Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - V
Hristiyanlığın Doğuşu
Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu'nun, egemenlik alanına giren
topraklar üzerinde ortaya çıkmış ve Anadolu topraklarında yayılım göstermiştir.
İlk ortaya çıktığında Hristiyanlığın hukuki ve siyasi bir amacı yoktu, sadece vicdanları
doğru yola sevk etmeyi amaçlıyordu.[1]
Hristiyanlık, vahye dayalı bir dünya görüşüne sahip olmadığı
için, Roma düşüncesini ödünç almak durumunda kalmış, daha sonra bu düşünceden
ayrıntılı bir teoloji ve metafizik oluşturmuştur. Hz. İsa, haksızlıkları
eleştirmiş, sıkıntı çekenlere yardım elini uzatmış ama çözüme ilişkin bir
çabası olmamıştır. Hristiyanlık öğretisinde ideal bir toplum düzeni yer almaz.
Çünkü önemli olan dünya düzeni değildir, ruhun ait olduğu Tanrı'nın düzeni
önemlidir.
Hristiyanlığın özellikle ilk dönemde “pasif” bir tavra yönelir. Çünkü iktidarla güç birliği yapan
Musevilerin karşısında kendi varlıklarını koruma çabasındadırlar. Getirdiği
hükümler toplum düzeninden çok toplumda ahlâkı yaymakla ilgilidir.
Hz. İsa, "Sezar’ın
hakkını Sezar’a, Tanrı'nın hakkını da Tanrıya verin" (Matta, 22: 21;
Markos, 12: 16-17; Luka, 24-25) derken, Hristiyanlığa gelinceye kadar var
olmayan bir siyasî ve dinî iktidar ayrımını oluşturmuş bulunuyordu. Onun
dönemindeki Hristiyanlığın, siyasî iktidar karşısındaki ilk tavrının bir tür pasifizm olduğu söylenebilir.[2]
Başlangıçta binbir güçlükle, gizli ibadetlerle sürdürülen
Hristiyan inancı, “nereden nereye!” dedirtecek bir düsturla yayılıp genişledi.
Ünye Kızılkaya gizli kiliseleri (kaya kovuğu) gibi örneklerini gördüğümüz bu
dinin Ortaçağ boyunca genişleyip zenginleşmesi, insanlığa zulmeden bir hal
alması tarihte ender görülen paradokslardandır.
Gördüğü baskıya rağmen Hristiyanlığın Roma imparatorluğu
içinde hızla yayılması ve imparator Constantin
zamanında bir tehdit oluşturması nedeniyle İmparator, siyasi liderliğin
kendisinde kalması ve devlet işlerine karışmaması şartıyla Hristiyanlığı resmî
din olarak kabul etti, dini liderliği de papaya bıraktı.[3]
Hristiyanlığı ve kiliseyi tanıyan devlet, kilise normlarını ve
hayatın manevi hedeflerini de tanımak zorunda kalmış ve kendi yapısını
kilisenin yapısı ile bütünleştirmiştir. Dönemin ünlü isimlerinden Aurelius Augustinus, Hristiyan inancı
ile klasik Yunan-Roma düşünüşünü uzlaştırmaya çalışmış, Stoacıların ve
Platon'un görüşlerinden yararlanarak Antik felsefeyi Hristiyanlığın temeli
yapmıştır.[4]
Augustinus, ideal devlet olarak Tanrı devletini göstermekte,
dünya devletinde insan arzularının, tanrısal devlette ise Tanrı sevgisinin
hâkim olduğunu belirtmektedir. Bu felsefe ileride feodal sistem sahiplerinin
işine yarayacaktır.
