17 Eylül 2025 Çarşamba

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - V

 


Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - V

                                                                               

 Bizans feodalizmi üç ayrı kurumla yönetilir; merkezi krallık, derebeylikler ve kiliseler. Her birinin kendine ait toprakları bulunur. Başlangıçtan itibaren Pagan inancına sahip Roma’nın ikiye bölünmesinde ve köleci üretim ilişkilerinden feodal sisteme geçişte Hristiyanlık kurumunun oldukça önemli bir işlevi vardır. Batı Roma’da Katolik Kilisesi feodalleşme sürecine başından itibaren katılırken, Doğu’da Ortodoks Kilisesi feodal bir unsur olarak daha geç devreye girdi.


 

Hristiyanlığın Doğuşu

 

Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu'nun, egemenlik alanına giren topraklar üzerinde ortaya çıkmış ve Anadolu topraklarında yayılım göstermiştir. İlk ortaya çıktığında Hristiyanlığın hukuki ve siyasi bir amacı yoktu, sadece vicdanları doğru yola sevk etmeyi amaçlıyordu.[1]

Hristiyanlık, vahye dayalı bir dünya görüşüne sahip olmadığı için, Roma düşüncesini ödünç almak durumunda kalmış, daha sonra bu düşünceden ayrıntılı bir teoloji ve metafizik oluşturmuştur. Hz. İsa, haksızlıkları eleştirmiş, sıkıntı çekenlere yardım elini uzatmış ama çözüme ilişkin bir çabası olmamıştır. Hristiyanlık öğretisinde ideal bir toplum düzeni yer almaz. Çünkü önemli olan dünya düzeni değildir, ruhun ait olduğu Tanrı'nın düzeni önemlidir.

Hristiyanlığın özellikle ilk dönemde “pasif” bir tavra yönelir. Çünkü iktidarla güç birliği yapan Musevilerin karşısında kendi varlıklarını koruma çabasındadırlar. Getirdiği hükümler toplum düzeninden çok toplumda ahlâkı yaymakla ilgilidir.

Hz. İsa, "Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı'nın hakkını da Tanrıya verin" (Matta, 22: 21; Markos, 12: 16-17; Luka, 24-25) derken, Hristiyanlığa gelinceye kadar var olmayan bir siyasî ve dinî iktidar ayrımını oluşturmuş bulunuyordu. Onun dönemindeki Hristiyanlığın, siyasî iktidar karşısındaki ilk tavrının bir tür pasifizm olduğu söylenebilir.[2]

Başlangıçta binbir güçlükle, gizli ibadetlerle sürdürülen Hristiyan inancı, “nereden nereye!” dedirtecek bir düsturla yayılıp genişledi. Ünye Kızılkaya gizli kiliseleri (kaya kovuğu) gibi örneklerini gördüğümüz bu dinin Ortaçağ boyunca genişleyip zenginleşmesi, insanlığa zulmeden bir hal alması tarihte ender görülen paradokslardandır.

Gördüğü baskıya rağmen Hristiyanlığın Roma imparatorluğu içinde hızla yayılması ve imparator Constantin zamanında bir tehdit oluşturması nedeniyle İmparator, siyasi liderliğin kendisinde kalması ve devlet işlerine karışmaması şartıyla Hristiyanlığı resmî din olarak kabul etti, dini liderliği de papaya bıraktı.[3]

Hristiyanlığı ve kiliseyi tanıyan devlet, kilise normlarını ve hayatın manevi hedeflerini de tanımak zorunda kalmış ve kendi yapısını kilisenin yapısı ile bütünleştirmiştir. Dönemin ünlü isimlerinden Aurelius Augustinus, Hristiyan inancı ile klasik Yunan-Roma düşünüşünü uzlaştırmaya çalışmış, Stoacıların ve Platon'un görüşlerinden yararlanarak Antik felsefeyi Hristiyanlığın temeli yapmıştır.[4]

Augustinus, ideal devlet olarak Tanrı devletini göstermekte, dünya devletinde insan arzularının, tanrısal devlette ise Tanrı sevgisinin hâkim olduğunu belirtmektedir. Bu felsefe ileride feodal sistem sahiplerinin işine yarayacaktır.



IV. yüzyıldan itibaren Hristiyanlığın hızla yayılmaya başlamasıyla birlikte, Avrupa'nın siyasî ve sosyal yapısında da köklü değişiklikler meydana gelmiştir. Kuvvetli derebeyleri karşısında çok defa acze düşen kralların, papalardan yardım istemeleri, kilise otoritesinin artmasına yardımcı olmuştur. Kilise otoritesinin artmasına yardım eden bu tür olayların yanı sıra kilise, kendine resmî bir doktrin oluşturmaya başlamıştır. Ruhanî iktidarın dünyevî iktidara üstün olduğu şeklinde ifade edilen bu iddianın temeli, insandaki ruh-beden ilişkisine dayandırılıyordu. Bu dönemden sonra yerleşen inanca göre, dinsel iktidar ruhu, bedensel iktidar ise bedeni yönetir. Ruh, bedenden üstün olduğuna göre, siyasî iktidar da dinsel iktidara boyun eğmelidir.[5]

Böylece kilise, devlete göre üstün ve belirleyici bir konuma geçti.

Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma imparatorluğu olarak ikiye bölünmesi, din ve siyaset ilişkilerinde iki farklı durum ortaya çıkardı.  

Batı Roma imparatorluğuna hâkim olan Katolik mezhebinin siyasetle ilişkisi, teokratik bir yönetim anlayışına büründü.

Ortodoks mezhebin hâkim olduğu Doğu Roma yani Bizans pratiğinde ise devlet, başlarda bütünüyle dine hâkimdi. Din, devlete bağlıydı. Patrik, imparatorun dünyevi iktidarını ve siyasî kararlarını destekler, buna karşılık olarak imparator, kiliseyi korur ve kilisenin resmi din görüşünü savunurdu. Bu anlayışta kilise, devletle birlikte vardır; fakat o, devletin dışında ya da üstünde değil, devlet düzeni içinde resmi bir kurum niteliğindedir.

X. yüzyıla gelindiğinde kilise, Batı Avrupa'da ekonomik yönden en güçlü kurumlardan biri olmuştu. Kilisenin kendisi, en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Paris’teki Notre Dame ve Hollanda’daki Saint Trond Abbeliği, Avrupa’nın en geniş yurtlukları arasında sayılıyordu. Bunlar içinde çiftlikler, bağlar, ormanlar, otlaklar, sayısız haralar, pek büyük sürüler vardı. Kilise prensleri, bundan başka aşar yani her köylünün gelirinin onda birini de alıyorlardı.[6]

Feodal toplumsal örgütlenmenin yerleştiği dönemde (X-XII. yy.) siyasî düşünce, kilise ile dünyevi iktidar arasındaki ilişkinin yeniden belirlenmesine yönelik olmuş ve bu süreç,  kilisenin dünyevi iktidar üzerindeki egemenliğinin kurumsallaştırılması sonucunu  doğurmuştur.

VII. Gregorius'un 1073'te papa olmasından sonra, kilisenin dünyevi iktidar üzerindeki üstünlük iddiaları daha açık ifade edilmeye başlanmıştır. Ona göre Hristiyanlığın ruhanî lideri papa, dünya üzerinde bir Hristiyan toplumunu kurmakla yükümlüdür. Papa, Petrus'un vekili sıfatıyla iman ve öğreti ile ilgili sorunlarda son sözü söyleme yetkisine sahiptir. Ancak yine ona göre papanın egemenlik alanı, kilise ile sınırlı değildir. Krallar ya da dünyevi iktidar sahipleri, iktidarlarını Hristiyanlığın amaçları doğrultusunda kullanmakla yükümlüdürler ve bu nedenle onlar da, papanın otoritesine ve emirlerine bağlı olmak zorundadırlar. Çünkü kralların iktidarları Tanrı tarafından verilmektedir. Dolayısıyla görevini yapmakta başarısız olan kralın yönetme hakkı, papa tarafından alınabilir. Yine bu görüşe göre, imparatorların Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi oldukları şeklindeki inancın yanlışlığı ilan edilmiştir.[7]


 

İki Kılıç Kuramı

 

Orta Çağ siyasî düşüncesini belirleyen temalardan bir diğeri, ruhani ve dünyevi iktidarlar arasındaki ilişkinin bir kez daha, ama farklı bir biçimde düzenlenmiş olmasıydı. İki kılıç kuramı şeklinde ifade edilen bu anlayışla birlikte, kiliseye hem dünya işlerini idare etme, düzeni ve adaleti sağlama ve hem de ruhsal alanı yönetme yetkisi verilmiştir. Dünya işlerini idare etmeye yarayan maddi kılıç kralların eline verilmekle birlikte, krallar bu kılıcı kilisenin buyruklarına uygun olarak kullanmak zorunda bırakılmıştır.[8]

İlk Hıristiyanlığın bütün iktidarların Tanrı'dan geldiği ve her türlü iktidara boyun eğmenin bu yüzden zorunlu olduğu yolunda Paulus’un, “direnenler lanetleneceklerdir" deyişiyle pekiştirilmiş anlayışı XI. Yüzyıla kadar geçerliliğini büyük ölçüde korumuştu. Örneğin, X. Yüzyılda (940'larda), Vercelli'li Atto, kralın Hıristiyanlığa düşman bir kimse olması halinde bile, krallığa karşı direnmenin dine saygısızlık olacağını yazmakta ve kötü iktidarın Tanrı tarafından iyileri sınamak için gönderildiğini belirtmekteydi: "Tanrı, riyakar olanın egemenliğini sağlamaktadır, çünkü insanlar günahkardır.[9]

Aziz Paulus yahut Pavlus, Hıristiyan Dünyası’nda Aziz (Saint) unvanı kullanılan isimlerden biridir, Tarsus doğumlu olup Musevi kökenlidir ve asıl ismi Saul’dur. Önceleri Hz. İsa taraftarlarını yok etmekle görevliyken, kendisi de bu dinin yayıcıları arasında yer almıştır. Damascus (Şam), Kudüs ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde çalışmalar yapmış, en son Tarsus’a geçmiş, Antakya ile temasta bulunmuştur. Pavlus, İsa’nın öğretilerine sempati duyanların hızla arttığı Antiocha’da (Antakya) Kudüs’teki kilise tarafından buraya yollanan Barnabas ile birlikte çalışmıştır. Antakya kentinde İsa öğretisine inananlar ilk defa Hıristiyan adını almışlardır. Pavlus ve Barnabas, Seleucia ve Kıbrıs’ı ziyaret ettikten sonra Anadolu’ya geçmişler, Pamfilia ve Pisidia’yı dolaşmışlardır.

