28 Eylül 2022 Çarşamba

Vatan yahut Vahidettin

 

Vatan yahut Vahidettin

 

Bilgisayarımın başında Zülfü Livaneli’nin “Kaplanın Sırtında” adlı eserinden bir takım notlar alırken, bir yandan da televizyondan Tarkan’ın İzmir Konseri’yle bağlantılı haberleri dinliyorum. İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer’in o konserdeki konuşmasına gelen tepkilere odaklanıyorum bir müddet.. .

Ne demişti Soyer:

 “100 yıl önceydi. Bu toprakları yönetenler gaflet, delalet ve hatta hıyanet içendeydi. Gençleri, kadınları ve geleceği hiç düşünmediler. Sadece saraylarındaki saltanatı korumak için bütün milleti ateşe attılar.”

Nutuk’tan alıntı yapar gibi aynen böyle demişti.

İktidar cephesi sert tepki verdi.

Bahçeli: “devşirme hastalığıdır” dedi.

Ak Parti Sözcüsü Ömer Çelik, Soyer’in Osmanlı devletini hedef almasını “şuursuzluk” olarak değerlendirdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan “köksüzler” dedi.

Kimileri ise  “Osmanlı'yı hain ilan ediyor ama işgalci Yunan'ın adını zikretmiyor” diyerek eleştirdi.

Tunç Soyer eleştirilere cevaben;

“Biz işgalcilerin gemileriyle kaçan saray erkanının değil, bağımsızlığımız için göğsünü siper eden Mustafa Kemal Atatürk'ün ve bu uğurda canını feda eden atalarımızın izinden yürümeye devam edeceğiz.” diyerek konuyu bir ileri boyuta taşıdı. 

Senin ne işin var Vahdettin’le, ihanetle filan diyebilirsiniz…

Okuduğum kitaba odaklanmamı önerebilirsiniz.

Sırası  gelince Livaneli’nin eserine değineceğim ancak bu konu iki açıdan önemli:

1- İşgalci düşmanın gemileriyle kaçan son padişah Vahidettin hain mi?

2- 100 yıl önceki saray zihniyetiyle, bugünün sarayı aynı nokta mı?

 

Karşı Cepheden Tunç Soyer’e Bakmak

 

Günümüzde aşınmış, gerçek anlamını yitirmiş de olsa, birini hainlikle suçlamak sıradan bir tanımlama değildir. Hele bu insan, ecdadımız saydığımız Osmanlı’nın son padişahı bir zat ise, “ihanet” ettiğini söylemek ağır bir hakaret sayılır. 

Konuyu bu zamanda böyle bir mecraya dökmek, gündem yaratmakla eş değerdir.

Atatürk’ün “Nutuk” adlı eserinden esinlenmiş de olsa vebali vardır, ağırdır, tepki alır…

Ülkenin üçüncü büyük nüfusuna sahip İzmir’in Şehri Emini Tunç Soyer’den gelirse bu tanımlama, durum daha vahimdir.

(Muhalefet liderlerinden biri söyleseydi o sözleri fazla sorun yoktu…)

Belediyeler ve yöneticileri, kimlerden oy aldığına bakmaksızın tüm halka hizmet götüren kuruluşlardır.

İcraatları böyle olunca, söylemleri de bu mecraya göre olmalı…

Belediye mensupları siyaset dışı davransınlar, demek istemiyoruz.

Her bireyin dünya görüşü, siyaset anlayışı elbet de olacaktır. Ama ağırlık daima bireyin makamı ve vermekle yükümlü oldukları hizmetle belirlenir. 

…….

Ama öyle olmuyor usta...

Özellikle büyük belediyeler siyasetin en ateşli odağında değil mi?

Yakın geçmişten bir örnek, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Erdoğan’dır.

Bu nedenle Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş adları gündemden düşmüyor.

Neyse, biz konumuza dönelim.

 

Vahdettin Hain miydi?


Rahmetli Ecevit’e göre değildi.

İlber Ortaylı’ya göre “hain” değil ama kandırılmış…

Bizzat Damat Ferit tarafından.

Ünlü tarihçiler bu konuda net tanımlamalardan kaçınıyor.

Halil İnalcık’ın da Vahidettin için “hain” türü bir tanımlaması yok.

Olması da gerekmiyor.

Ama hiç biri “ecdadımız” diye baş tacı etmiyor.

Fatih Sultan Mehmet’e gösterdikleri itibarı göstermiyorlar.

Ecdadımızla ilgili övgü, böbürlenme ve şişinme ihtiyacını “en iyiler” ile yapsak bile, kusurlarını görmezlikten mi geleceğiz?

Örneğin Kanunî’nin o muhteşem saltanatının 46 yılını sadece övgüyle mi dolduracağız? Taht uğruna öz evladını boğazlattığını yazmayacak mı tarih?

İstanbul’un fethi, “Kardeş Katlini” meşrulaştıran II. Mehmet kanunlarını unutturacak mı?

II. Abdülhamid’e gelirsek….

Osmanlı tarihinde en çok tartışılan padişah o…

Kızıl Sultan mı? Ulu Hakan mı?

İstibdatçı mı, hürriyetçi mi?

Muhafazakar mı, yenilikçi mi?

Ne olduğu bakış açısına göre değişiyor.

Ama hiç kimse O’na “hain” demiyor.

Livaneli, “Kaplanın Sırtında” adlı eserde Sultan hakkında söylenenlerin hepsine yer vermiş ama doğrudan ithamda bulunmamış.

O’nun daha çok insani yanına yönelmiş.

Diğer konuları daha çok Selanik Sürgününde sağlığıyla ilgilenmesi için görevlendirilen Doktor Atıf Hüseyin aracılığıyla sorgulanmış.

Yazar, kitabın son sayfasında dökümünü verdiği çok sayıda kaynaktan yararlanmış ve asla tarafgir davranmamış.

“Kaplanın sırtındayken her buyruğuna uyan o büyük güce egemensin, güçlüsün, mutlusun; ne var ki sırtından indiğin anda o kaplan seni pençesine düşmüş zavallı bir gazal gibi parçalar, hiç duraksamaz. Kaplanla birlikte yaşamanın tek koşulu onun efendisi olmaktır; ya efendisindir ya da kurban.” (Kitabın giriş bölümünden.)

Kitabı okurken, bir ara II. Abdülhamid’in 18. Yüzyılın ikinci yarısında değil de, aynı yerde Kanunî’nin yaşadığı Yüzyıl’da yaşasaydı, “sonu nasıl olurdu?” diye düşünüyorsunuz.

Yanlış zamanda, yanlış yerde mi bulunmuştu? 

Padişah Vahidettin’in 17 Kasım 1922'de İngilizlerin Malaya Zırhlısı ile İstanbul'dan Malta'ya kaçışını düşünüyorsunuz…

(Osmanlıya göre hünkâr, “vatan” demekti!)

Yanlış zamanda, yanlış yerde miydi?

İhanet bu muydu?

 


(Devam edecek: Bir sonraki mevzu Hiyanet-i Vataniye.)


