26 Kasım 2025 Çarşamba

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - XI (Sümela’nın Freskleri ve Ünyeli Sanatçı Savos)

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - XI

(Sümela’nın Freskleri ve Ünyeli Sanatçı Savos)


 

Sümela Manastırı, mağara bölümü tavanından başlayarak, manastırın muhtelif yerlerinde, şapellerin duvarlarında ve keşişlerin kullandığı mekânlarda çok sayıda fresk yer almaktadır. Bu fresklerden bazıları Ünyeli sanatçı Savos tarafından yapılmıştır.

Sümela freskleri ayrıntılı biçimde yazar İsmail Köse tarafından Bulutların Ötesinde Saklı Manastır Sümela adlı eserde anlatılmaktadır.









 

Sümela’nın Freskleri

 

Ana bölüm mağara kilisenin dış yüzü, çoğu ağır biçimde hasar görmüş resimlerle bezelidir. Birinci grup resimlerde evrenin yaratılışı betimlenir.

İkinci grupta Tevrat ve Tekvin’den alınma, erkek ve kadının yaratılışı, Günaha Teşvik, Cennetten Kovulma gibi sahneler yer almaktadır.

Üçüncü grupta Mahşer, Thomas’ın Şüphesi, Mezarda Melek, Birinci İznik Konsili, Kabil’in Habil’i Öldürülüşü, Anastatis (İsa’nın Cehenneme İnişi) sahneleri betimlenmiş durumdadır.

İlk üç panosu tahrip olan dördüncü grupta; Çarmıhta İsa, Hamsin Yortusu, Müjde, Mabeke Takdim gibi sahnelerinden oluşmaktadır.

Güney duvarın dış yüzünde bir av sahnesi ile Meryem’in melekler tarafından cennete götürülüşü betimlenir. Bu kısmen tahrip olmuş freskin yanında İsa, çiçek desenli bir tuzağa uzanmış Meryem’i kutsamaktadır.

Bu duvar ile ayazma arasındaki kalan mağara duvarında dört sıra halinde azizler ve Meryem betimleri bulunmaktadır. Apsisin dış yüzünde Doğum, İsa Mabetta, Lazaros’un Diriltilmesi, kuzeyinde Kudüs’e Giriş, Çarmıhtan İndiriliş sahnelerine yer verilmiştir.

 

Ünyeli Sanatçı Savos’un Sümela Freski

 

Mağaranın içinde keşiş Matheos’un 1732’de yenilendiği aziz betimleri ile Ünyeli sanatçı Savos tarafından yapılmış freskler bulunmaktadır. Güney duvarındaki azizlerin yanında, imparator giysileriyle Aleksios III. Manuel III. Ve Andronikos resimleri vardır. Tavanda, Pagania Palaytytera, İsa ve Cebrail, kuzey duvarında mahşer betimleri yer alır.[1]

Meryem’in mucizevi tahtta otururken betimlediği fresk, mağaradaki en ilgi çekici resimlerden biridir.

İçerde Ayazma, arkada Dilek Kayası, Kitapsız kitaplık, Mutfaklar, Derslikler, Konuk Odaları, Keşiş hücreleri, Ayazma Çeşmesi, Yeni onarılmış kare tabanlı taş su haznesi ve her manastırda bulunduğu ileri sürülen, kutsal su gözesi ile büyük bir yapıdır. Ancak, Sümela’dan çok daha görkemli olan, hiç kuşkusuz, manastırı içinde saklayandır.[2]

 

Sümela’nın Müştemilatı

 

Mağarada freskolarla bezeli küçük şapellerden başka, kitaplık, konuklar için mekânlar vb. binalar harap durumdadır. Freskoların çoğu geç dönemde yapılmış olup, alt tabakalarda eski ve daha değerlilerin bulunduğu kolayca anlaşılmaktadır. Uzaktan pek heybetli görünen ve Sümela’nın simgesi durumundaki keşişlerin barındıkları büyük binanın yanında, varlıkların eski gravürlerden tanık olduğumuz kayalara asılı gibi duran ahşap konutlar, zamanında büyük bir olasılıkla manastıra son derece güzel ve etkileyici bir görünüm kazandırıyorlardır.[3]