İslami kaynaklar Pavlus’u semavi dinlerin getirdiği tevhid inancı ile putperestlik inancını sentezleyerek yeni bir inanç sistemi oluşturmakla suçladılar. Hatta Hıristiyanlığı bozmak ve Hıristiyanlar arasında ayrılık çıkarmak için Yahudiler tarafından görevlendirilen bir kişi olduğunu ileri sürenler oldu. Pavlus, son tahlilde müesses nizama karşı çıkanları “lanetli” sayması, Enternasyonal Marşı’na kadar girmiştir:

“Debout! les damnés de la terre!”

(Ayağa kalkın, yeryüzünün lanetlileri!)


 

Devam Edecek: Hristiyan Felsefesinin Antik Felsefeyle İlişkisi  

 

17.09.20215, Ünye Kent

 

Kaynaklar:

­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­

Ağaoğulları, M. Ali - Köker, Levent, 1991, İmparatorluktan Tanrı Devletine, İmge Kitabevi

Kışlalı, Ahmet Taner, 1987, Siyaset Bilimi, Ankara, İmge Kitabevi

Şenel, Alaaddin, 1990, Siyasal düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat Yay.

Zubritski, 1980. İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal Toplum, Sol Yay.

Büyük, Celal. 2004, Orta Çağ Batı Düşüncesinde Hıristiyanlık-Siyaset İlişkisine Genel Bir Bakış, Dini Araştırmalar, Dergi Park, Cilt: 7 Sayı: 19

Cassirer, Ernst. 1984, Devlet Efsanesi, Remzi Kitabevi


Dipnot:

[1] Ağaoğulları-Köker,1991; 112

[2] Kışlalı, 1987; 314

[3] Şenel, 1990; 291

[4] Şenel, 1990; 307

[5] Kışlalı, 1987; 315

[6] Zubritski, 1980; 218

[7] Büyük, 2004; 135

[8] Cassirer, 1984; 105

[9] Ağaoğulları-Köker,1991; 180

10 Eylül 2025 Çarşamba

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi – IV

 

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi – IV

                                                                                 

 
Tarihsel süreci belirleyen unsur, kralların yahut yöneticilerin gösterdiği olağanüstü kahramanlıklar değildir. Tarihte öne çıkan isimler elbet de önemlidir ve bu süreçteki8 etkileri yadsınamaz. Ancak onlar da mevcut koşulların ürünüdür ve tarihi yapan esas unsur halktır, bir başka deyişle üretici güçlerdir.



 

Bizans Döneminde Ekonomi ve Sosyal Yapı

 

Roma İmparatorluğunun üretici gücü, büyük çiftliklerde ve işliklerde kölelerdi. 395 yılında imparatorluk resmen ikiye bölünme aşamasına gelirken bu durum değişmeye başladı. Çünkü sosyal yapıda köklü bir değişim yaşanmaktaydı.

Nasıl ki köleci ilişkiler, ilkel topluluğunun bağrında ortaya çıktıysa, ilk feodal ilişkiler de kölelik düzeninin bağrından doğdular. Kolonluğun gelişmesi, köleci üretim biçiminin bunalımını haber veren bir belirtiydi.

Büyük toprak mülkiyeti, küçük köylü işletmelerinin hemen hepsini yutmuştu. Köleler ve kolonlar tarafından işlenen geniş malikâneler (domanies) daha şimdiden, gelecekteki yurtlukların (fiefs) ön biçimlerini gösteriyordu. 4. ve 5. yüzyılda, Roma İmparatorluğunun son döneminde, bu imparatorluğun çeşitli bölgeleri arasındaki ekonomik ilişkiler yavaş yavaş zayıflıyor, siyasal bunalım yoğunlaşıyordu. Bu bunalımın en önemli belirtilerinden biri, Roma İmparatorluğunun Doğu ve Batı İmparatorlukları olarak bölünmesi oldu.[1]

Avrupa’da Cermen, Slav ve Frank toplumlarındaki feodal dönüşümler bazı öznel farklılıklar içerse de feodal ilişkilerin biçimlenmesi, bazı nüanslara rağmen oldukça benzeşiyordu. Feodal sistemin kuruluşu (Yukarı Ortaçağ), Asya ve Afrika ülkelerinde de benzer biçimde gerçekleşti. Feodalitenin açılıp gelişme çağında ise (Aşağı Ortaçağ), merkezi krallıklar kuruldu; kabile savaşlarının yerini ulusal tahakküm aldı, bitip tükenmek bilmeyen savaşlar, Haçlı Seferleri bu döneme başladı.