 

28.09.2022, Ünyekent

https://www.unyekent.com/kose-yazilari/vatan_yahut_vahidettin-3481.html










21 Eylül 2022 Çarşamba

Alevilik Üzerine (4)

 


Alevilik Üzerine (4)

 

Kırklar Cemi

 Alevilerin bugün sürdürdükleri, erkânları 12 hizmetin yapıldığı ‘yol’a CEM denir. Toplanarak bu yolun ritüelini gerçekleştirdikleri ibadet mekânı cemevleridir. Cem yalnızca dinsel nitelikli bir toplantı değil, aynı zamanda hem ruhen yenilenme, yıkanma ve hem de toplumsal ve bireysel sorgulanma yeridir. Cem'in kaynağı Kırklar Cemi'dir. Cem ibadetini diğer inançlardaki ibadetlerden farklı kılan en önemli unsur; Cem'de bulunanların aynı zamanda toplumda hesap vermekle yükümlü olmalarıdır. Cem'de bulunanlar birbirlerinden "razı olmak" zorundadırlar.

Ünye’de Sahilköy Mahallesi'nde üç,  Gocuklu Mahallesi'nde bir, Erenyurt Mahallesi’nde iki olmak üzere Ünye’de 6 cemevi bulunmaktadır.

Alevîler, Hz. Muhammed'in son Peygamber olduğuna, Ali bin Ebu Talib'nin ise (Hz. Ali) Veliliğine (ya da İmamlığına) inanırlar. Alevîler, dini ritüellerini (ibâdetlerini) Cemevi'nde yaparlar. Kırklar Cemi denme nedeni, kamil insan olmanın Dört Kapı-Kırk Makam’dan geçerek gerçekleşebileceğine inanmalarıdır. (Halk arasında kırklara karışmak, “ermek” şeklinde dile getirilir.)

Kadir Gecesi'yle bağlantılı olarak üç gün ve Muharrem ayında ise on iki gün oruç tutarlar. Muharrem'den sonra da üç gün Hızır Orucu tutarlar.

 

İbadet

 Alevi inancına göre ibadetin temeli Hz. Ali’ye duyulan sevgiye dayanır. Alevilerin Hz. Ali’ye duydukları derin  sevgi, Hz. Ali’yi son derece ayrıcalıklı manevi bir iklime, makama yükseltilmiştir:

“Lâ-ilâheillallah, Muhammed Resullullah. Aliyyun Veliyullah, Veliyyun Aliyullah” biçiminde şahadet getirmeleri bu inancın sonucudur.  Ali’nin Peygamber’in vâsisi ve imamı, Muhammed’in mürşidi olduğu da ileri sürülür. Kesin olan, Ali sevgisinin, tarihsel gelişim sonucu her şeyin üstünde tutulduğudur. Nitekim, Allah, Muhammed, Ali üçlüsünü bir sayan inanç da bunun sonucudur.

 

On İki İmam (İmamiye)

 Halife seçiminde Ali’yi tutanların bağlandıkları geleneğe göre gerçek imam Ali’dir. Peygamber (Hz. Muhammet) yapılması gerekeni, kimin bu göreve getirileceğini kesinlikle bildirmiştir. İmamlık Ali’den sonra onun soyundan birine, oğluna, sırasıyla torunlarına geçmelidir. (Ehl-i Beyt). Ali, oğulları ve torunları ile, toplam olarak on iki kişidir. İslam dininin ilkelerine gerçekten bağlı kalınırsa, imamlar da bu on iki kişidir. (İsmet Zeki Eyüboğlu, Alevilik-Sünnilik İslam Düşüncesi, DER Yay.1989, s. 50)

Ali, Hasan, Hüseyin, Zeynelabidin, Muhammed Bakır, Cafer-i Sadık, Musa Kazım, Ali Rıza, Muhammed Taki, Ali Naki, Hasan Askeri ve son imam Mehdi. On ikinci imam olan Mehdi ölmemiştir, uygun gördüğü bir zamanda ortaya çıkacak ve insanlığı esenliğe kavuşturacaktır.

Alevilere göre “Dört Kapı Kırk Makam” İslam’ın temel öğretisidir, genel kurallar bütünü, Allah'a giden yolda geçirilmesi gereken aşamalar bütünüdür.


Dört Kapı – Kırk Makam

Dört Kapı ve Mertebeleri şunlardır:

·        Şeriat (Bel Kapısı / Mü’minlik Mertebesi),

·        Tarikat Kapısı (Yol Kapısı / Zâhidlik Mertebesi),

·        Hakikat Kapısı (İl Kapısı / Âriflik Mertebesi),

·        Marifet Kapısı (Gök Aman – Yer Ana / Mûhiplik Mertebesi).

 Dört kapının her biri 10 makam içerir. Hakikat sahibi olabilmek için, dört kapıdan geçerek, kırk makama ulaşmak gerekir.

Kul, Tanrı’ya Kırk Makam’da erer, ulaşır, dost olur. Bu makamların onu şeriat içinde, onu Tarikat içinde, onu Hakikat içinde, onu da Marifet içindedir.” (Makâlât-Hacı Bektaş-ı Veli)

Dört Kapı’dan geçerek kırk makama ulaşmakla “Kamil İnsan” olunur.

Tasavvuf ehli olmak bu yolculuğun gereğidir.

Bu mistik (gizemli) yolculuğa çıkan yollar, Batıni anlayışıyla döşenmiştir.

Fütüvvet, her tasavvuf ehlinde bulunması gereken niteliklerdendir.

Sufi, derviş yahut mürit olmak, oldukça zorlu bir sınavdan geçmeyi gerektirir.

Ancak, bu meşakkatli yol, biçimsel bir uygulama değildir; öz’e ilişkindir.

İnancı, dört kapıya, kırk makama ayırmak, insanları kurallara boğmak değil, tam tersi sayısız seçenekler sunmaktır. (Rıza Zelyut, Öz Kaynaklarına göre Alevilik, AKY Yay. 1990, s. 35)

 

Tasavvuf

 Tarikatların hepsi, hattâ tasavvufçulara bir reaksiyon olarak meydana gelen Melâmet bile tasavvufa dayanır; hepsinin kaynağı tasavvuftur. Tasavvufun Anadolu’da yayılması da Selçukluların düşkünlük, gerileme devrine, Moğolların akınları çağına ve sonraki dönem küçük beyliklerin kuruluşu zamanına rastlar. Babai isyanı gibi kurulu bozuk düzene karşı tam bir halk ayaklanması diyebileceğimiz isyan, sonradan çeşitli ayaklanmalarla sürüp gider. Sonunda 2 eylül 1341 de (1923) tarîkatlar kaldırılır; tekke ve zaviyeler kapatılır; böylece görünüşte, tarikatlar, Türkiye’de son bulur. (A. Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar)

Alevilerin tasavvuf anlayışı Sünni kesimden farklıdır; var olan her şey, Tanrı’nın zahiri (hayali) görüntüsüdür. Bu görünümler gerçek bir varlığın (Tanrı’nın) bir aynaya yansıyan görüntüsü gibidir. Canlı-cansız her varlık Tanrı’dan bir parçadır. Hallacı Mansur’un Enel Hak (Ben Tanrıyım) deyişini, 922 yılında Sünni din adamları anlayamamış ve onu öldürmüşlerdir.