Tepeye, yani Manastır’a varmadan önce sola doğru bir patika ayrılıyor. İleride, toprak yolla birleşen dar bir geçittir. Bu doğu yolu kavşak noktasında eski bir kilise yıkıntısıyla birleşmiştir. Dikdörtgen kesitli, içten içe büyüklüğü 4 x 9 m. boyutlarında, sağlam, taş yapıdır. Mihrabı vadiye, yani güney doğuya bakmaktadır. Kilisenin güney cephesi, yarım kubbeli bir yarım silindir şeklindedir. Çatı, birbirinden eşit uzaklıkta üç kemer üstüne oturmaktadır. Kemerler arasında, genişten dara doğru giderek mazgallaşan pencereler yer almıştır. Ayrıca, sağır duvarla (kuzey cephesi) son kemer arasında da bir pencere vardır. Sümela’nın yanında, bu kilise, çok daha insancıl görünmektedir. Çünkü daha alçak gönüllü, aynı zamanda çok daha harap durumdadır.[4] 

Barnabas Kiliseleri yanında Kuştul (Şimşirli) köyü civarında Sümela kadar çarpıcı bir konumda Peristera Manastırı bulunur. 4. yüzyılda Sümela ile birlikte kurulmuş bu yapının tam adı Ayios Yorgiosta Peristera yani Güvercinli Manastırı denilmektedir. 1906’da yanmış olan yapı Abdülhamit döneminde yeniden inşa edilmiş, 1923’te de yeniden boşaltılmış olup bugün sadece tek tük fresk izleri görülebilmektedir.[5]

Ayrıca yine Trabzon’da hâkim tepeler üzerinde manastırlar (Kızlar Manastırı) vardır. Trabzon yolunda Akçaabat (Platana)’da iki önemli kilise bulunmaktadır. Bunlardan birinde renkli mermerle yapılmış geçmeli güzel bir döşeme görülebilir.

 

Kaynaklar:

 

Yıldız, Sevcan, 2017, Karadeniz Bölgesindeki Bizans Eserleri, Karadeniz Araştırmaları, Bahar 2017 · Sayı 53 · s.123-135

Köse, İsmail. 2010,  Bulutların Ötesinde Saklı Manastır Sümela, Akademi Kitabcılık. 

Köse, İsmail. 2012, The Monastery of Soumela and ancient trade routes, 18(1), 7-28.

Eyice, Semavi, Trabzon Yakınında Meryem Ana (Sumela) Manastırı,  

Kökden, Uğur, 1995, Trabzon Adlı Anka kuşu, Sanat Dünyamız, Bizans Özel Sayısı, Sayı 69-70, Yapı Kredi Kültür ve Sanat Yayınları

Nişanyan, Sevan ve Müjde, 2002, Herkesin Bilmediği Olağanüstü Yerler, Boyut Yayın Grubu, İstanbul, S. 148.

 

26.11.2025, Ünye Kent

 

 

 

Dipnot:

[1] Yıldız, 2017; 125

[2] Kökden, 1995; 83

[3] Dilaver, 1997; 93

[4] Kökden, 1995; 82

[5] Nişanyan, 2002; 148

19 Kasım 2025 Çarşamba

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi – X (Sümela Manastırı; Kuruluş Öyküsü ve Mimari Yapısı)

 


Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi – X

(Sümela Manastırı; Kuruluş Öyküsü ve Mimari Yapısı)

 

 

Karadeniz Turizmi açısından en cazip destinasyonlardan biri de Sümela Manastırı’dır. Bizans dönemi dini yapılarından olan bu manastır, Hristiyan “Çileci” felsefenin önemli bir kanıtı olması yanında, ulaşımı güç, Karadeniz’in geçit vermeyen sarp dağlarına inşa edilmiş mimari yapısıyla da ilginçtir.

 

Sümela Manastırı

 

Bizans İmparatorluğu’nun Hristiyanlık inancını resmîleştirmesinin ardından eğitim faaliyetleri için imparatorluğun çeşitli bölgelerinde manastırlar yapılmıştır. Bu dönemde üretilen üç manastır türünden söz edilebilir. Bunlardan ilki sadece din adamlarına yönelik manastırlardır. İkincisi, günümüzde kızlar manastırı olarak da bilinen ve sadece din kadınlarına açık olan manastırlardır. Üçüncüsü ise kadın ve erkeklerin karışık eğitim gördüğü manastırlardır. Erişilmesi zor, engebeli arazilerde özellikle sarp kayalıklardaki mağaraların önlerine kurulan manastırlar, genellikle din adamları için yapılan manastır türü olmuştur. Sümela Manastırı üçüncü tipe giren manastırlardandır.