 

Feodal Üretim İlişkileri

 

Üretim ilişkileri, üretim araçlarının mülkiyet biçimleriyle nitelendirilir. Feodal üretim ilişkilerinin en başta gelen üretim aracı topraktır ve toprağın mülkiyeti ise derebeylerin (vasal) elindedir. Özgür köylülerin elindeki topraklar seyrek rastlanan bir durumdur ve istisnayı oluşturur. Zaten ekilebilir toprakların çoğunluğu feodal beylerin mülkiyetindedir. Sadece toprak değil, üzerinde çalışan insanlar (serf) ve iş aletleri de feodal beylerin mülkiyetindedir. Bu mülkiyet hakkı, doğrudan krala bağlılık ve hizmet karşılığında verilmektedir. Tahsis edilen topraklara  yurtluk (fiefs) deniyor ve toprak tekelinin feodal beylerde bulunması köylülerin bu beylere bağımlılığını getiriyordu. Nitekim giderek topraksızlaşan köylüler serf haline gelmekteydi.  

Serf, toprağa bağlı bir çeşit köleydi ancak köleler gibi köle pazarlarında alınıp satılamıyordu, sahibi tarafından öldürülemiyordu. Toprağın bir parçası gibiydi, toprakla birlikte devredilebiliyor, çalıştığı toprağı asla terk edemiyorlardı. Toprak üzerindeki dolaylı mülkiyet hakkına benzer biçimde serfler, senyörlerin (derebeylerinin) mülkiyetindeydi.[2]

Antik Roma’da bu süreç hayli uzun bir zamana tekabül eder.


 

Bizans Feodalizmi

 

Roma, tarih sahnesine bir site devleti olarak çıkmıştır. Etrüskler İtalya’ya    geldiklerinde, sayıca çok az olmakla birlikte, teknik ve örgütsel üstünlükleri nedeniyle,                                Latium’un çoban ve tarımcı klanlarına kısa sürede egemen oldular. Bir süre sonra site yaşantısının sonucu olarak klan yapısı bozuldu ve aileler özgür hareket etmeye başladı.

Bunun asıl yansıması toprak mülkiyeti konusunda kendini gösterdi. Eskiden klan mülkiyetinde olan topraklar, site mülkiyetine geçmişti. Sitenin devamı için toprakların sürekli işletilmesi zorunluluğu, toprakların aileler arasında paylaştırılması sonucunu doğurdu. Neticede mülkiyeti aile adına ele alan pater familias’ların (aile reisi) ekonomik ve siyasi güçleri büyük ölçüde artarken toprak mülkiyetinden uzak kalan cliens’ler, sitenin en aşağı sınıfını meydana getirdiler. Böylece Roma’nın klasik iki sınıfı, toprak sahibi patrici ve mülksüz pleb’ler halinde ortaya çıktı.

Böylece Eski Roma'da halk, plebler ve patriciler olmak üzere ikiye ayrılırdı. Aşağı halk tabakasından gelenlere Plebler, asillere de patriciler dendi. Plebler birçok haklardan yoksundu. Hatta vatandaşlık hakkına bile sahip değillerdi.[3]

Roma sitesinin başlangıçta sahip olduğu işlenebilir alan oldukça küçüktü. Topraklar her aileye eşit oranda dağıtılıyordu. Bu küçük tarlalardan elde edilen ürün, ancak aile bireylerine yetecek düzeydeydi. Artık vermeyen bu üretim tarzı, Etrüsk krallarını çevre halkların topraklarını ele geçirmek amacıyla savaşmaya sevk etmiştir. Roma sitesinin toprakları fetihlerle genişlerken, eşit oranda dağıtılan toprakların eşit verimlilikte olmaması, bazı işletmelerin iflasına, bazılarının da büyümesine yol açmıştır. Zengin işletmeler, fakir olanlarını ele geçirerek büyüyor, ayrı bir toprak parçası; koloni yahut kolon (colon) halini alıyordu. Savaşların yarattığı uygun ortamda yeni ele geçen topraklar da bu işletmelere katılıyordu. Latifundium adı verilen bu çok büyük tarımsal işletmeler, Roma tarihi boyunca küçük toprak sahibi köylü aleyhine gittikçe güçlenmiş ve sahiplerinin elde ettikleri siyasi imtiyazlarla ekonominin tek hâkimi konumuna gelmişlerdir.[4]

Bu durum, IV.-V. yüzyıldaki ekonomik bunalım devresine kadar büyük toprak sahipleri lehine devam etti. Tam bu aşamada imparatorluğun batı yarısının yaşamı tehlikeye girmeye başladı. İçte kölelerin ve kolonların devlete karşı yoğun devrimci mücadeleleri, dışta ise güçlü barbar baskıları, V. yüzyılın ortasından itibaren imparatorluğa ölümcül bir darbe vurdu. Batı Roma İmparatorluğu 476’da da kesin olarak çöktü. Oysa imparatorluğun doğu yarısı büyük bir canlılık gösteriyordu.[5]

Doğu Roma merkezi otoritesinin büyük arazi mülkiyetine karşı koyuşu, Justinianus (527-565) zamanında bile önemli bir değişim meydana getiremedi. Erken Bizans döneminde kırsal ekonominin hâkim özelliği, büyük hususi malikâne idi. Büyük arazi sahipleri ve onlara bağlı coloni bu dönemin tipik görünüşüydü.