 

Batınilik

 Tanrı kelamı vahiylerin (Kuran’ın) görünür (biçimsel) anlamından başka, bir de iç (öz) anlamı vardır. Kuran, sadece harflerden oluşan kelimeler ve cümleler topluluğu değildir.Batın (iç anlam), asıl olandır, amaçtır; hakikati ifade eder. İslam’ın şartı olarak ileri sürülenler (namaz, oruç, hac, zekat) ise vasıtalardır. Hakikate, tarikat ve marifet kapılarından ulaşılabilir.

Kur'an bu makama şu ayetle işaret eder: "O, ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır. (Hadid, 57/3)

 

Batınilik ve Tasavvuf

 Batıniliğin Müslüman toplumuna tepkisi, bilhassa tasavvuf yönünden olmuştur. Kalenderi, Haydarî, Babaî, Melâmetî gibi tarikatlar, Rûm Abdalları denen zümre, sonunda bütün bunları temsil ederek meydana çıkan Bektâşilik, Erdebil ocağına bağlanan ve Safevîleri meşru’ hükümdar, hattâ îmâm değilse bile İmâm’ın mümessili tanıyan Alevîlik, Bâtınî inançları benimsemiştir. (A. Gölpınarlı)

Batıniliğin iki önemli örneği olarak biri XIII. yüzyılda Babaî Hareketini, diğeri de XV. yüzyılda Rumeli‘de ve Anadolu‘da Şeyh Bedreddin isyanını gösterilebiliriz. (Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderîler, Türk Tarih Kurumu Yay.)

Şeyh Bedreddin’in eseri Varidat; içe doğanı ve insanın gönlüne düşeni (varid olanı) anlatır. Şöyle ki, hak yolcularının her şeyi doğru görüp doğru değerlendirmeleri için onların iç dünyalarında tecelli edeni görmeleri gerekir. İbadet etmekten amaç, ezeli ve büyük varlığa gönüllerin yönelmesi ve kapılmasıdır. Yoksa dünya umuruna dalmış bir kalp ile bin sene namaz kılmış ve oruç tutmuş da olsan hiçbir sevap kazanamazsın.

 

Fütüvvet

 Diyanet’in İslam Ansiklopedisi’nde Fütüvvet, başlangıçta tasavvufî bir mahiyet taşırken XIII. yüzyıldan itibaren içtimaî (sosyal), iktisadî ve siyasî yapılanmaya dönüşen bir kurum olduğu ifade edilir.

Yine Diyanet’e göre Fütüvvet kavramı Sünni tasavvuf çerçevesinde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. (Bkz. İslam Ansiklopedisi)

Fetâ sözlükte “genç, yiğit, cömert”; fütüvvet ise “gençlik, kahramanlık, cömertlik” anlamlarına gelir. Tasavvuf kaynaklarında, II. (VIII.) yüzyıldan itibaren önde gelen sûfîlerin fütüvvet kelimesini tasavvufî bir terim olarak kullanmaya başladıkları kaydedilir.

Gerek Horasan’da gerekse Irak’ta fetâ denilen ve en belirgin vasıfları cesaret, kahramanlık, cömertlik ve fedakârlık olan kişilere büyük bir hayranlık duyulmaktaydı.

Genel olarak fetâ ve fütüvvet kelimeleri sûfî ve tasavvuf anlamında kullanılmakla beraber tasavvufta bu terimlerden çok defa sûfîde bulunan fedakârlık, diğerkâmlık, iyilik, yardım, insan severlik, hoşgörü ve nefsine söz geçirme gibi ahlâkî nitelikler kastedilir.

Bu anlamda fütüvvet, bir önceki bölümde (3.Bölüm) bahsettiğimiz gibi Ahi Evran ve Ahilik kurumunun temel felsefesidir.



 Kızılbaşlık

Tarih boyunca Alevîler için kullanılan bu kavramın ilk olarak, Şah İsmailin babası olan Şeyh Haydar zamanında ortaya çıktığı görülür. Osmanlı kaynakları bu kavramı, Safevîleri destekleyen Türk boyları için kullanmışlardır.

“Kızıl-başlıkta inanç daha ziyade göreneğe ve ananeye dayanır. Bu bakımdan Alevilerin itikatlarını, ya kendileri ile beraber olup duyarak, görerek anlamak yahut mukaddes saydıkları kitaplarından, deyiş ve âyet dedikleri nefeslerden, yâni dinî ve hece vezni ile söylenmiş, dörtlüklerden meydana gelen şiirlerden istidlâl etmek icap eder.” (A. Gölpınarlı). Yalnız burada, bu şiirlerin, özde kimi ayrılıklar göstermekle birlikte Yunus’a, hattâ Ahmet Yesevî hikmetlerine dek uzanan bir birikimden yararlandığını, Bektaşilikle beslendiğini de belirtmek gerekecektir. Bu nedenledir ki zümre edebiyatlarını sınıflarken Alevi-Bektaşi halk edebiyatı biçiminde bir ayrıma gidilmektedir.

 

Sonsöz Yerine

 Anadolu Aleviliğine kaynaklık eden Safevi Şia'sı, zamanla özünden sıyrılarak yönetici kesimi temsil eden bir ideolojiye dönüşmüştür. Deyim yerindeyse Sünnileşmiş, günümüz İran toplumunun Şii ideolojisi haline gelmiştir.

Sünni camiada Kızılbaş deyişi  aşağılayıcı bir kavrama dönüşmüştür. Anadolu Alevi toplulukları için “dinden çıkmış”, gayri ahlaki (sapkın) adetlere bulaşmış insanları ifade etmek için kullanılır olmuştur. Ayrıştırıcı bir algıya dönüşen bu çabanın izleri bugün bile sürüp gitmekte, tarihteki örneklerine benzer biçimde kitlesel kıyımlara kadar varmaktadır.

Yakın zamanda yaşadığımız Kahramanmaraş ve Çorum katliamları, Sivas Madımak’ta 33 canın yakılması gibi olaylar, 1300 yıl önce yaşanan Kerbela kıyımını anımsatıyor.  

  

21.09.2022, Ünyekent

https://www.unyekent.com/kose-yazilari/alevilik_uzerine_4_kirklar_cemi-3471.html

 


14 Eylül 2022 Çarşamba

Alevilik Üzerine (3)


Alevilik Üzerine (3)

Alevilik üzerine yapılan bunca araştırmaya karşın Aleviliği tanımlamak zordur. “Alevilik nedir?” sorusuna yanıt vermek ve ne olduğunu ortaya koymak hayli sorunludur.

Bu konuda yazılan bunca esere rağmen kafadaki sorulara yeterince açıklık getirilmiş değildir.