IV. yüzyıldan itibaren Hristiyanlığın hızla yayılmaya başlamasıyla birlikte, Avrupa'nın siyasî ve sosyal yapısında da köklü değişiklikler meydana gelmiştir. Kuvvetli derebeyleri karşısında çok defa acze düşen kralların, papalardan yardım istemeleri, kilise otoritesinin artmasına yardımcı olmuştur. Kilise otoritesinin artmasına yardım eden bu tür olayların yanı sıra kilise, kendine resmî bir doktrin oluşturmaya başlamıştır. Ruhanî iktidarın dünyevî iktidara üstün olduğu şeklinde ifade edilen bu iddianın temeli, insandaki ruh-beden ilişkisine dayandırılıyordu. Bu dönemden sonra yerleşen inanca göre, dinsel iktidar ruhu, bedensel iktidar ise bedeni yönetir. Ruh, bedenden üstün olduğuna göre, siyasî iktidar da dinsel iktidara boyun eğmelidir.[5]
Böylece kilise, devlete göre üstün ve belirleyici bir konuma geçti.
Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma imparatorluğu olarak
ikiye bölünmesi, din ve siyaset ilişkilerinde iki farklı durum ortaya çıkardı.
Batı Roma imparatorluğuna hâkim olan Katolik mezhebinin siyasetle ilişkisi,
teokratik bir yönetim anlayışına büründü.
Ortodoks mezhebin hâkim olduğu Doğu Roma yani Bizans
pratiğinde ise devlet, başlarda bütünüyle dine hâkimdi. Din, devlete bağlıydı.
Patrik, imparatorun dünyevi iktidarını ve siyasî kararlarını destekler, buna
karşılık olarak imparator, kiliseyi korur ve kilisenin resmi din görüşünü
savunurdu. Bu anlayışta kilise, devletle birlikte vardır; fakat o, devletin
dışında ya da üstünde değil, devlet düzeni içinde resmi bir kurum niteliğindedir.
X. yüzyıla gelindiğinde kilise, Batı Avrupa'da ekonomik yönden
en güçlü kurumlardan biri olmuştu. Kilisenin kendisi, en büyük toprak
sahiplerinden biriydi. Paris’teki Notre Dame ve Hollanda’daki Saint Trond
Abbeliği, Avrupa’nın en geniş yurtlukları arasında sayılıyordu. Bunlar içinde
çiftlikler, bağlar, ormanlar, otlaklar, sayısız haralar, pek büyük sürüler
vardı. Kilise prensleri, bundan başka aşar yani her köylünün gelirinin onda
birini de alıyorlardı.[6]
Feodal toplumsal örgütlenmenin yerleştiği dönemde (X-XII. yy.)
siyasî düşünce, kilise ile dünyevi iktidar arasındaki ilişkinin yeniden
belirlenmesine yönelik olmuş ve bu süreç, kilisenin dünyevi iktidar üzerindeki
egemenliğinin kurumsallaştırılması sonucunu doğurmuştur.
VII. Gregorius'un 1073'te papa olmasından sonra, kilisenin
dünyevi iktidar üzerindeki üstünlük iddiaları daha açık ifade edilmeye
başlanmıştır. Ona göre Hristiyanlığın ruhanî lideri papa, dünya üzerinde bir
Hristiyan toplumunu kurmakla yükümlüdür. Papa, Petrus'un vekili sıfatıyla iman
ve öğreti ile ilgili sorunlarda son sözü söyleme yetkisine sahiptir. Ancak yine
ona göre papanın egemenlik alanı, kilise ile sınırlı değildir. Krallar ya da dünyevi
iktidar sahipleri, iktidarlarını Hristiyanlığın amaçları doğrultusunda kullanmakla
yükümlüdürler ve bu nedenle onlar da, papanın otoritesine ve emirlerine bağlı
olmak zorundadırlar. Çünkü kralların iktidarları Tanrı tarafından
verilmektedir. Dolayısıyla görevini yapmakta başarısız olan kralın yönetme
hakkı, papa tarafından alınabilir. Yine bu görüşe göre, imparatorların
Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi oldukları şeklindeki inancın yanlışlığı ilan