Bizans feodalizmi 7. Yy.’da yeni bir aşamaya girdi; Geç Roma İmparatorluğu dönemini kapandı, klasik tabiriyle Ortaçağ Bizans İmparatorluğu başladı. Doğu’dan İrani güçlerin (Sasaniler) ve Güneyden gelen Arap istilalarının ardından Bizans devleti bir iç yenilenme geçirdi. Roma Mezopotamya’sı, Suriye, Filistin ve Mısır’ın tahıl ambarı Araplara karsı kaybedildi. Fakat yeni sınırlar tarafından zorlanan birçok kısıtlama, Bizans’a daha büyük bir istikrar ve iç birlik sağladı; üzerine bina etmek için yeni ve daha sağlam temeller oluşturdu. İmparatorluğun toplumsal yapısı yenilendi; eyaletlerin idari taksimi, mali düzenlemeler ve ordu teşkilatı yeni bir temel üzerine oturtuldu.[6]


 

Thema-Tımar Sistemi

 

Bizans feodalizminin bu yeni uygulaması, İmparator Heraclius’un (575 - 641) thema sistemi idi. Osmanlı’da Dirlik-Tımar Sistemi adıyla uygulanacak olan bu sistem, güçlü bir toprak rejimi ve askeri yapılanmayı beraberinde getirdi.   

Düşman işgaline uğramamış olan Anadolu arazisi askeri bölgelere, yani thema denen idari birimlere taksim edildi ve bu suretle ortaçağ Bizans devletinin eyalet idaresine yüzyıllar boyunca damgasını vuracak olan bir sistemin temeli atıldı. Thema'lar düzeni Diokletianus - Konstantinos nizamına son verip, eksarhlıkların organize edilmesiyle başlayan gelişmenin devamı olmuştur.

Eksarhlıklar, Konstantinopolis'ten uzak vilayetleri yönetmek için genişletilmiş yetkilerle donatılmış valilerdir. Askeri operasyonlarda da bulunma yetkisine sahiptir.

Ravenna ve Kartaca eksarhlıkları gibi Anadolu thema'ları da, tamamıyla askeri mahiyette idare birlikleridir. Thema'ların başında, bölgelerinde en yüksek askeri ve sivil kudretleri uygulayan strategos'lar bulunmaktadır. Thema'lar organizasyonu elbette uzun süren bir oluşumu gerektirmiş ve ancak yavaş yavaş son seklini almıştır. Önceki eyalet taksimatı thema'ların kuruluşu ile doğrudan doğruya kaldırılmış değildi; eski eyaletler uzunca bir süre thema'lar içinde varlıklarını korudular ve thema strategos’larının yanında ilk planda sivil idarenin şefi sıfatıyla thema'lar prokonsül’ü yer aldı. Ancak daha başlangıçtan itibaren strategos mevki bakımından üstündü.[7]

Ancak sistem IX. yüzyıl başından itibaren tekrar büyük toprak mülkiyeti lehine zayıflamaya başladı. Özgür köylü sınıfın küçülmesi ve geniş  malikânelerin gelişimi X. ve XI. yüzyıl Bizans feodalizminin karakteristik özelliğini oluşturmaktaydı.[8]

Büyük arazi sahibi aristokrasi IX. – X. yüzyıldaki mücadeleden galip çıktı. Ancak bu sınıfın hangi kısmı egemen olacaktı? Sivil-memur aristokrasi mi, askeri soylular mı? Aslında daha kuvvetli olmakla beraber II. Basileios tarafından hırpalanmış olan, eyaletlerdeki askeri aristokrasi ikinci plana düştü ve yönetimi Konstantinopolis’in sivil aristokrasisi ele geçirdi.[9]

Doğu Roma toplumunda serfler toplumun üretici güçleriydi. İmparatorluk toprağını işleyen, süren ve ürünü kaldıran onlardı. Ancak toprağın ve ürünün sahibi değillerdi. Toprağın sahibi, toprakları yurtluk olarak alan senyörlerdi. Ürünün bir kısmını, hayatlarını sürdürebilmeleri için serflere bırakıyorlar, geri kalanına el koyuyorlardı.

Doğu Roma  feodal sisteminde merkezi krallık ve derebeylik yanında bir başka kurumun daha önemli bir işlevi vardı. Bu kurum kiliselerdi.

 

Devam edecek: Bizans Feodalizmi ve Hristiyanlık.

10.09.2025, Ünye Kent

 

 

Kaynaklar:

­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­

Zubritski, 1980. İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal Toplum, Sol Yay.

Bloch, Marc. 2021, Feodal Toplum, Çev. M. Ali Kılıçbay, Doğu Batı Yay.

Livius, Titus. 1992, Roma Tarihi, Kitap I, Arkeoloji ve Sanat Yay.

Kılıçbay, Mehmet Ali. 1982, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, Gazi Üniversitesi Yay.