 Trabzon'da Komnenos prensliği tarihine dair araştırmaları ile tanınan Alman yazar J. P. Fallmerayer (1790-1861), bu manastırı 1840 yılında Trabzon'a yaptığı bir seyahati sırasında ziyaret ederek, etraflı bir şekilde tasvir etmiştir.[1]

Kaynaklara göre, XVII. yüzyılın ortalarına kadar kapısında bulunan yazıtta, manastırın kurucusu olarak İmparator Alexios Komnenos adı ve 1360 tarihi yazılı olduğu belirtilmektedir. [2]

Ancak kaynaklarda yer aldığı ifade edilen bu kayıt, maalesef bugün manastırda bulunmuyor. Trabzon ili sınırları içinde, Maçka’nın güneyinde, Zigana tepelerinden birinin sarp yamacındaki Sümela Manastırının kuruluşuna dair sadece rivayetler mevcuttur..


 

Sümela Manastırı’nın Kuruluşu

 

Sümela Manastırı’nın kuruluşu, bir efsaneye göre şöyledir: İki Atina’lı; Barabbas ile yeğeni Sophronios rüyalarında Hz. Meryem’i görmüşler, rüyada Meryem onlara bir manastır yaptırmalarını, yerini ve oraya nasıl gideceklerini tarif etmiştir. Bu yer Trabzon’un Maçka ilçesi güneyinde, Zigana tepelerinin sarp bir yerindeki mağaradır.

Başka bir rivayete göre, Hz. İsa’nın azizlerinden Lukas’ın yaptığı bir Meryem İkonası nasıl olmuşsa Atina’ya kadar gitmiştir. Orayı beğenmediği için olsa gerek, ikona melekler tarafından Ziganaların ulaşılması zor bir yerindeki mağaraya bırakmıştır.

St. Luka’nın yaptığı rivayet olunan tabloyu yanlarına alan Barabbas ve yeğeni deniz yoluyla Trabzon’a gelip, Karadağ’ın sarp yamacında bir kilise kurma kararı verirler.

Nitekim Theodosios devrinde (375–395) buraya ilk kaya kilisesini kurulur. Bu tarih, kilisenin kesin kuruluş tarihi değilse de Sümela Manastırı’nın bahsedilen tarihler arasında yapıldığı sanılmaktadır.[3]   

Anlatılanlardan hareketle Sümela Manastırı’nın Trabzon Rum İmparatorluğu’ndan en az 900 yıl önce inşa edildiği anlaşılmaktadır. Manastırdaki kazı ve araştırmalar da bu kanaati doğrulamaktadır. Komnenoslar döneminde ise, manastırın yenilendiğine dair emareler bulunmaktadır.

Bu arada manastırın esasını İmparator II. Theodosius zamanında (408 – 450) kurulduğu, İmparator Iustinianus’un kumandanlarından Belisalius yeniden yaptırdığı iddia edilmişse de bunu kanıtlayacak hiçbir belge ortaya konamamıştır. Manastırın bilimsel olarak tespit edilebilen tarihi, 8. yüzyıla kadar inmektedir. O yıllarda Trabzon’da Komnenoslar’ın egemen olduğu ve yıllar sonra III. Alexios Komnenos’un (1349 – 1390) bu manastıra ilgi gösterdiği bilinmektedir.[4]


 

Manastırın Adı Nereden Geliyor?

 

Halk tarafından bu manastıra Meryemana Manastırı denir. Meryem (Panaghia) adına kurulan bu manastırın, Grekçe SÜMELA adının esasını, kara-siyah karanlık anlamına gelen Melas kelimesinden aldığı söylenir.

Semavi Eyice’ye göre; evvelce burada saygı gören siyah Meryem tasvirinden Sümela adını aldığı ve bu dağın adı da manastırdan dolayı Oras Meya Karadağ olduğu kabul edilir.