Kökleri Orta Asya Türk-Şaman geleneklerine kadar uzanan Anadolu Aleviliği yahut Alevi-Bektaşi yaşam tarzını ortaya koymak; inanç, etnik yapı, dünya görüşü ve benzeri argümanları bir araya getirerek konuyu çözümlemek bugün bile hayli güçtür.

Aleviliği daha çok Sünni İslam karşıtlığında değerlendirip, dinsel bir parodiye indirgeyenlerin veya yalnızca siyasi yanıyla ilgilenip felsefi yanını görmeyenlerin konuyu yeterince anlayamayacağı (dolayısıyla anlatamayacakları) kanısındayız.

Burada amacımız Amerika’yı yeniden keşfetmek değildir.

Aleviliğe genel anlamda nasıl bakıldığını gösterip, Ünye özelinde durumun ne olduğuna bakmaktır. Dolayısıyla konuya derin bir bakış açısı getirmek gibi bir iddiamız olamaz.

Bu bölümde amacımız, Alevilik inancıyla ilgili tarihsel süreci özetlemek, Pir Sultanların, Yunus Emrelerin, Hacı Bektaş Velilerin hakkını teslim etmektir.

 

Alevi İnancı

Her ne kadar kökleri eski şaman geleneklerine kadar gitse de, Alevilik Hz. Muhammet sonrası ortaya çıkan iktidar çekişmesinin ürünü İslami bir akımdır.

Bir anlamda Alevilik, yalnızca inançlarının adı değil, yaşamlarının da adıdır.

Çünkü Alevilik biçime değil, biçimin arkasındaki öze yöneliktir. Tapınç (ibadet), onun yaşamının ayrıcalıklı anları değil, yaşamının bütünündedir. Alevilik, salt “inanç”, salt “yaşama biçimi”ni aşan bir bütünlüktür. Alevilik bir “düşünce, inanç ve yaşama yolu”; bir inanç, düşünce, yaşantı” birliği”; bir inanç-akıl-yaşam bütünlüğü”dür. Kısacası Alevilik bir inanç sistemidir. (Baki Öz, Alevilik Nedir? DER Yay. 5. Basım, 2008, s.28)

Aleviliğin İslam’la ilgisinin olmadığını söyleyenlerin yanında Aleviliğin İslam’dan ayrı düşünülemeyeceğini iddia edenler de var. Öte yandan Aleviliğin Türklük Kürtlük ya da Araplıkla ilgisi de tartışılan konuların başında geliyor. Anı şekilde Bektaşiliği Osmanlı icadı olarak görüp Aleviliği bozduğunu söyleyenler olduğu gibi , Türk rengi taşıyan Bektaşiliği Safevi ve Şii etkilerle İslam’a bağlandığını iddia edenler de var. (Ali Ezger Özyürek, Ayine Tuttum Yüzüme, Alter Yay, 2013, s. 84)

Anadolu’da Aleviliğin doğuşuna tarihsel süreç olarak bakmak gerekirse, karşımıza Babaî hareketi çıkar.

  

Anadolu’da Babaî Ayaklanması

1240 yılına tarihlenen Babaî Ayaklanması Alevîliğin doğuşunda önemli bir dönüm noktasıdır. Bu hareket dinî yahut mezhebî olmaktan ziyade, önemli ölçüde bir takım siyasî ve sosyo-kültürel sebeplerden kaynaklanmaktadır. Konar-göçer Türkmen toplulukların yaşamlarını ciddi anlamda etkileyen, devletin toprak rejimiyle ilgili yeni uygulamaları ve koymuş olduğu ağır vergiler önemli bir rol oynuyordu. (Ebû’l-Ferac Tarihi, (Çev. Ö. Rıza Doğrul), Türk Tarih Kurumu Yay., Ank., 1987, II, 439-440, 447-448.)

Ayrıca Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve veziri Sadettin Köpek gibi devlet yöneticilerinin Türkmenler’e yönelik kötü idareleri ve haksız uygulamaları da, Anadolu’da sosyal ve ekonomik dengeyi bozmuş, sonuçta ayaklanma artık kaçınılmaz bir hal almıştı. Bu ayaklanma için gerekli koşulların hazırlanmasında en önemli rol, Baba İlyas’a aittir. İlk fiili hareketi başlatan ise, onun propagandalarını yürütmekle görevli olan halifesi Baba İshak’tır.

Ayaklanma, iki buçuk ay sürmüş ve bu süreçte Babaîler, Selçuklu kuvvetlerini üst üste on iki kez yenilgiye uğratmışlar, fakat sonunda Gürcüler ve ücretli Frank askerlerinin de bulunduğu Selçuklu ordusuna yenilmişlerdir. Ayaklanma siyasal anlamda hedefine ulaşamamış olmakla birlikte bu hareket, Anadolu’da Sünnî olmayan inanç kesimlerini bir araya getirmiş ve örgütlü bir kitle oluşturmalarını sağlamıştır. Yine isyandan kaçıp kurtulabilen Türkmenlerin sıkı bir dayanışma içine girmelerine yol açmış ve böylece zaman içinde biri Bektaşîlik diğeri de Kızılbaşlık şeklinde ifade edilecek olan sosyal ve dinî yapılar ortaya çıkmıştır.

 

Bektaşilik

Babaî isyanından sonra göçebe kültür yapısına mensup olan Türkmen babaları, faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bunların içinde en tanınmışı ise, Bektaşîliğin kurucusu olarak kabul edilen Hacı Bektaş Velî’dir (d. 1209?, Nişabur - ö. 1271, Nevşehir).



Nişabur’da doğduğu bilinen ancak yılı tam olarak kestirilemeyen Hacı Bektaş Velî’nin  1271 yılında vefat ettiği anlaşılmaktadır. Hayatı hakkında ileri sürülenler, Hacı Bektâş’ı Orhan Gazi devrinde sağ olarak göstermek gibi daha birçok yönden eleştiriye açık çelişkiler ihtiva etmektedir. Çocukluğu doğduğu şehir olan Nişabur’da geçtiği, tasavvufla ilgili derslerini Hoca Ahmet Yesevi ‘nin halifesi olan Lokman Perende’den aldığı menakıpnamelerde anlatılır. (Kutluay Erdoğan, Alevilik Bektaşilik, 1993, İletişim Yay. S. 16)

Her ne kadar Hacı Bektaş Veli’nin Ahmet Yesevi ile olan bu ilintisi bazı çevrelerce reddedilse de, konuyu araştıran birçok yazar bu bağlantıya atıfta bulunmaktadır.