Levtchenko, M. V. 1999, Kuruluşundan Yıkılışına Kadar Bizans Tarihi, Özne Yay.

Ostrogorsky, Georg. 2019, Bizans Devleti Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yay.


Dipnot:

[1] Zubritski, 1980; 149-150

[2] Bloch, 2021; 327

[3] Livius, 1992; 34

[4] Kılıçbay, 1982; 9

[5] Levtchenko, 1999; 12

[6] Ostrogorsky, 2019; 149-151

[7] Ostrogorsky, 2019; 89-90

[8] Kılıçbay, 1982; 148

[9] Ostrogorsky, 2019; 297

3 Eylül 2025 Çarşamba

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi – III

 


Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi – III

 

Bir dönem bilinçli olarak tahrip edilen, yok edilmeye çalışılan Bizans eserleri, artık günümüzde kazılarla ortaya çıkarılmaya, ayağa kaldırılmaya ve mevcut olanlar restore edilerek ziyarete açılmaktadır. Bizans eserlerini kazarak ortaya çıkarmak Cumhuriyet’in ilk döneminde alınan kararla kazı ve koruma işlemleri Maarif Kurumlarına yani akademik çevrelerin sorumluluğuna bırakılmıştır.    

 

Bizans Eserlerinin Korunması

 

Cumhuriyetin ikinci yarısında, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin İtalyan hocası Paolo Verzone (1902-1986) Bizans kültür varlıklarını incelenmeye başladı. Asistanı Doğan Kuban (1926- 2021), Verzone’nin izinden giderek Türkiye’de Bizans araştırmaları açısından sanat tarihinin dışında yeni bir ekol oluşturdu.

Doğan Hocadan onunla birlikte feyz aldığını söyleyebileceğim Prof. Dr. Zeynep Ahunbay ise koruma konusundaki kariyeri ile İstanbul’daki Bizans yapılarına ilişkin danışmanlıkları halen devam etmektedir.[1]


Prof. Dr. Metin Ahunbay ile Zeynep Hoca’nın Zeyrek Camii/Pantokrator manastırı kilisesindeki restorasyon çalışmaları kapsamında yürüttükleri kazılar ve yayınlar, ülkemizde Bizans eserleri konusunda önemli bir çalışmaydı.[2]

Bizans eserlerinin korunması, akademik çevrede 1940’lı yılların başında başlar.  1943’de Alman Profesör Ernst Diez ile kurulan İstanbul Üniversitesi sanat tarihi bölümüyle başlayan çalışmalar, Prof. Dr. Semavi Eyice (1923-2018) tarafından 1963’de kurulan bir kürsü ile Türkiye’de Bizans Sanat Tarihi’nin kurumsal temelini atılmış oldu.

Türkiye’de Bizans Sanatının kurumsal yapısının ikinci ayağı Ankara’da Hacettepe Sanat Tarihi Bölümünde atıldı. Ebru Parman ile Yıldız Ötüken (1945-2020), Hacettepe’de Sanat Tarihi’nin Bizans Sanatı kurumsal varlığını oluşturdular.

1940’larda tek bir sanat tarihi bölümü varken elli ve altmışlardaki kuruluşlarla sayı beş-altı kadar olmuştu. Bugün Türkiye’de Devlet Üniversitelerinde sanat tarihi eğitimi veren bölümlerin sayısı kırk ikidir. Onların otuz ikisinde Bizans Sanatı Anabilim Dalı bulunmaktadır.

 

Bizans Dönemi Kazıları

 

Türkiye’de Bizans yapı ve kalıntılarının Bizans sanatı tarihçilerince kazılmasının da öncüsü Prof. Yıldız Ötüken’dir. Antalya-Demre’deki Aziz Nikolaos’da sistematik kazı başlatan ilk Türk akademisyen sanat tarihçisidir. Sonra Demre’de sırasıyla Sema Doğan, Ebru Fındık ve günümüzde Nevzat Çevik kazı başkanlığında bulunmuştur. Demre, Erken Hristiyanlık yıllarının önemli bir yapısı olarak, Noel Baba efsanesinin çıkış noktası kabul edilen Aziz Nikolas’ın mekânıdır. Bu anlamda inanç turizminin önemli bir destinasyonudur.

Demre’de 2003 yılında Prof. Dr. Celal Şimşek tarafından başlatılan kazı tüm kente yayılmış ve 2010-2011 yıllarında Hristiyanlık dünyasının ilk kiliselerinden biri ortaya çıkarılarak çeşitli yayınlarla bilim dünyasına duyurulmuştur.

Demre antik kentinin limanı Andriake’de Prof. Dr. Nevzat Çevik başkanlığında sürdürülen klasik arkeoloji kazılarında, Bizans dönemi ile ilgili olarak Prof. Dr. Engin Akyürek 2010 yılında başladığı kilise kazısının ardından halen kentteki Bizans dönemine ilişkin verileri takip etmektedir

Aziz Nikolaos ile birlikte Laodekeia, Anaia ve Konstantin ve Helena Kiliseleri Arkeolojik Kazı ve Koruma Projeleriyle öne çıkmaktadır.