Hz. Meryem (Panaghia) anısına kurulan Sümela Manastırı’nın ismi her ne kadar, Grekçe kara, siyah ve karanlık anlamın gelen Melas’tan geldiği iddia edilse de manastırın yer aldığı vadi ve dağ yamacının koyu renkleri veya ikonanın siyah rengi bu ismin verilmesinde başlıca etken olmuştur.[5]

Manastırda, ana kilise, şapeller, mutfak, depolama alanları, misafirhane, öğrenci odaları, rahip odaları, kütüphane ve kutsal ayazma yer almaktadır. Kompleksin giriş tarafından yapı grubuna su taşıyan ve Karadağ’a yaslı şekilde oluşturulan bir sukemeri bulunur. Manastırın giriş bölümüne, bu sukemerine yaslı halde bulunan taş malzemeden dar, uzun ve dik bir merdivenle ulaşılmaktadır. Birçok defa yağmalanan manastırın güvenliğini sağlamak amacı ile manastırın girişi, kesme taşlarla örülerek daraltılmış ve muhafız hücreleri eklenmiştir. Giriş, yükseltilerek ahşap bir merdivenden tırmanmayı gerektirecek şekilde yenilendikten sonra ahşap merdiven, 1850’li yıllara kadar geceleri kaldırılarak güvenlik sağlanmıştır.[6]


 

Mimari Yapı

 

Manastır olmanın bir özelliği olarak Sumela, zorlu bir yüzeye inşa edilmiş olmasına rağmen; iç kısımdaki tüm alanlar yaşam mekânı olarak düzenlenmiş, kaya bloğunda çökme tehlikesi olan kısımlar duvarlarla desteklenmiştir. Kapalı olmakla birlikte, yemekhanenin solunda yer alan şapelin önünden geçen yol takip edilirse, keşiş hücrelerine ve bugün ayakta olmayan çan kulesine çıkılır. Keşiş hücrelerinin büyük kısmı yıkılmış durumda olmakla birlikte, buradaki yaşam hakkında bir fikir verir niteliktedirler. Keşiş hücrelerinin bulunduğu bölümde biri büyük diğerleri küçük beş şapel bulunmaktadır. Şapellerin önünden geçerek, kuzeye doğru yolumuza devam edecek olursak, Manastır kompleksinin en eski kısmına girmiş oluruz. Seksen ile doksan derece arasında değişen bir eğime sahip olan bu kısım ziyarete kapalıdır. Gerçek Haç şapelinin hemen yanından, dört metrelik beşik tonoz bir tünel geçildikten sonra ulaşılan bu kısım iç içe geçmiş, üç ve yer yer dört kat şeklinde üst üste bindirilmiş keşiş hücreleri, çan kulesi ve şapellerden oluşmaktadır. Üst kısımda bulunan ve oldukça küçük olan şapellerde aynı anda üç kişinin bir arada bulunması imkân dâhilinde değildir. En üst kısımda, çan kulesinin hemen yanında yer alan şapel ve hücreler diğerlerinden daha geniştir.[7]

Fallmerayer, 1840 yılında yapmış olduğu ziyarette, mezkûr şapelin üst tarafında, kayaya oyulmuş, penceresiz geniş bir odanın kütüphane olarak kullanıldığını ve kütüphaneye keşiş hücrelerinin yanından, portatif bir merdivenle çıkılabildiğini kaydetmektedir.[8]

Kütüphaneden sonra vadiye asılı bir şekilde ağırlıklı ahşap malzemeden inşa edilmiş olan teras evleri ve giriş kapısının yanında daha önce bahsedilen Manastır’a gelen misafirleri karşılama görevlilerinin hegumenos ve muhafızların odaları yer alır. Giriş kapısının hemen önünde yer alan bu kısım, aynı zamanda muhteşem görüntülü teras evlerinin inşa edildiği kısımdır. Manastır’ın su ihtiyacını karşılayan ve dışarıdaki kemerler üzerinden gelerek ayazma olarak da adlandırılan su kuyusuna kadar döşenmiş olan kil boruların kalıntılarını bu bölümün hemen karşısında, giriş kapısının sol üst yanındaki kaya yüzeyinde görmek mümkündür.