edilmiştir.[7]
İki Kılıç Kuramı
Orta Çağ siyasî düşüncesini belirleyen temalardan bir diğeri,
ruhani ve dünyevi iktidarlar arasındaki ilişkinin bir kez daha, ama farklı bir
biçimde düzenlenmiş olmasıydı. İki kılıç kuramı şeklinde ifade edilen bu
anlayışla birlikte, kiliseye hem dünya işlerini idare etme, düzeni ve adaleti
sağlama ve hem de ruhsal alanı yönetme yetkisi verilmiştir. Dünya işlerini
idare etmeye yarayan maddi kılıç kralların eline verilmekle birlikte, krallar
bu kılıcı kilisenin buyruklarına uygun olarak kullanmak zorunda bırakılmıştır.[8]
İlk Hıristiyanlığın bütün iktidarların Tanrı'dan geldiği ve
her türlü iktidara boyun eğmenin bu yüzden zorunlu olduğu yolunda Paulus’un, “direnenler lanetleneceklerdir"
deyişiyle pekiştirilmiş anlayışı XI. Yüzyıla kadar geçerliliğini büyük ölçüde
korumuştu. Örneğin, X. Yüzyılda (940'larda), Vercelli'li Atto, kralın
Hıristiyanlığa düşman bir kimse olması halinde bile, krallığa karşı direnmenin
dine saygısızlık olacağını yazmakta ve kötü iktidarın Tanrı tarafından iyileri
sınamak için gönderildiğini belirtmekteydi: "Tanrı, riyakar olanın
egemenliğini sağlamaktadır, çünkü insanlar günahkardır.[9]
Aziz Paulus yahut Pavlus, Hıristiyan Dünyası’nda Aziz
(Saint) unvanı kullanılan isimlerden biridir, Tarsus doğumlu olup Musevi
kökenlidir ve asıl ismi Saul’dur. Önceleri Hz. İsa taraftarlarını yok etmekle
görevliyken, kendisi de bu dinin yayıcıları arasında yer almıştır. Damascus
(Şam), Kudüs ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde çalışmalar yapmış, en son Tarsus’a
geçmiş, Antakya ile temasta bulunmuştur. Pavlus, İsa’nın öğretilerine sempati
duyanların hızla arttığı Antiocha’da (Antakya) Kudüs’teki kilise tarafından
buraya yollanan Barnabas ile birlikte çalışmıştır. Antakya kentinde İsa
öğretisine inananlar ilk defa Hıristiyan
adını almışlardır. Pavlus ve Barnabas, Seleucia ve Kıbrıs’ı ziyaret ettikten
sonra Anadolu’ya geçmişler, Pamfilia ve Pisidia’yı dolaşmışlardır.
İslami kaynaklar Pavlus’u semavi dinlerin getirdiği tevhid
inancı ile putperestlik inancını sentezleyerek yeni bir inanç sistemi
oluşturmakla suçladılar. Hatta Hıristiyanlığı bozmak ve Hıristiyanlar arasında
ayrılık çıkarmak için Yahudiler tarafından görevlendirilen bir kişi olduğunu
ileri sürenler oldu. Pavlus, son tahlilde müesses nizama karşı çıkanları
“lanetli” sayması, Enternasyonal Marşı’na
kadar girmiştir:
“Debout!
les damnés de la terre!”
(Ayağa kalkın, yeryüzünün lanetlileri!)
Devam Edecek: Hristiyan Felsefesinin Antik Felsefeyle
İlişkisi
Kaynaklar:
Ağaoğulları, M. Ali - Köker, Levent, 1991, İmparatorluktan Tanrı Devletine, İmge Kitabevi
Kışlalı, Ahmet Taner, 1987, Siyaset Bilimi, Ankara, İmge Kitabevi
Şenel, Alaaddin, 1990, Siyasal düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat
Yay.
Zubritski, 1980. İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal
Toplum, Sol Yay.
Büyük, Celal. 2004, Orta Çağ Batı Düşüncesinde Hıristiyanlık-Siyaset
İlişkisine Genel Bir Bakış, Dini Araştırmalar, Dergi Park, Cilt: 7 Sayı: 19
Cassirer, Ernst. 1984, Devlet Efsanesi, Remzi Kitabevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder