Vatan yahut Vahidettin
Bilgisayarımın başında Zülfü
Livaneli’nin “Kaplanın Sırtında”
adlı eserinden bir takım notlar alırken, bir yandan da televizyondan Tarkan’ın İzmir Konseri’yle bağlantılı
haberleri dinliyorum. İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer’in o konserdeki konuşmasına gelen tepkilere
odaklanıyorum bir müddet.. .
Ne demişti Soyer:
“100 yıl önceydi. Bu
toprakları yönetenler gaflet, delalet ve hatta hıyanet içendeydi. Gençleri,
kadınları ve geleceği hiç düşünmediler. Sadece saraylarındaki saltanatı korumak
için bütün milleti ateşe attılar.”
Nutuk’tan alıntı yapar gibi aynen böyle
demişti.
İktidar cephesi sert tepki verdi.
Bahçeli: “devşirme hastalığıdır” dedi.
Ak Parti Sözcüsü Ömer
Çelik, Soyer’in Osmanlı devletini hedef almasını “şuursuzluk” olarak
değerlendirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan
“köksüzler” dedi.
Kimileri ise
“Osmanlı'yı hain ilan ediyor ama işgalci Yunan'ın adını zikretmiyor”
diyerek eleştirdi.
Tunç Soyer eleştirilere cevaben;
“Biz işgalcilerin
gemileriyle kaçan saray erkanının değil, bağımsızlığımız için göğsünü siper
eden Mustafa Kemal Atatürk'ün ve bu uğurda canını feda eden atalarımızın
izinden yürümeye devam edeceğiz.”
diyerek konuyu bir ileri boyuta taşıdı.
Senin ne işin var Vahdettin’le, ihanetle filan
diyebilirsiniz…
Okuduğum kitaba odaklanmamı önerebilirsiniz.
Sırası gelince
Livaneli’nin eserine değineceğim ancak bu konu iki açıdan önemli:
1- İşgalci düşmanın gemileriyle kaçan son padişah Vahidettin
hain mi?
2- 100 yıl önceki saray zihniyetiyle, bugünün sarayı aynı
nokta mı?
Karşı Cepheden Tunç Soyer’e Bakmak
Günümüzde aşınmış, gerçek anlamını yitirmiş de olsa, birini hainlikle suçlamak sıradan bir tanımlama değildir. Hele bu insan, ecdadımız saydığımız Osmanlı’nın son padişahı bir zat ise, “ihanet” ettiğini söylemek ağır bir hakaret sayılır.
Konuyu bu zamanda böyle bir mecraya dökmek, gündem
yaratmakla eş değerdir.
Atatürk’ün “Nutuk” adlı eserinden esinlenmiş de olsa vebali
vardır, ağırdır, tepki alır…
Ülkenin üçüncü büyük nüfusuna sahip İzmir’in Şehri Emini Tunç Soyer’den gelirse bu tanımlama,
durum daha vahimdir.
(Muhalefet liderlerinden biri söyleseydi o sözleri fazla
sorun yoktu…)
Belediyeler ve yöneticileri, kimlerden oy aldığına
bakmaksızın tüm halka hizmet götüren kuruluşlardır.
İcraatları böyle olunca, söylemleri de bu mecraya göre
olmalı…
Belediye mensupları siyaset dışı davransınlar, demek
istemiyoruz.
Her bireyin dünya görüşü, siyaset anlayışı elbet de
olacaktır. Ama ağırlık daima bireyin makamı ve vermekle yükümlü oldukları
hizmetle belirlenir.
…….
Ama öyle olmuyor usta...
Özellikle büyük belediyeler siyasetin en ateşli odağında
değil mi?
Yakın geçmişten bir örnek, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve
Erdoğan’dır.
Bu nedenle Ekrem
İmamoğlu ve Mansur Yavaş adları
gündemden düşmüyor.
Neyse, biz konumuza dönelim.
Vahdettin Hain miydi?
Rahmetli Ecevit’e göre değildi.
İlber Ortaylı’ya göre “hain” değil ama kandırılmış…
Bizzat Damat Ferit tarafından.
Ünlü tarihçiler bu konuda net tanımlamalardan kaçınıyor.
Halil İnalcık’ın da Vahidettin için “hain” türü bir tanımlaması yok.
Olması da gerekmiyor.
Ama hiç biri “ecdadımız”
diye baş tacı etmiyor.
Fatih Sultan Mehmet’e gösterdikleri itibarı göstermiyorlar.
Ecdadımızla ilgili övgü, böbürlenme ve şişinme ihtiyacını
“en iyiler” ile yapsak bile, kusurlarını görmezlikten mi geleceğiz?
Örneğin Kanunî’nin
o muhteşem saltanatının 46 yılını sadece övgüyle mi dolduracağız? Taht uğruna
öz evladını boğazlattığını yazmayacak mı tarih?
İstanbul’un fethi, “Kardeş Katlini” meşrulaştıran II. Mehmet
kanunlarını unutturacak mı?
II. Abdülhamid’e gelirsek….
Osmanlı tarihinde en çok tartışılan padişah o…
Kızıl Sultan mı? Ulu Hakan mı?
İstibdatçı mı, hürriyetçi mi?
Muhafazakar mı, yenilikçi mi?
Ne olduğu bakış açısına göre değişiyor.
Ama hiç kimse O’na “hain” demiyor.
Livaneli, “Kaplanın Sırtında” adlı eserde Sultan hakkında
söylenenlerin hepsine yer vermiş ama doğrudan ithamda bulunmamış.
O’nun daha çok insani yanına yönelmiş.
Diğer konuları daha çok Selanik Sürgününde sağlığıyla
ilgilenmesi için görevlendirilen Doktor
Atıf Hüseyin aracılığıyla sorgulanmış.
Yazar, kitabın son sayfasında dökümünü verdiği çok sayıda
kaynaktan yararlanmış ve asla tarafgir davranmamış.
“Kaplanın sırtındayken her
buyruğuna uyan o büyük güce egemensin, güçlüsün, mutlusun; ne var ki sırtından
indiğin anda o kaplan seni pençesine düşmüş zavallı bir gazal gibi parçalar,
hiç duraksamaz. Kaplanla birlikte yaşamanın tek koşulu onun efendisi olmaktır;
ya efendisindir ya da kurban.”
(Kitabın giriş bölümünden.)
Kitabı okurken, bir ara II. Abdülhamid’in 18. Yüzyılın
ikinci yarısında değil de, aynı yerde Kanunî’nin yaşadığı Yüzyıl’da yaşasaydı,
“sonu nasıl olurdu?” diye düşünüyorsunuz.
Yanlış zamanda, yanlış yerde mi bulunmuştu?
Padişah Vahidettin’in
17 Kasım 1922'de İngilizlerin Malaya Zırhlısı ile İstanbul'dan Malta'ya
kaçışını düşünüyorsunuz…
(Osmanlıya göre hünkâr, “vatan” demekti!)
Yanlış zamanda, yanlış yerde miydi?
İhanet bu muydu?
(Devam edecek: Bir sonraki mevzu Hiyanet-i Vataniye.)
28.09.2022,
Ünyekent
https://www.unyekent.com/kose-yazilari/vatan_yahut_vahidettin-3481.html