Manastır iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümü, ilk yapılan han kesim olduğu taş ve oyukta görülen tapınma yerinin tavanındaki fresklerden bellidir. Bu fresklerde gölge ve derinlik olmayıp, gerek Hz. İsa’nın gerekse Hz. Meryem’in yüzleri hatta kirpik uçları bile tek düzlem üzerindedir ve ayrıntı olarak belirlenmiştir. Tapınak yerinin içi ve dışı İncil’den alınmış konuların freskleri ile süslenmiştir.

Meryemana Manastırı’nın ikinci bölümü, giriş kapısını geçip içerideki basamaklardan inerken sağdaki yatak odalarını, salonları, kitaplıkları, kilerleri, erzak depolarını ve helaları kapsayan dört kattan oluşmuştur. Bütün odalarda ocak, ışık dolabı, kitap rafları vardır. Yine odalarda sofaların dışarıya doğru çıkma balkonları vardır. En alt katta tonozlu bir mutfak, onun altındaki mahzende de şarap ve yağ depoları bulunmaktadır. Bütün duvarların karaağaç ve meşe kaplı olduğu kalıntılardan anlaşılmaktadır. Duvarların kalınlığı 60-100 cm’dir.

Manastır’ın bu bölümü alttan, önü kapı biçiminde açık olan dört kemer üzerine oturtulmuştur.

Duvarın temeli ise kayanın yukarıdan aşağı üçgen biçiminde inen dar açılı yerinden başlamak üzere kurulmuştur. Bu bölüm ortaçağ özelliği göstermektedir. Bu nedenle Alexios III tarafından başlatılan bölüm olduğu söylenebilir. Odalara bugün yıkıntı basamakla çıkılmaktadır.

Manastırın giriş kapısından önce, içeri girmeden, yolun sağında ve solunda iki küçük kilise daha vardır ki, bunlara manastırın ilk kurucuları;  Barnabaslar’a atfen Barnabas Kiliseleri adı verilmiş ve kayaların üstüne bu adlar oyulmuştur.[9]

Odalardaki depolar, hücreler ve ocaklar, ayazma üzerindeki sivri kemerler Selçuklu Türk mimari izlerini taşır.[10]


 

Devam edecek: Sümela’nın Freskleri ve Ünyeli Sanatçı Savos

 

Kaynaklar:

 

Fallmerayer, Jakop Philip. 2002, Doğu’dan Fragmanlar, İmge Kitabevi.

Dilaver, Sadi, 1997, Tarihsel Yapılarıyla Trabzon, Yapı Kredi Yay.

Canalioğlu, M. Volkan, 2000,  Trabzon 2000, Seçil Ofset

Yücel, Erdem, 1995, Sümela Manastırı, Sanatsal Mozaik Dergisi, Sayı 3, Eke Basım ve Yay.

Yıldız, Sevcan, 2017, Karadeniz Bölgesindeki Bizans Eserleri, Karadeniz Araştırmaları, Bahar 2017 · Sayı 53 · s.123-135

Köse, İsmail. 2010,  Bulutların Ötesinde Saklı Manastır Sümela, Akademi Kitabcılık. 

Köse, İsmail. 2012, The Monastery of Soumela and ancient trade routes, 18(1), 7-28.

 

19.11.2025, Ünye Kent


Dipnot:

[1] Fallmerayer, 2002; 99-138.Doğu’dan Fragmanlar.

[2] Dilaver, 1997; 91

[3] Canalioğlu, 200; 195

[4] Yücel, 1995; 28

[5] Yıldız, 2017; 124

[6] Köse, 2012; 12

[7] Köse, 2012; 49

[8] Fallmerayer, 2002; 126

[9] Sümela’nın Mimari Yapısı, Akdeniz Üniversitesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Sevcan Yıldız’ın “Karadeniz Bölgesindeki Bizans Eserleri” adlı yazısından derlenmiştir.            

[10] Eyice, 1997; 36.

12 Kasım 2025 Çarşamba

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - IX (Hümanizm, Doğa Felsefesi ve Hristiyan Çileciliği)

 


Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - IX

(Hümanizm, Doğa Felsefesi ve Hristiyan Çileciliği)

 

“Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş merhalesi, insan varlığının en müşahhas şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle başlar.”

                                                  Hasan Ali Yücel, Maarif Vekili

 

Batı’da Rönesans (Renaissance), her şeyden önce yeni bir hayat duygusunun, yeni bir dünya görüşünün doğmasıdır. Bu yeni hayat duygusu temelinde, Antikçağ felsefesinin etkisiyle yeni bir insan anlayışına varılmıştır.

Rönesans felsefesi, Yeni Çağ’ın felsefesi olarak, insan sevgisini benimseyen, evrenselliği önemseyen ve insanı üstün bir varlık olarak gören hümanist felsefeydi. 

Daha önceki hümanistler Antik metinlerde ortaya atılan fikirleri taklit etme eğilimindeyken, zamanla bazıları kendi toplumlarına meydan okumak için kadim bilgeliği kullanmaya ve sorgulamaya başladı.

 

Hümanizm

 

İtalya’nın önde gelen düşünürlerinden Bruni ve Hollandalı Erasmus, bu kadim metinleri, kişinin duaya ve ahirete odaklandığı tefekkür hayatının ( vita contemplativa ) daha üstün bir hayat olduğu inancını sorgulamak için kullandılar. Cicero ve diğerlerinin fikirlerini kullanan Bruni ve Erasmus, aktif bir hayatın ( vita activa ) yalnızca birey için değil, devlet ve toplum için de iyi olduğunu savundular. Kendini tecrit etmek yerine, hayata aktif olarak katılmalı ve bunu yaparken topluma ve devletine faydalı olmayı hedeflemelidir.

Teoride son derece etkili olan bu düşünce, Batı dünyasını derinden sarstı. Toplumla birey ve devlet arasındaki ilişkili yeniden disipline edildi.

Hristiyan Avrupalıların on üçüncü yüzyıldan beri yavaş yavaş etkileşimde bulunduğu Platon, Aristoteles, Cicero, Sallustius, Livius vb. gibi çok sayıda düşünürün antik metinleri yeniden incelemeye alındı. Papalık ve Kutsal Roma İmparatorluğu arasındaki fiziksel ve ideolojik çekişme giderek şiddetini artırdı.

Bu durum, İtalyan şehir devletlerinin, her iki güçten bağımsız davranabilmeleri için önemli bir alan yarattı.

Zaten Rönesans öncesi İmparator veya Papa yönetimindeki monarşiler yerine, karma yönetimlere sahip Cumhuriyetler olarak faaliyet gösteren şehir devletleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Örneğin Aristoteles'in Politika adlı eseri, Venedik ve Floransa'da görüldüğü gibi, mükemmel bir siyasi topluluğun erdemini ilan etmek için kullanıldı. Bu, erdemli vatandaşlık ve nasıl yönetileceği konusunda idealleri savunan Cicero gibi Romalı yazarların kullanımıyla yan yana konuldu.

13. yüzyıldan itibaren giderek artan sayıda bağımsız devletlerin yükselişe geçmesi, Erasmus ve Machiavelli gibi düşünürleri “ideal prens”i betimleyen eserler yazmaya yönlendirdi. Güçlü monarklar, 18. yüzyıla kadar popüler olan erdemli bir Hristiyan kralın geleneksel fikirlerini savundu. Machiavelli ise, başarılı olmak için gerekeni yapan ahlaksız bir prensi tasvir etti. Ancak Machiavelli, bu tür bir zorlayıcı güce aslında karşıydı ve Cumhuriyetçi karma hükümetin özgürlüğünü savunuyordu. Feodal prenslerin yönetimine karşıydı ve halkın devlet yönetimine katılmasından yanaydı. 

Yönetim ve devlet üzerine köklü düşünceler ortaya atılırken, “hukuk” kavramı ve din üzerine de büsbütün başka ve yeni düşünceler gelişmeye başlamıştır.

Rönesans felsefesi, dünyayı ortaçağdan ayrılan bir görüşle ele alıp işlemiş ve bu çalışmaların sonunda bugünkü modern doğa bilimi doğmuştur.[1]

Ancak bu süreç oldukça çetin geçmiştir.

 

Doğa Felsefesi’ne Dönüş

 

Ortaçağ’ın doğa tablosu: Aristoteles’in fiziği, Ptolemaios’un astronomisi ve Kutsal Kitap’tan alınan bir takım tasarılardan kurulmuştu. Gökyüzünde ay, güneş, gezegenler ve durağan yıldızlardan oluşan sistemin merkezinde dünya vardır ve sabittir. Diğerleri dünyanın etrafında döner. Buradan sonsuz evren anlayışına ve her biri kendi yörüngesi içinde hareket eden güneş sistemine geçildi. Yeni doğa biliminde irili ufaklı bir sıra düşünürün payı olmuş ve her biri büyük bedeller ödemiştir.