Benzer koruyucu çatı projesi 2018-2020 yıllarında bir GEKA projesi kapsamında Kuşadası, Kadıkalesi kazılarında ortaya çıkarılan Anaia Piskoposluk Kilisesi’nde de uygulandı. Kuşadası, Kadıkalesi’ndeki Bizans kalesinde Türkiye’de bir Bizans sanatı tarihçinin başlattığı ilk Türk kazısıdır. 2001 yılında önce Aydın Müzesi başkanlığında Prof. Dr. Zeynep Mercangöz’ün bilimsel danışmanlığında başlayan çalışmalar, Bakanlar Kurulu Kararnamesiyle Z. Mercangöz başkanlığında 2020 yılı sonuna kadar sürdürülmüştür.

Ülkemizdeki Bizans araştırmaları çoğunlukla Bizans kazılarına dayanmaktadır. Bizans kazıları denizde de sürmektedir. 1998’de Prof. Dr. Nergis Günsenin bir Bizans batığında kazılar başlatan ilk Türk araştırmacısıydı. Diğer Bizans batığı Adrasan’da gerçekleşmiştir.

Yabancıların başlattığı Amorium kenti kazıları (Ankara'nın 170 km. güneybatısında), 2013’te  Zeliha Demirel-Gökalp’in kazı başkanlığına bırakıldı. 2013’te kazı başkanlığı Zeliha Demirel-Gökalp’e devredildi.

2006 yılında Prof. Dr. Yelda Olcay-Uçkan’ın Olympos’da başlattı kazılarda bir Episkopeion (piskoposluk sarayı) açığa çıkarılmış ve duvar konservasyonları ile yapı sağlamlaştırılmıştır.

1970’lerde Ekrem Akurgal ile başlayan Iaonnes Bazilikasındaki çalışmalar, Efes Ayasuluk kalesine doğru genişletilerek devam etmektedir.

2009’da Komana’da Burcu Erciyes ve İstanbul Küçükyalı’da Alessandra Ricci tarafından kazılar başlatılmıştır.

2005’te Yoros kalesinde (İstanbul) yapılan kazılar sonucu 2013 yılında kalenin UNESCO Dünya Geçici Miras listesine dahil olması sağlanmıştır.

Kars Ani’de 2011 yılında başlatılan kazılar, 2016 yılında Ani kentinin UNESCO Dünya Kültür Mirasına kabul edilmesini sağlamıştır.

2011’de Arykanda antik kentinde, 2014 yılından bu yana Arif Kale’de, 2021’de Kissebükü/Anastasiapolis Antik Kenti Kazısı ve 2023’de Makissos Antik Kenti kazıları ne çıkan diğer Bizans kazılarıdır.


Trabzon Ayasofya Kilise-Cami 

Trabzon Azize Ana Kilisesi-6. veya 7. yüzyıl
 

Karadeniz’de Bizans Dönemi Kazı ve Restorasyonları

 

Karadeniz’de Sinop’ta Prof. Dr. Gülgün Köroğlu, 2010 yılından bu yana Balatlar kilisesinde kazı yapmaktadır. Kilisede Bizans dönemi küçük buluntularının yanında beklenmedik bulgulara ulaşılmıştır. Zengin desenli antik mozaik döşeme ve yakınında bulunan tesseraların üretildiği taşlar bunlardan bazılarıdır. Bilimsel yayınlarla paylaşılan Balatlar kazısı da İlk Çağ’dan Bizans dönemine kadar özgün malzemeleri ile doktora tezlerine kaynak olmuştur. Bunlardan ikisi Bizans dönemine aittir.[3]

Trabzon’da Kale kazıları, Ayasofya ve Azize Anna kiliseleri, Maşatlık Kaya kiliseleri ve Sümela Manastırı için yapılan çalışmalar, başlıca Bizans dönemi kazı ve restorasyonlarıdır. Ortahisar ilçesi Pazarkapı Mahallesi'nde, Roma İmparatoru Hadrianus ile Geç Bizans dönemine ait yapılara ulaşılmıştır. Kazılarda Geç Bizans dönemine ait 1460 yılına tarihlendirilen hendek duvarı gün yüzüne çıkarılmıştır.

 Trabzon ve çevresine özgü, esas Bizans sanatından farklı bazı teknik ve estetik özelliklerin varlığı görülmektedir. Mimaride düzgün yontulmuş taşlar kullanılmış. Dış cephelerde bir süsleme yapılmamıştır. Kiliselerin plan bakımından esas eksen üzerinde ince ve uzun oldukları görülmektedir. Kubbeler ise daha çok Kafkasya yapılarındaki gibi çokgen köşelidir.[4]

Sümela Manastırı, Theodosios devrinde (375–395) bir kaya kilisesi olarak kurulur. Bu tarih, kilisenin kesin kuruluş tarihi değilse de bahsedilen tarihler arasında yapıldığı sanılmaktadır. Ancak kaynaklara göre, XVII. yüzyılın ortalarına kadar kapısında bulunan yazıtta, manastırın kurucusu olarak İmparator Alexios Komnenos adı ve 1360 tarihi yazılıdır.[5]