Hacı Bektaş Velî, Anadolu’ya muhtemelen Moğol istilası başladığında bir Haydarî dervişi olarak gelip, bir Vefâî şeyhi olan Baba İlyas’a intisap etmiş, onun halifeliği payesine ulaşarak bu hüviyetiyle Sulucakarahöyük’e yerleşmiştir. O, muhtemelen şeyhi Baba İlyas gibi, daha çok İslam öncesi eski Türk inançlarıyla yoğrulmuş ve yorumlanmış bir İslam anlayışını müritlerine öğretmekteydi. Hacı Bektaş Velî, isyandan sonra yerleştiği Sulucakarahöyük’te öncelikle bir Türkmen şeyhi olarak kendi cemaati içinde mürşitlik görevini sürdürmüştü. Diğer taraftan, Ürgüp yöresindeki Hıristiyanlarla da çok sıkı ilişkiler geliştirip onların ihtidasına zemin hazırlamıştı. Bu arada Anadolu’yu işgal eden Moğolların İslam’ı kabul etmeleri için de halifelerini dört bir yana yolluyordu. O, hitap ettiği Türkmen kitlelerine İslamî inançları –tıpkı Ahmed Yesevî gibi- karmaşık felsefi izahlardan uzak, basit ve anlaşılır bir dille ve ahlaki bir takım öğütlerle de bunları harmanlayarak akılcı bir tarz ve üslupta açıklamıştır. Bu yönleriyle onun, Ahmed Yesevî’nin Orta Asya’daki rolünü Anadolu’da devam ettirdiği söylenebilir. (Y. Nuri Öztürk, Tarihi Boyunca Bektaşilik, Yeni Boyut Yay., İst., 1997, s. 99-100.)

Babai ayaklanmasının yenilgisi sonrası dağılan muhalif yapıyı derleyip toparlayan, Kalenderilik, Vefailik, Yesevilik, Haydarilik gibi eski heterodoks inançları da kapsayarak Alevi-Bektaşi yaşam biçiminin Anadolu’da yerleşmesini sağlayan Hacı Bektaş Velî’dir.

Alevilik, Ocakzâde dedelere tabidir ve soya bağlıdır. Daha çok köylerde gelişip varlık bulmuştur. Soya bağlı Alevi tanımlamasında ortaya çıkan Ehl-i Beyt sözcüğü, peygamber soyundan gelenleri ifade eder ve bir kesim gerçek Alevi önderleri (dede)olarak onları öne çıkarır. “Ev halkı” anlamına gelen Ehl-i beyt (ehlü’l-beyt) terkibi ev sahibiyle onun eşini, çocuklarını, torunları ve yakın akrabalarını kapsamına alır. Cahiliye devri Arap toplumunda kabilenin hâkim ailesini ifade eden Ehl-i beyt tabiri, İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar sadece Hz. Peygamber’in ailesi ve soyu mânasına gelen bir terim olmuş, Hz. Muhammed’in kızı Fatıma’dan gelen soydur (“Seyyidlik” gibi). Bu soya giren her kişi Aleviler için kutsal bir önderdir.

Bektaşilik ise isteğe bağlıdır. Bektaşi önderlerinde ve mensuplarında soy-sop ilişkisi fazla aranmaz. Postnişin halife ve dede-babalara intisabı (bağlanması) vardır. Bu bağ akrabalık ilişkisinden ziyade “manevi” bir disiplini ifade eder. Daha çok şehirlerde gelişip yayılmıştır. Bu nedenle Anadolu’daki Alevilik; “Alevi-Bektaşi” deyişiyle birlikte kullanılır.

Anadolu’daki heterodoks dervişlerin (Abdalan-ı Rum), Osmanlı ile yakın ilişkileri, Alevi Bektaşi yaşam biçimin yaygınlaşmasında ve Yeniçeri Ocağının kurulmasında aktif rol oynamalarını sağlamıştır. (Haşim Şahin, Osmanlı Devletinin Kuruluş Döneminde Abdalan-ı Rum 1300-1400, Yüksek Lisans Tezi, 2001)



Velâyet-nâme, Hacı Bektaş Veli’ye atfedilen önemli eserlerden biridir. Hacı Bektaş hakkında bilinen her türlü bilgi ve rivayetten oluşur, asırlar boyunca ağızdan ağza tekrarlanan tarihî olaylarla, Hacı Bektaş-ı Veli'nin mucizeleri yan yanadır. Velâyet-nâme'de yazan olayların doğruluğu her Bektaşî tarafından kabul edilir. Osmanlı döneminde her tekkede bir kopyası bulunduğu için günümüze Türkiye'de, Türkiye dışındaki bazı önemli kütüphanelerde Anadolu'dan Balkanlara kadar Bektaşîliğin yayıldığı alanlarda ve şahısların ellerinde birçok nüshası bulunmaktadır. Eserin mensur manzum ve karışık olmak üzere üç tip nüshası vardır.( Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, cilt 14 sayfa 471- 472)

Velâyet-nâme'nin sonlarında Hacı Bektaş-ı Veli'nin Osman Gazi'yi tekkeye nasıl aldığına dair bir bölüm vardır. Buna karşın tarihçi Aşıkpaşazâde, Osman Gazi ve onun soyundan kimsenin Hacı Bektaş-ı Veli ile ilişkisi olmadığını belirtir. Hacı Bektaş-ı Veli'nin Babai ayaklanması sırasında Anadolu'ya gelmiş olması ve Osman Gazi'den önceki kuşaktan kişilerle olan yakınlığı, onun Osman Gazi ile görüşmesi hikâyesini şüpheli kılmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli'nin 1271'deki ölümünden sonra Velâyet-nâme'ye zaman içinde yeni malzemelerin eklendiği ve Osman Gazi ile ilgili bölümün sonradan, Osmanlı Hanedanı'nın Bektaşîliği kabul etmesinden sonraya rastladığı düşünülmektedir.

Hacı Bektaş Veli gibi Anadolu’da o tarihsel dönemde Aleviliğin önemli bir önderi de Ahi Evran’dır ve O’nun kurucusu olduğu Ahilik kurumudur.

 

Ahi Evran ve Ahilik

 Ahî Evran namıyla bilinen Şeyh Nasirüddin Mahmud Ahî Evran bin Abbas, Dünyanın ilk ve en kapsamlı esnaf, zanaat ve sanatkar oluşumu olan Ahi Teşkilatının kurucusu ve lideri, Debbağların (Dericilerin) piri, filozof ve mutasavvıftır. Anadolu coğrafyasında Nasreddin Hoca, Azerbaycan coğrafyasında Molla Nasreddin olarak bilinen efsanevi kişidir.



Ahî Evran, Şeyh Mahmud’un namıdır ve Eski Türkçede Ahi, Ağı, Eyi (İyi) dost, barışçıl ve uyumlu anlamında; Evran (Evren, Uzay, Kainat, bütünlük) anlamındadır. Ahi Evran namıyla “Evrenle-Her şeyle Dost” anlamı çıkarılabilir.

Ahilik, Ahi Evran tarafından Hacı Bektaş-ı Veli'nin tavsiyesiyle Anadolu’da 12. Yüzyılda kurulan bir esnaf dayanışma teşkilatıdır. Kurucusu Ahi Evran, aslen Horasan kökenli olup Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu’da yaşayan Alevî-Bektaşî Müslüman Türkmen halkın sanat, ticaret, ekonomi gibi çeşitli meslek alanlarında yetişmelerini sağlayan kişidir. Onları hem ekonomik hem de ahlaki yönden yetiştiren, çalışma yaşamını iyi insan meziyetlerini esas alarak düzenleyen bu örgütün Avrupa’daki zamandaş yapılanması loncalardır.