Astronominin bugüne değin değişmeyecek çağdaş modelini kuran Nikolaus Kopernikus (1473-1543) olmuştur.

Yeryüzü üç devinimle dönüyor. Biri Güneş'in çevresinde dönerek burçlar düzenine göre bir yılda yerine döndüğü büyük çember içindeki devinimi. İkinci devinimi günlük dönüşü ve üçüncü devinimi ise eksen kaymasıdır.[2]

Kopernikus, evreni uçsuz bucaksız tanımlamasına karşın, “sınırsız” olduğunu ileri sürmemiştir. Evrenin sonsuzluğu düşüncesini ortaya atan düşünür ise Giordano Bruno’dur.  


 

Giordano Bruno ve Evrenin Sonsuzluğu

 

Giordano Bruno (1548-1600), İtalyan filozof, rahip, gökbilimci ve okültist. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir ve şair yönüyle de edebiyata en yakın duranıdır. Ona doğacı coşkunluğun düşünürü de denilebilir. Aristotelesçi kapalı evren görüşünden ilk sıyrılanlar arasında yer alan İtalyan filozof, Kopernik'in tezini savundu. Evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi.[3]

Aykırı görüşler beslediği için 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi'nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edildi ve Roma'da konuşamaması için yüzüne demir maske geçirilerek Campo de' Fiori meydanında diri diri yakılarak idam edildi.

Bruno'nun teorileri 17. yüzyıl bilimsel ve felsefi düşüncesini etkilemiş ve 18. yüzyıldan beri birçok modern filozof tarafından benimsenmiştir. Düşünce özgürlüğünün bir simgesi olarak Bruno, 19. yüzyılın Avrupa liberal hareketlerine, özellikle de İtalyan siyasi birliğine ilham vermiştir. Bruno'nun kozmolojik vizyonu, modern evren anlayışının bazı temel yönlerini kesinlikle öngörmektedir; etik fikirleri, dini çileci etiğin aksine, modern hümanist aktivizme hitap etmektedir ve dini - felsefi hoşgörü ideali, liberal düşünürleri etkilemiştir. Bruno, Batı düşünce tarihinin önemli figürlerinden biridir ve modern medeniyetin öncüsüdür.

8 Şubat 1600'de, ölüm cezası resmen kendisine okunduğunda, hâkimlerine hitaben şöyle demiştir: "Belki de beni yargılarken duyduğunuz korku, benim onu ​​kabul etmemden daha büyüktür." Çok geçmeden dili bağlı olarak Campo de' Fiori'ye götürüldü ve diri diri yakıldı.

Bu yönüyle Bruno, kendisinden yüzlerce yıl önce, 922’de Bağdat’ta Halife Muktedir’in emriyle idam edilen Hallacı Mansur’a benzetilmektedir. “En’el Hak” (Ben Tanrı’yım!) dediği için önce kırbaçlandığı, burnu, kolları ve ayakları kesildiği, derisi yüzüldüğü ve nihayetinde yakılarak idam edildiği söylenir.

İslam coğrafyasında özellikle 11. Yy.’da yaygınlık kazanan Tasavvuf Felsefesi, insan-doğa, Tanrı ve sonsuzluk düşüncesiyle kurduğu ilişki, 17. Yy. Batı felsefesine damgasını vuran Bruno ile örtüşmektedir.

Doğu ile Batı arasında benzeşen bir başka özellik “çileci” felsefedir.