Halk tarafından bu manastıra Meryemana Manastırı denir. Meryem (Panaghia) adına kurulan bu manastırın, Grekçe SÜMELA adının esasını, kara-siyah karanlık anlamına gelen Melas kelimesinden aldığı söylenir. Semavi Eyice’ye göre; evvelce burada saygı gören siyah Meryem tasvirinden Sümela adını aldığı ve bu dağın adı da manastırdan dolayı Oras Meya Karadağ olduğu kabul edilir. Manastır iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümü, ilk yapılan han kesim olduğu taş ve oyukta görülen tapınma yerinin tavanındaki fresklerden bellidir. Bu fresklerde gölge ve derinlik olmayıp, gerek Hz. İsa’nın gerekse Hz. Meryem’in yüzleri hatta kirpik uçları bile tek düzlem üzerindedir ve ayrıntı olarak belirlenmiştir. Tapınak yerinin içi ve dışı İncil’den alınmış konuların freskleri ile süslenmiştir.

Ayrıca yine Trabzon’da hakim tepeler üzerinde manastırlar (Kızlar Manastırı) vardır. Trabzon yolunda Akçaabat (Platana)’da iki önemli kilise bulunmaktadır. Bunlardan birinde renkli mermerle yapılmış geçmeli güzel bir döşeme görülebilir.

Rize’de Kız Kalesi ve Zil Kale, iki ayrı Bizans kalıntılarıdır. Zilkale ya da asıl adıyla Zirkale, Rize'nin Çamlıhemşin ilçesi sınırlarında, Fırtına Deresi Vadisi’nde yer alan, ilk inşa tarihi kesin olarak bilinmeyen bir kaledir. 14. veya 15. yüzyılda inşa edilen kale, 1800'lü yılların sonuna kadar kullanılmıştır. Sekiz burç ve bir gözetleme kulesinden oluşur.

Ordu-Fatsa’da Aziz Konstantin Kilisesi ve Helana Manastırı: Kazılar sürmektedir.


Fatsa Saint George (Agios Georgios) Rum Kilisesi: Dumlupınar Mahallesi (Sülükgölü), Malpazarı mevkiinde, bulunan kilise, dönemin Ordu Valisi Necati Çetinkaya’nın emri ile yine dönemin Fatsa Kaymakamı Şehabettin Harput tarafından 1986 yılında yıktırılmıştır. Olayda İl Özel İdaresi gözcülük etmiş, Köy Hizmetlerinden sağlanan araç gereçler ile bu yıkım gerçekleşmiştir. (Kaynak: Güven Bayar, Turizmci)

Amasya’da Bizans döneminde kullanılan mağaralar, Zonguldak Ereğli’de Geç Roma dönemine tarihlenen mozaik, Herakleia Pontike’de tespit edilen Bizans Dönemi levha örnekleri. Bartın-Büyükada’da kilise, manastır, Oyma mağaralar, Amasra’da Kaleiçi diğer  Bizans kalıntılarındandır.

Semavi Eyice 1938’de Amasra’yı ziyaretinde halk tarafından "Büyükada" veya "Eşekadası" olarak adlandırılan ıssız ve çorak adaya gidiyor. Orada define arayıcıları tarafından kazılan ve tahrip edilen eski bir Bizans kilisesinin kalıntılarını görüyor. Amasra'nın Ortaçağdan kalan Kaleiçi'ndeki bu harabe aslında bir Ceneviz Kalesi’dir. 1315. yüzyıllarda Karadeniz'de ticaret ağlarını genişleten Cenevizliler, Roma ve Bizans kalıntıları üzerine savunma amaçlı bu kaleyi inşa etmişlerdir.[6]

 

Devam edecek: Bizans Döneminde Ekonomi ve Sosyal Yapı

 

03.09.2025, Ünye Kent

 

 

Kaynaklar:

­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­

Mercangöz, Zeynep. 2023,  Türkiye’de Bizans Sanatı Araştırmalarının Yüzyılı, NEU Yay.

Eyice, Semavi, 1973, Türkiye’de Bizans Sanatı Araştırmaları, İst. Edebiyat Fak. Yay

Eyice, Semavi, 1982, Türkiye’de Bizans Sanatı, Anadolu Uygarlıkları Ans. Görsel Yay.

Eyice, Semavi, 1951, “Amasra Büyükada’sında Bir Bizans Kilisesi”, Türkiye Turing ve otomobil Kurumu Belleteni, İstanbul; s. 469-491.

Ahunbay, Zeynep-Ahunbay, Metin, 2010. “Zeyrek Camii’nde Restorasyon Çalışmaları

(1997-1998, 2001-2006)”, İBB KUDEB Yayını, İstanbul 2010, s.35-53.

Dilaver, Sadi, 1997, Tarihsel Yapılarıyla Trabzon, Yapı Kredi Yay.


Dipnot:

[1] Mercangöz, 2023; 91

[2] Ahunbay, 2010; 8

[3] Mercangöz, 2023; 95

[4] Eyice, 1982; 608

[5] Dilaver, 1997; 91

[6] Eyice, 1951; 469