Ahi Evran'ın doğum tarihi kesin olmamakla birlikte 1171 yılıdır ve İran'ın Hoy kasabasında dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. Hoy kasabası daha Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey'den beri Türkmen yerleşim bölgesidir. (Mikail Bayram, Ahi Evran ve Ahi Teşkilâtının Kuruluşu, Konya 1991, s.135)

Ahiliğin temel mesleği "Dabbaklık"tır. Kendi kural ve kurulları vardır. Günümüzün esnaf odalarına benzer bir işlevi olan Ahilik iyi ahlakın, doğruluğun, kardeşliğin, yardımseverliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzendir.

Ahiliğin bir Alevilik yaratısı ya da türevi olarak değil, Aleviliği yaratan insanlarla köken ortaklığı olan, aynı değerler tarafından eğitilen, aynı kolektif bilincin taşıyıcıları durumunda bulunan insanların, hemen hemen aynı zaman aralığında kentlerde yarattıkları bir örgütlenme olduğunun bilince çıkmasıdır.

Ahi Evran'ın çocukluğu ve tahsil devresi Azerbaycan'da geçmiştir. Bundan sonra Horasan ve Maveraünnehir bölgesine gelip o yöredeki büyük üstadlardan dersler almıştır. 1203 veya 1204 yılında Bağdat'a gelmiş ve burada tanıştığı Evhaddü'd Din Kirmanî'nin tavsiyesiyle Abbasi halifesi Nasır Lidinillah'ın kurmuş olduğu Fütüvvet Teşkilâtına katılmış ve bu teşkilatın önde gelen şeyhleriyle temas kurma imkânı bulmuş, başta Kirmanî olmak üzere birçok üstaddan istifade etmiştir. O dönemde Bağdat'ın ilim ve irfan merkezi olması, Ahi Evran'ın çok yönlü bir fikir adamı olarak yetişmesini sağlamıştır. (Salih Özkan, Türk Eğitim Tarihi, Nobel Yayım Dağıtım, 2.basım Mart 2008)

1204 yılında Anadolu Selçukluları sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev'ı göndermiş, buna karşılık bazı ilim adamları ile birlikte Ahi Evran de Anadolu'ya gelmiştir. Ahi Evran Kayseri'ye yerleşmiş ve Fütüvvet Teşkilâtından esinlenerek ilk Ahi Teşkilâtını burada kurmuştur. 1227 ile 1228 yılları arasında muhtemelen Sultan I. Alaeddin Keykubad'ın arzusuyla Konya'ya yerleşen Ahi Evran, burada da sanatını icra etmiştir. Fakat Ahilerin en büyük hamisi olan Sultan I. Alaeddin Keykubad, II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in tertiplediği bir suikast sonucu öldürülünce, pek çok Ahi ve Türkmen cezalandırılmış, Ahi Evran de hapsedilmiştir.

II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in ölümünden sonra 1245 yılında serbest bırakılan Ahi Evran, Denizli'ye geçmiştir. 1247'de, Mevlana'nın oğlu Alaeddin Çelebi'nin Mevlana'nın yoldaşı Şems-i Tebrizi'nin öldürülmesinde parmağı olduğu iddiası yayılmıştır. Ahi Evran ile Alâeddin Çelebi bu süreçte birliktedir. Ancak Mevlana ve gönüldeşi Şems-i Tebrizi ile Ahi Evran arasında çekişme olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Ahi Evran gidip Kırşehir'e yerleşir ve hayatının sonuna kadar (15 yıl) burada kalır. (Salih Özkan, age s.46)

Ahi Evran’ın nasıl öldüğü tam olarak bilinmemektedir. Moğol istilası sırasında Moğollar tarafından öldürüldüğü veya Mevlana'nın müridi olan Nurettin Caca Bey tarafından katledildiği ileri sürülmektedir.

Velâyetname adlı eserinde Hacı Bektaş-ı Velî’nin sık sık Kırşehir'e gittiği ve Ahi Evran'la yaptığı sohbetleri anlatılır. (Abdülbaki Gölpınarlı, Vilayetname- Manakıbı Hacı Bektaş'ı Veli, İnkılap Kitabevi)



13. yüzyıl'da Anadolu'dan geçen ünlü seyyah İbn-i Batuta da Burdur, Gölhisar, Ladik, Milas, Gerçin, Konya, Niğde, Aksaray, Kayseri, Sivas, Gümüş, Erzincan, Erzurum, Birgi, Tire, Manisa, Balıkesir, Bursa, Görele, Geyve, Yenice, Mudurnu, Bolu, Kastamonu, Sinop gibi Anadolu şehirlerindeki ahi zaviyelerinden bahsetmekte ve buralarda misafir olduğunu zikretmektedir. (Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1984 s.211)

 (Devam edecek: Son bölüm: Tasavvuf, Fütüvvet, Batınilik, Dört Kapı–Kırk Makam)


  

14.09.2022, Ünyekent

https://www.unyekent.com/kose-yazilari/alevilik_uzerine_3-3457.html

 


 

7 Eylül 2022 Çarşamba

Alevilik Üzerine (2)


Alevilik Üzerine (2)

  

Sözlü kültür geleneğinin hakim olduğu, heterojen bir takım özelliklere sahip olan Anadolu Alevîlerinden bir bölümü Ünye topraklarını yurt edinmiştir. Ünye’nin Doğu kesimine (Cevizdere) ve Batı kesimine (Cüri) yerleşen Alevi nüfusun ana yerleşimi Göbü adıyla bilinir.

Ünye’nin her iki yakası aynı muhtarlığa bağlıyken, 1928’de Cevizdere yakası “Göbü Nalcı” ve Cüri tarafı “Göbü” köyü olarak ikiye bölünür.

TDK Derleme Sözlüğüne göre Göbü kelimesinin çok sayıda anlamı vardır:

Sacda pişirilen ekmek, bazlama, (Safranbolu –Zonguldak)

Kızgın yağa atılarak tavada pişirilen mayalı hamur, bazı yörelerde pişi denilen çörek.

Çamaşır tokacı, (Çarşamba -Samsun)

Kalın dikiş, yorgan dikişi, ilinti, (Çorum, Merzifon ve köyleri -Amasya)

Tozlu, topraklı yol, (Sille -Konya)

Kağnı arabalarının ön ve arka taraflarında bulunan iki tahta, (Taşköprü, Daday –Kastamonu)

Göbbasan, kağnının arkasındaki kalın ağaç, (Kamanlar-Ankara)

Fırışka, keşkek, cızlemeç, tarhana, (Bayramören-Çankırı)

 

Ünye’de Alevi Yerleşkeleri

 

Cevizdere Havzası’na sahilden başlayıp iç kesime yayılan Alevi nüfus; Yiğitler, Üçpınar, Kepsil, Tepeköy, Yeniköy, Kadılar ve doğu kesimde Gölcüğez gibi yerleşkelere dağılmışlardır.