 

Hristiyan Çileciliği (Kinik Felsefe)

 

Kilise'nin dünyevi bir kurum haline gelişi; merkezi krallık ve derebeyleriyle birlikte büyük toprak sahibi olması ve yönetim kademesinde yer alması, aslında Hristiyan felsefesiyle çelişmekteydi. Yeni Ahit'in "Resullerin İşleri" bölümünde ilk Hıristiyanlığın yoksulluk içinde eşitliği kabul eden, ortaklaşa sürdürülen cemaatçi bir yaşamı idealleştirdiği görülmekteydi.[4] Kilise'nin zamanla bundan sapması, zenginlik ve güç sahibi olmasına karşı, İsa'nın bu dünyadaki yozlaşmış ilişkilerden uzak durularak, ruhun yenilenmesini öğütleyen görüşlerine ağırlık veren düşünce ve pratikler gelişmişti. Kimi zaman iyice aşırıya kaçan bir çilecilik biçiminde görülen bu düşünce ve pratikler, Hıristiyanlık tarihine damgasını vurmuş olan "manastır" olgusunu yaratmıştır. Roma ülkesinin hemen her yerine yayılan manastır uygulamalarının temelinde, bedeni değil ruhu tatmin etme, ruhu tatmin etmek için bedensel arzuları dizginleme (maddi nimetlerden uzaklaşma) ve hatta bedene acı çektirme düşüncesi yatıyordu. Kendi kendini kamçılamak, çivili korse giymek, sadece ot yiyerek veya yerden birkaç metre yükseklikteki bir sütunun tepesinde yıllarca yaşamak, bazı manastırlarda görülen çilecilik uygulamalarıydı.[5]

Sokrates’in öğrencisi Atinalı Antisthenes’e göre (İ.Ö. 444–368), insanın ereği mutluluktur, mutluluk da her türlü bağdan kurtulmuş içsel bir özgürlükle gerçekleşir. İstenilecek tek şey erdem, kaçınılacak tek şey erdemsizliktir. Gerçek erdem, insanın hiçbir değere bağlı ve tutsak olmamasıyla elde edilir. Bunu sağlamak için de insanın bütün tutkularından sıyrılması gerekir.


Kinizm, Sokrates’çi bir okuldur. Fıçı içinde yaşayan Diogenes (İ.Ö. 412–323), Kinik düşünürlerin en ünlüsüdür. Diogenes her şeyden el etek çekip bir köpek gibi yaşamıştır. Öğretiye köpeksi adı verilmişse bu Diogenes yüzündendir. Stoacılık, temel öğelerini borçlu olduğu Kiniklerin bu çileciliğini sistemleştirip bilimselleştirmiştir. Bu anlayış, İslam düşüncesinde de Melamilik akımıyla sürdürülmüştür.[6]

Zaman içinde doğudan batıya doğru yayılan manastırlar arasında, özellikle batıda belirleyici olanlardan başlıcası, Benedictus tarafından İtalya’da, Monte Cassino'da, 529 yılında kurulan manastırdı. Benedictus'un manastırında, "keşişler yoksulluk içinde yaşamaya, zihinsel ve bedeni çalışmaya ve manastırın başrahibine itaat etmeye zorunluydular. Sık sık dua etmeleri, ağır işlerde çalışmaları, az konuşmaları ve özel mülkiyeti terk etmeleri keşişler için temel koşullardandı. Batı Avrupa manastırları için sonradan belirleyici bir ölçü haline gelen Benedictus'un bu kuralları, Hıristiyanlığın hakiki kurtuluşu öbür dünyada gören anlayışının en simgeleyici uygulaması olmuştur.[7]

 

Devam edecek: Sümela Manastırı

 

Kaynaklar:

 

Gökberk, Macit. 2013, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi,

Copernicus, Nicolaus. 2017, Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine, İş Bankası Yay.

Bruno, Giordano. 2004, Küllerin Şöleni, Cem yay.

Hançerlioğlu, Orhan. 2019, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi

Ağaoğulları- Köker, 1991, İmparatorluktan Tanrı Devletine, İmge Kitabevi

 

Ünye Kent, 12.11.2025

 

Dipnot:

[1] Gökberk, 2013; 191

[2] Copernicus, 2007; 275

[3] Bruno, 2004; 123

[4] Cemaatçilik bu boyutuyla günümüzde miras paylaşımında zorlanan “yerli” cemaatlerimizi çağrıştırmaktadır. 

[5] Kinik felsefe, Anadolu’da Sinoplu Diyogenes’ten başlayarak Osmanlı saraylarının inziva hücrelerine kadar uzanan bir süreç izler.

[6] Hançerlioğlu, 2019; 76,  “Mutluluk Köpekliktir”

[7] Ağaoğulları- Köker, 1991; 100-101