranz, 1984. Antik Felsefe, Sosyal Yay., 2009, İstanbul, s. 29)

Thales’in öğrencisi Anaksimandros, Thales’ten farklı olarak dünyanın her hangi bir şeyin üzerinde durduğu tezini kabul etmez. O, dünyanın davul şeklinde olduğuna inanmaktaydı. Anaksimandros, dünyanın çok ağır bir kütle olduğu fikrini benimseyip dünyanın kendi ağırlığının altında ezilerek kırıldığını ve böylece depremlerin meydana geldiğini söylemiştir. 

Milet geleneğinin sonuncu filozofu Anaksimenes, ilk deprem oluşum modelini ortaya atmıştır. Yeryüzünün içindeki boşluklu yapı yağmurun yağmasıyla beraber dolar, yağmur mevsimi bitince sıcaklık yeryüzünü kurutur ve toprağın çatlamasına sebep olur. Oluşan bu çatlamalar da depremlere sebebiyet verir.

Milet’in doğa felsefesi ekolünü M.Ö. V. Yüzyılda yaşadığına inanılan Atinalı bilgin ve aynı zamanda Sokrates’in de hocası olan Archelaus’un deprem hakkındaki düşünceleri izler. Archelaus, depremlerin oluş sebebini yeraltında esen şiddetli rüzgârlara bağlar.

 

Aristoteles ve İlk Çağ Felsefesinin Sonu

Thales ve diğer düşünürlerin depremle ilgili teoremleri Aristoteles’le birlikte sistemli bir hale getirildi. Platon’un öğrencisi olan ve Büyük İskender’e hocalık yapan Aristotales, Meteorologica isimli eserinde yıldızların hareketlerinden kuyruklu yıldızlara, rüzgâr, yağmur, gök gürültüsü gibi hava olaylarının yanında depremlere de yer verir.  

Aristoteles’e göre ıslaklık ve kuruluk toprakta buharlaşmaya neden olur. Depremler, bu gerçeğin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Aristoteles, dünyanın içyapısını boşluklarla dolu olarak, büyük ve küçük sayısız mağara odalarının bulunduğu bir sistem olarak düşünür.

Aristoteles’in geliştirdiği bu sistem, depremleri odalar (kompartıman) ve fay hatları üzerinden açıklayan günümüzün modern teorilerinin orijini sayılmaktadır.

Aristoteles dünyanın yüzey yapısının aslında kuru olduğunu ancak yağmur sonrasında nemlendiğini daha sonra da güneşin ve dünyanın kendi iç ısısı ile toprağın ısınıp, hem içinde hem dışında rüzgârlar oluşturduğunu söyler. Bu buharlaşma genellikle ilk olarak başladığı yönde sürekli bir gövde üzerinde hareket eder ve buharlaşma sonucunda oluşan rüzgâr, içeriye ya da dışarıya doğru aktığı için çoğunlukla küçük sarsıntılar meydana getirirdi. Bazen eş zamanlı olarak esen rüzgârlar da görülürdü. Bunlardan biri dünyanın boşluklu katmanlarının içine girer ve burada rüzgârların eşlik ettiği bir depreme sebep olurdu.

(Ayrıntılı bilgi için bkz. Seneca, 2010. Natural Questions, Translated; Harry M. Hine, The University of Chicago Press, London.)

Çin kaynaklı deprem-dev kurbağa

Japon kaynaklı deprem-dev kedi balığı


Ortaçağ’a gelindiğinde antik çağ bilginlerinin teorileri terk edilmiş veya Batı dünyasının Hristiyan inanç sistemine uyarlanmaya çalışılmıştır. Her ne kadar depremlerin nedenleri ve oluşum mekanizması Aristoteles’in görüşlerine dayandırılsa da, Ortaçağ’ın yazarları tanrıyı depremlerde ilk veri kabul etmekteydi. Aristoteles’in doğal nedenleri ikincil geliyordu.

Aristoteles felsefesi Doğu dünyasında da egemendi ama sonuç farklı değildi.

Batı’nın Skolastik karanlığına karşılık, Ortaçağ’da Doğu’da muhteşem bir rasyonellik yaşanıyordu.

Ama çok sürmedi…

İbn-i Sina, El-Bîrûnî, Hârezmî, İbn-i Heysem ve Ömer Hayyamların hükmü, tiran artığı monarkların ve istilacı Moğolların yıkımına uğradı, Doğu rasathaneleri yerle bir edildi.

Aydınlanma Çağı’na kadar dünya yeniden karanlığa gömüldü.

 

Dünya Düz mü, Öküzün Boynuzunda mı?

 

Soru buydu işte…

Dünya düz mü? Yoksa öküzün boynuzunda mı duruyor?

Bilim dışı çevrelere göre depremler dünyayı taşıyan öküzün kıpırdanmasıyla oluşuyor.

Yahut dünya sudaki balığın sırtındadır…

Eski Çin kaynaklarında depremler dev kurbağaya, eski Japon kaynaklarında ise dev kedi balığına bağlanmaktaydı.

Hiç bir gözleme dayanmayan, bilim dışı bu ve benzeri saptamalar, zamanla “hakikat” olmayıp “mecaz” anlamıyla yorumlanmalıdır, denilerek revize edildi.

Oysa 17. Yüzyıl’da Katolik Kilisesi’nin dünyayı düz kabul edişine karşı Galileo, “E pur si muove” (yine de dönüyor) diyerek verdi cevabı. Çok geçmeden bilim, Ortaçağ karanlığına galip geldi, depremler bilimsel yöntemlerle açıklanmaya başlandı.   

“Deprem söz konusu olduğunda” diyor, değerli bilim insanı Tayfun Uzbay, “hayatta kalmanın şifresi bilimsel doğrulara “uyum” sağlamakla mümkündür.”

Doğru uyumun şifresi ise “eğitim”dir.

 “İnsan dediğimiz varlık bir çevrede dünyaya gelir, yaşamını sürdürür ve zamanı gelince ayrılır. Yaşadığı süre içinde çevresi ile sürekli bir etkileşim halindedir. Bu etkileşimde çevre insanı, insan da yaşadığı çevreyi değiştirir. Hayatta kalmak, konforlu ve sağlıklı yaşayabilmek için insanın çevreye uyum sağlayabilmesi çok önemlidir. Buna “adaptasyon” da deriz.  Uyum sağlayabilen ve çevrenin kendisinde oluşturabileceği zararlı değişimleri en aza indirenin hayatta kalma şansı daha yüksektir.” (Prof. Dr. Tayfun Uzbay)

Deprem karşında aciz kalışımızı “kader planı”na bağlamak, yanlış eğitimin yahut yanlış yönetimin bir sonucu olsa gerek.      

 

Kaynaklar:

 

Övünç Şahin, Antik Çağ’dan Orta Çağ’a Kadar Depremlerin Oluşumuna İlişkin Öne Sürülen Teoriler, Mavi Gezegen / Jeoloji Mühendisleri Odası Yayını-Yıl 2019 Sayı 27, s. 7-13

Walther Kranz, 1984. Antik Felsefe, Sosyal Yay., 2009, İstanbul, s. 29

Seneca. Natural Questions, Translated; Harry M. Hine, The University of Chicago Press, 2010 London

Prof. Dr. Tayfun Uzbay, Dünya düz mü? Yoksa öküzün boynuzunda mı duruyor? Eylül 2017 


01.03.2023, Ünyekent