Cüri Havzası’nda Göbü yerleşkesi ise, Sahilköy ve Sofutepesi adlarıyla anılan yerleşimlere sahiptir. Akçay tarafına yakın Kocuklu köyü de bu yerleşimler arasındadır.

Ünye’nin muhtelif topraklarına dağılan Alevi nüfusun görüldüğü yerler arasında Yeşilkent – Ballık (1946) ve Erenyurt yer almaktadır. TC İçişleri Bakanlığı, Meskûn Yerler Kılavuzu, Ankara 1946 tarihli belgede Yeşilkent Mahallesi'nin Ballık, Darahta ve Ekincik (Eski Adı: Öküzuşağı) köylerinin Alevi-Türk Yerleşimi olduğu kaydedilmektedir. (Kaynak: Nişanyan  Yer Adları Envanteri)

Ünye’de bilinen ilk Alevi yerleşimi Cumhuriyet öncesi döneme rastlar ve geldikleri yer Gümüşhane-Kürtün bölgesidir. Ünye’ye yerleşen Alevi-Türk nüfusun Çepni kökenli olduğuna dair bulgular, Kürtün’e ilişkin kaynaklarda yer almaktadır. Cevizdere Havzası iç bölgede yer alan Üçpınar köyü Alevi nüfusu ise Kürt kökenli olarak bilinir. Anadolu toplumlarının karmaşık nüfus yapısı burada da kendini göstermektedir.

Ünye Alevilerinin kendilerini Güvenç Abdal Ocağı’yla ilişkilendirmeleri ise, yine köklerinin Kürtün’e dayanmasından dolayıdır. Bu bağlantı, soy-sop ilişkisinden çok kültürel bir bağı ifade eder. Güvenç Abdal felsefesinin Ehl-i Beyt’e göre değil de Bektaşi geleneğine göre biçimlenmesi, bu bağın en önemli dayanağıdır.

 

Güvenç Abdal Kimdir?

 

Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi'nde adı geçen Güvenç Abdal, Tapduk Emre, Yunus Emre, Karadonlu Can Baba, Sarı Saltık, Ahi Evren gibi Türkmen dedelerinin en önemlilerinden biridir. Güvenç Abdal, Alevi-Bektaşi ereni olarak şeyhlik, müritlik, muhiblik, âşıklık kavramlarının betimlendiği felsefî bir menkıbe ile anılır.

Güvenç Abdal 13. Yy.’da Hacı Bektaş-ı Veli'den el aldıktan sonra Gümüşhane'nin Kürtün ilçesine bağlı Taşlıca köyüne gelir ve burada bir köy kurar. Bu köyün Anadolu’daki ilk Bektaşi yerleşim yeri olduğu söylenmektedir. Köklerinin Kürtün’den geldiğini söyleyen Ünye Alevi-Bektaşilerinin manevi bağlantısı, doğal olarak Güvenç Abdal Ocağı iledir. Sahilköy Cemevi’nin adı Güvenç Abdal ile anılır.

 

Ünye Alevilerinin Kökeni Kürtün

Kürtün, Danişmentli Türk Oymaklarından birinin adıdır.  Muhtemelen Çepni kökenli Türklerin Anadolu’da ilk yerleşim yerlerinden biridir. Kürtün sözcüğü, Türkçe bir sözcük olup, Osmanlı döneminde ﻛﻮﺭﺗﻮﻦ (Kürtün) veya ﻛﻮﺭﺗﻴﻦ (Kürtin) şeklinde yazılmıştır.

Türk Dil Kurumuna göre kürtün isminin anlamı; "rüzgârın kuytu yerlere topladığı kar yığını" ve "yük hayvanlarına vurulan palan, semer" olarak geçmektedir.

1301 ile 1427 yılları arasında Hacıemiroğulları Beyliği'ne bağlı bulunan Kürtün, 1479'da Osmanlı Devletine dahil edilmesinden sonra Trabzon Sancağı'na bağlı kaza konumuna gelmiş, özellikle 1486 tarihli Osmanlı tahrir defterinde Trabzon sancağına bağlı “Ze’amet-i Kürtün” adlı bir idarî bölge oluşturulmuş, Giresun Kalesi ve çevresi de nahiye statüsünde Kürtün'e bağlı bir yerleşim yeri olarak gösterilmiştir.

 

Hacıemiroğulları ve Tacettinoğulları Beylikleri

 Hacıemiroğulları, daha önce Türk toprakları olan Tokat'ın kuzeyi ve Mesudiye ile birlikte kendilerinin Türk topraklarına kattığı Ordu, Giresun, Samsun doğusu ve Trabzon batısında hüküm sürmüş, Orta Karadeniz Bölgesi’nin büyük bir bölümünü Türk vatanı yapmış ikinci dönem Türk beyliğidir. Kurucusu Hacıemir İbrahim Bey'dir. Bu beylik, Türkmenleri ağırlıklı olarak Selçuklu Hanedanının bölgeyi fetih için sınır boyuna yerleştirdiği Oğuzların Çepni boyuna mensuptur. (Bahaddin Yediyıldız. Ordu Yöresinin Tarihi Kaynakları. 1992, Ankara: TTK.)

Beyliğin tarih sahnesine çıkması 1301 yılıdır. Fakat Hacı Bektaş Velî’nin (1209?-1270 / 71) bu bölgedeki Çepni Türkmenlerinin yerleşmesine yardımcı olmak maksadıyla Güvenç Abdal'ı, Kürtün'de bulunan Süme Kalesi'nin batısındaki Taşlıca köyüne gönderme tarihi 1260’lara denk gelmektedir.

Hacıemiroğulları, köken bakımından Danişmendliler’e dayanmaktadır. Yine aynı kökenden gelen ve bölgenin Türkleşmesinde en az Hacıemiroğulları kadar etkisi olan diğer Türk Boyu Tacettinoğlu Beyliği’dir.

Eretnalıların Taceddinoğulları üzerinde nüfuz tesis etme çabalarının sürdüğü bir sırada, Taceddin Bey, Canik bölgesindeki faaliyetlerini artırmıştır. 1379’da Yeşilırmak havzasının denize ulaştığı sahayı Ünye’ye kadar ele geçiren Taceddinoğulları, Komnenos hanedanının yöredeki en önemli rakibi haline gelmiş, Trabzon Rum Devleti bu beylik ile diplomatik münasebet kurma zorunluluğu hissetmiştir. (Anthony Bryer-David Winfield, The Byzantine Monuments and Topography of the Pontos I, Washington 1985, s. 102)

Canik yöresinin en büyük iki Türk beyliği, Hacıemiroğulları ve Taceddinoğulları arasında başlayan mücadele, aslında Anadolu’nun genel siyasî durumunu yansıtması bakımından önemli bir örnektir. Kadı Burhaneddin’in aracılığına rağmen Ordu’ya akınlar düzenleyen Taceddin Bey, daha sonra büyük bir ordu hazırlayarak Hacı Emiroğulları üzerine yürüyecektir. Ancak, 24 Ekim 1386’da başlayan savaşta, 12.000 kişilik bir kuvvet ile Ordu’ya doğru ilerleyen Taceddin Bey, Emir Süleyman’ın kuvvetleri karşısında duramayacak ve 3.000 askeri ile birlikte harp meydanında can verecektir. (K. Dilcimen, Canik Beyleri, s. 34)

 

Alevi Göçü’nün Merkezi Olarak Kürtün

 Giresun Osmanlı idaresine girdiğinde Kürtün buraya bağlı bir nahiye durumundadır. Giresun kazâsı 1486 tarihli tahrir defterinde Trabzon sancağına bağlı “ze’amet-i Kürtün” adlı idarî bölgenin merkezi durumundadır. 1515’te Kürtün kazâsına bağlı Çepni Vilâyeti tabirine rastlanmakta ve Giresun bu vilâyetin merkezi durumundadır. 16. Yüzyıl literatüründe kullanılan Çepni Vilâyeti tabiri zamanla yerini Giresun kazâsı’na bıraktı. İncelenen dönemde Giresun, Trabzon sancağının en batı ucunu oluşturmakta ve Canik Sancağı ile olan sınırı şehrin batısındaki Batlama deresinden başlatmaktaydı. (Kaynak: Feridun Emecen, “Giresun”, DVİA, Cilt 14, İstanbul 1996: 78-84.)

Moğolların zulmünden kaçan Türkmenlerin iskan edildiği bu bölge, daha sonraki yıllarda; Osmanlı-Safevi savaşı sonrası iki taraflı bir göçe sahne olmuştur. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı sırasında Şah İsmail’den yana saf tutan Aleviler İran’a göçerken, sonraki yıllarda Şah Tahmasb ile anlaşamayıp yeniden Anadolu’ya göçmüşlerdir.

18. yüzyıl sonlarında Kürtün sınırları içinde Kürtün-i Zir ve Kürtün-i Bala isimleriyle Trabzon sancağına bağlı birer idari birim oluşturulmuştur. 19. yüzyılın ilk yarısında ise, Osmanlı vesikalarına göre 1837'de Kürtün ilk defa Trabzon Sancağı idari biriminden çıkarılmış, Kürtün-i Zîr ve Kürtün-i Bâlâ adlarıyla Gümüşhane Sancağının birer kazası durumuna gelmiştir. 1849 yılında ise nüfusun azlığı ve derebeylerle olan mücadelelerden dolayı artan göçler sonucunda kazalıkları kaldırılmış, Aşağı Kürtün (Kürtün-i Zir) ve Yukarı Kürtün (Kürtün-i Bala) ile Harşit birer nahiye statüsünde Gümüşhane'ye bağlanmıştır.



Bu süre içerisinde en önemli gelişme, 1806 yılında bertaraf edilen Aşağı Kürtün Ayanı Süleyman’ın yöre halkına yaptığı zulüm ve göç hareketleridir.

Aşağı Kürtün olarak adlandırılan Meadin-i Hümayun’a tabi Kürtin-i Zir kasabasında Müslümanların öldürüldüğü, mallarına el konulduğu ve Gayri Müslimlerin madende zorla çalıştırıldıkları tespit edilmiştir. (Kaynak: Necmettin Alkan, “Kürtün-i Zir Kazası Âyân-ı Süleyman Meselesi” Karadeniz Araştırmaları Dergisi, sayı 12)

Kürtün’den göç olayının diğer bir sebebi de, dağlık olan bu bölgenin zor yaşam koşullarıdır. 18. Yüzyıl’da ve takip eden zamanlarda sıkça görülen bir uygulama olarak, Âyânların tarıma elverişli topraklara bu bölgeden insan naklettikleri görülür. (Kaynak: Abdullah Bay, Trabzon Eyaleti’nde Mütegallibe Hareketleri ve Âyânlık (1750 – 1850), Doktora Tezi)

Kürtün’den Ünye’ye Alevi göçünün nedeni olarak ileri sürülen sebeplerden biri de, bölgede Alevilere yapılan insanlık dışı baskılardır. Küçük el sanatlarıyla geçimini sağlayan Alevi köylerinin ticareti çeşitli bahanelerle engellenmiş, bölgedeki Gayri Müslimler üzerinden yaptıkları alış verişe dahi izin verilmemiştir. (Kaynak: Sahilköy Muhtarı Mehmet Şensoy)

Kürtün merkezli küçük el sanatları nedeniyle etnik bir yapıya adını veren “Nalcı” tabiri, bu topluluğun Alevi-Bektaşi yanını ifade edebilecek niteliktedir. Kürtünnü(ler): Ordu Ünye ilçesine bağlı Kuz köyünde “Alevi” anlamlı olarak tespit edilen bu kelime (DS-VIII: 3047), önemli bir Alevi-Bektaşi topluluğun yaşadığı Gümüşhane’ye bağlı Kürtün ilçesinin adıyla ilgili olmalıdır. Geçimlerini demircilikle sağlayan bu Alevi Türk toplulukları, Karadeniz bölgesi ile Bayburt ve Gümüşhane yörelerinde Nalcı olarak da bilinir ve anılırlar. (A. Günşen, Anadolu Ağızlarında ‘AleviBektaşi” adlı Sunumdan.)

Nalcı(lar): Karadeniz bölgesinde Ordu (Ünye, Fatsa), Trabzon, Giresun, Samsun, Karadeniz Ereğlisi ile Bayburt ve Gümüşhane (Kürtün) yörelerinde yaşayan ve geçimlerini baba meslekleri olan demircilik (kazma, kürek, karasaban, kılıç, kalkan ve özellikle at nalı) yaparak sağlayan Türk toplulukları, yöre halkı tarafından mesleklerinden dolayı Nalcı olarak anılmaktadır (A. Duran Gülçiçek, (2004). Alevilik (Bektaşilik, Kızılbaşlık). Eröz ve Türkdoğan’a göre de; Ordu-Sinop arasındaki dağlarda, Çepni bakiyesi olması muhtemel olan Alevi Türk topluluğu, bu adla anılmaktadır (M. Eröz (1990). Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.s. 18; O. Türkdoğan, 1995: Alevi Bektaşi Kimliği, İstanbul: Timaş Yay 208, 484).

Karadeniz’deki Alevi-Bektaşi Türk toplulukları Hacı Bektaş Veli’nin dervişlerinden olan ve türbesi Hacıbektaş’taki Pir Dergâhı’nda bulunan Güvenç (Genç) Abdal bağlılarındandır (A. Duran Gülçiçek, 2004: Alevilik (Bektaşilik, Kızılbaşlık), s.  243).

(Devam Edecek: Alevi İnancı, Alevilik-Bektaşilik ve Ehl-i Beyt)

 

Ünyekent, 07.09.2022

https://www.unyekent.com/kose-yazilari/alevilik_uzerine_2-3444.html